Doğudan, güneydoğudan uçan kuştan, Marmara’da, Ege’de yüzen balıktan bile terörle arasına mesafe koymasını tehditler savurarak talep eden MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin ve partisinin terörle arasına mesafe koymasının zamanı gelmedi mi sizce?
Geçtiğimiz günlerde eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in, ülküdaşlarının işlediği iddia edilen bir cinayete kurban gitmesinin ardından yaşanan gelişmeler MHP ve Ülkü Ocakları’nın terörle, mafya ile derin çetelerle ilişkileri üzerine iddiaları getirdi. Neyin hesaplaşmasıdır ben bilemem ama daha önce yaşanan benzer saldırılar parti ve örgüt içi bir hesaplaşma olduğunu gösteriyor. Nitekim Ateş’in tam bir Ülkücü gösteriye dönüşen cenazesinde atılan “Kana kan, intikam” sloganı gelecek saldırıların da habercisiydi. Besbelli ki Başbuğ Türkeş’in “Davadan döneni vurun” emri Ülkücülerce yerine getiriliyordu.
Ama bana baştaki soruyu sorduran sadece bu son cinayet değil. Sinan Ateş cinayeti, mücadele yöntemi olarak silahı, terörü, şiddeti benimsemiş bir camianın gerçek yüzünü ortaya koyan kendi aralarındaki bir hesaplaşma. MHP terörle arasına mesafe koymalı derken kastettiğim, ne kadar mafya babası, çete reisi, yasadışı paramiliter örgüt elemanı varsa tümünün Devlet Bahçeli’ye ve MHP yönetimine yakınlığı. Daha da önemlisi, MHP liderinin bu yakınlıkları reddetmek yerine “dava arkadaşı” olarak sahip çıkması.
Çabuk unutuyoruz ya da önemsemiyoruz: 80 öncesinde 7 gencin boğazları kesilerek, vurularak öldürüldüğü Bahçelievler Cinayeti’nin baş aktörleri Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı; Bahçeli’nin bütün gücünü kullanarak özel infaz yasasıyla hapisten çıkardığı Alaattin Çakıcı; 66 yıla mahkûmken yine Bahçeli eliyle tahliye edilen Kürşat Yılmaz, oğlunun düğününde Bahçeli’nin nikâh şahitliği yaptığı Drej Ali lakaplı Ali Yasak ve 80 öncesi Ülkücülerin önde gelen benzerlerinin tümü, bugün Bahçeli’nin yanında, MHP’de saf tutuyor.
Çakıcı 2020’de tahliye edildiğinde ilk işi Bahçeli’yi ziyaret olmuş, ardından “Sayın genel başkanımızı genel merkezimizde ziyaret” ettim açıklamasını yapmıştı. Ardından Mehmet Ağar, Engin Alan, Korkut Eken’le verdiği fotoğraf Susurluk’u hatırlatıp korku salmak ve biz varız ve görevdeyiz mesajı vermek üzere “Türk devleti ilelebet var olsun diye her zorluk ve meşakkati göğüsleyen, zindan dâhil bu uğurda en ağır bedelleri ödeyen kahramanlarımız” diyerek servis edilmişti. Kürşat Yılmaz’ın, nasıl olduğuna kimsenin akıl erdiremediği tahliyesinin ardından MHP Genel Merkezi'nden yapılan açıklamada: “Ülkü ve ülke sevdalısı, davaların gözü kara yiğitlerinden Kürşat Yılmaz, tahliyesi münasebetiyle genel başkanımız Devlet Bahçeli’yi ziyaret etmişlerdir” deniyordu.
Uzatmaya gerek yok. “Vatan millet uğruna” cinayet işleyen, terör olaylarına karışan, mafyalara bulaşmış kim varsa, bir MHP yöneticisiyle, MHP’den önemli bir isimle samimî ilişkilerini gösteren fotoğraflarını, beyanatlarını bulabilirsiniz. Son örnek, Suriye’de düşürülen Rus uçağının paraşütle atlayan pilotunu öldüren Alpaslan Çelik adlı adamın Bahçeli ile fotoğrafı. Suriye’de savaştığı söylenen (kim adına, hangi görevle, hangi amaçla?) çeşitli adî suçlardan mahkûmiyeti bulunan bu kişinin MHP Genel Merkezi'nde çekilmiş boy boy fotoğrafları medyada sergileniyor. Bahçeli’ye “Sayın Devlet başkanım” diye hitap eden bu zata MHP Elazığ İl Başkanı, “Türkmendağı komutanı” olarak övgüler düzüyor, birlikte samimi pozlar veriyor. Aslında yargılanması, en azından savaş suçundan mahkûm edilmesi gerekli bu adam, “Türkmendağları 1071 Akıncıları” pankartı altında bozkurt işareti yapan, tepeden tırnağa silahlı, kamuflaj giysili bir grubun ortasında muzaffer komutan edasıyla poz veriyor.
Tek vaka değil: bozkurt işareti yapan, özel giysili, silahlı benzerleri ortalarda dolaşıyor, cinayet işliyor. Yakalandıklarında ya kaçırılıyorlar ya da suçları, cinayetleri terör eylemi değil münferit olay sayılıyor. İzmir’de HDP merkezinde Deniz Poyraz’ın öldürülmesini hatırlayın.
Terörle irtibatlı iltisaklı olmak…
Terör (tedhiş) dehşete düşürme, yıldırma amaçlı eylem demek. “Şiddet”ten farklı olarak siyasî amaçla, bir davayı kabul ettirmek veya caydırmak için karşı tarafa dehşet ve korku vermek olarak tanımlanıyor. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda, “Terör, cebir ve şiddet kullanarak baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet’in niteliklerini değiştirmek (…..) devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü (..…) bozmak amacıyla, bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç ve eylemdir.” deniyor.
Aynı yasanın 4. maddesinde sayılan çok geniş “terör suçları”na bakınca insan şaşırıyor. Bunların çoğu, antidemokratik, hukuksuz uygulamalarla bizzat iktidar tarafından, ya da iktidarın irtibatlı-iltisaklı olduğu kişi veya örgütler tarafından işlenmekte olan suçlar.
Öte yandan, Türk Ceza Kanunu madde 220 “Örgüte üye olmamakla birlikte” bilerek isteyerek yardım etmeyi, örgüt propagandası yapmayı suç sayıyor. Binlerce kişinin yargılandığı, on binlerce insanın hüküm giydiği bu madde şu anda iktidarın uygulattığı düşman hukukunun temel silahlarından biri. Zamanında Bank Asya’da hesabı olandan tutun da HDP bildirisi dağıtana, iktidarca makbul sayılmayan bir görüş dile getirenden sakıncalı bir düşünceyi paylaşana kadar bütün muhalifler; yazan, çizen, konuşan herkes, bu maddenin tehdidi altında. Yasa metninde bulunmayan “iltisaklı-irtibatlı” kavramı ise 15 Temmuz sonrasının OHAL kararnamelerinin hukukumuza hediyesi. Ve istendiğinde son derece keyfî şekilde bir “terör örgütü”yle irtibatlı, iltisaklı (bitişik, yapışık) sayılabilirsiniz
İktidardakiler iltisaklı irtibatlıysa ne olur?
AKP-MHP iktidarının kafalara kazıdığı “HDP=PKK=terör” denklemi, terörü kitlelerin gözünde Kürt hareketiyle özdeşleştirip sınırlarken iktidarın yurtiçinde veya sınır ötesinde koruyup kullandığı terör yapılarını, kolladığı ve desteklediği (TMK’da açıkça tarif edilmiş) teröristleri gözlerden saklıyor. Misal: Ülkü Ocakları içinde bir grubun diğeriyle hesaplaşırken başvurduğu cinayete kadar varan eylemler, Kürt halkına, Alevilere yönelik saldırılar, Hrant Dink’i aramızdan ayıran suikast ve benzerleri, muhalif siyasetçilere (Kılıçdaroğlu’na linç girişimini hatırlayın), gazetecilere yönelik saldırı ve tehditler, 90’lı yıllarda devletin gizli örgütlerince veya devlet tarafından kollanan yapılar tarafından işlenen faili meçhul cinayetler, vb., vb…
Başkalarından terörle arasına mesafe koymasını isteyenler suç örgütleriyle, mafya ile, dava uğruna cinayet işleyenlerle, karşı oldukları bir partinin, örgütün, düşüncenin yandaşlarına şu veya bu biçimde terör uygulayanlarla aralarına mesafe koymak zorunda değiller mi? Senin teröristin kötü, benim yerli ve millî teröristim makbul zihniyetine göz yumulabilir mi?
Evet, Sayın Bahçeli ve partisi terörle arasına mesafe koymalıdır. İktidarın büyük ortağı AKP de kendi iltisaklı-irtibatlı durumunu gözden geçirmelidir.
Oya Baydar kimdir?
Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.
Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.
1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.
Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.
Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.
1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.
1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.
Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.
Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.
Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.
İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.
Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.
2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.
Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.
ESERLERİ
Roman
Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Deneme
- Surönü Diyalogları (2016)
Öykü
- Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)
Anlatı
- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)
|