14 Mart 2024

Kürt sorunu ne sorunu?

Bölgede emperyalizmin önüne set çekebilecek olan Türk-Kürt barışı yerine, kim kimin oyununu oynadıysa, Türkiye’nin payına bir yavru emperyal olmak düştü

CHP’li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan ile Afyonkarahisar belediye başkan adayı Burcu Köksal’ın bulanıklık yaratan sözleri yalnızca CHP için değil, anaakım siyasi parti ve hareketlerin tümü için turnusol kâğıdı işlevini gördü. Tepkilerle birlikte ortaya çıkan zihniyet örüntüsü, başlıktaki soruyu bir kez daha sormak ve yanıtı güncellemek gereğini doğurdu.

Öyle görünüyor ki ne zaman seçimler yaklaşsa, anaakım siyaset için Kürt sorunu bir sandık sorunu halini almakta ve seçimler ilgisiz ya da kaygılı bir öğrencinin verdiği sınava dönüşmektedir.

Biraz daha derinlere doğru bakalım.

“Kürt sorunu, konuşamama sorunu”: 17.9.2006 tarihli Radikal İki’de yayımlanan yazımın başlığı böyleydi. O yazıda kastettiğim, yalnızca Kürtçenin yasaklı olması değil, onu da içeren ve aşan bir bütün olarak Kürt sorununun anaakım medyada hiç kimse tarafından konuşulamıyor olmasıydı. Kürt olma özgürlüğü yoktu, Kürt yoktu, Kürtçe yoktu, sorun da yoktu...

Cumhuriyetin ikinci üçüncü yılından itibaren Kürtlük bir altkimlik olarak bile anılmaz olmuştu. “Komünist” sözcüğünün o zamanki ürpertici korkunçluğu ne ise, “Kürt” sözcüğünün anılması da oydu; aynı ölçüde korkulan, kaçınılan bir söz edimi halindeydi. Sorun da buydu zaten, arkasında bütün bir tarih ve kültür yatan bir “sosyolojik gerçeğin” adını anmak, öldüresiye yasaklanmıştı. Çözüm Süreci’ne kadar da öyle kaldı.

Konuşulamayan, bilince çıkarılmayan bir gerçeklik baskılanmış gerçekliktir ve bir gün ille de geri döner şeklindeki teziniz hep haklı çıkıyor sevgili Freud, hem de çok çeşitli biçimler alarak. Kürt gerçekliği de sayısız isyan biçiminde geri döndükten sonra 12 Eylül faşizminin her tür haddi aşması sonucu delta gibi çoklu bir biçim aldı. 1984 yılında silahlı isyan biçiminde patlak verdikten ve 1990’lar boyunca 12 Eylül dönemini aratmayan bir “kirli savaş”ın cehenneminden sonra 2000’lerde neredeyse kaçınılmaz olarak bir çözüm denemesine giden süreç başladı.

2013-2015 “Çözüm Süreci”, o girişimin adıdır. 

Barış Anneleri

Türkiye halkının neredeyse bütünü, değilse bile yurttaş sorumluluğunu bilen bölümü o süreç boyunca nefesini tutup gelişmelerin bir bayramla sonuçlanmasını bekledi. Herhangi bir kesimden kaygı uyandırabilecek bir tepki yükselmiyordu. Süreç geliştikçe her şey Batılıların “gerçek olamayacak kadar güzel” deyimini akla getiren bir atmosfere büründü. Sanki herkes toplumumuzun tarihsel hatalarını hatırlamış, bilince çıkarmış, dostluk ve dayanışmanın önündeki engelleri kaldırmaya, toplumsal barış için çaba harcamaya hazırlanır gibiydi. Kürt olma yasağı sona erecek, karşılıklı olarak işlenmiş suçlar için en iyi niyetlerle kalıcı barışa yönelerek yüz yüze gelinecek, yani müzakere süreci başlatılacaktı. İspanya’nın ETA ile, Britanya’nın İRA ile başardığını biz neden başaramayalım’dı. Masa kurulmuştu zaten. Devlet de, Kürt özgürlük hareketinin yasal aktivistleri de, silahlı örgütün hapisteki lideri de barış konusunda kararlı görünüyorlardı. Karşılıklı güven gün geçtikçe artıyor gibiydi. Dünyanın çeşitli köşelerinde yaşanmış benzer barış süreçlerini yakından inceleyip çıkarılabilecek dersleri görenlerin sayısı artmıştı. Çatışma çözümü konulu bilimsel disiplini çalışan genç akademisyenler vardı. Kürtlerin yaşadığı bütün bir coğrafi bölgenin kaynakları ve ortak tarihi düşünüldüğünde, yeryüzü cennetine giden yolun açılması ve akla hayale gelmez acılar sorgulanarak büyük bir kültürel atılıma girişilmesi olanaklı görünüyordu. Barış kalıcı hale gelebilirdi.

İçinde her tür umudu, korkuyu, geçmişi ve geleceği barındıran bir büyük resimdi Çözüm Süreci’nde ortalığa serilen. Tarihsel Kürt sorunuydu bu.

Süreçle birlikte medyada da önce ufak ufak, sonra daha gümbürtülü bir konuşma dönemi başlamıştı. Gerçekten konuşulabiliyor gibiydi artık.

Gelgelelim, topluca, bilerek ya da bilmeden unuttuğumuz, çoğumuzun zaten hiç öğrenmediği bir şey vardı: Çok uzun sürmüş yasaklar ve inkârlar, yasağın konusunu yalnızca uygulama alanlarından değil, düşünsel alandan da siler. Dünyalar küçülür. Barışın dili bilinmeyen dil haline gelir.

Toplumcak bizim de dünyamızın, bilinç olanaklarımızın ne kadar küçülmüş olduğu her büyük olayda yeniden ortaya çıktı.

Tahir Elçi’nin CNN Türk’teki bir programda yaptığı konuşma üzerine 28 Kasım 2015’te öldürülmesi, o büyük olaylardan biriydi. Kürt sorunu meğer hâlâ konuşamama sorunuydu. Söylediklerinizin daha önce de söylenmiş olması bir kazanıma dönüştürmeye yetmiyordu...

2016’daki fetöcü darbe girişiminin barışa set çekmeyi hedeflemediği söylenebilir mi?

Bölgede emperyalizmin önüne set çekebilecek olan Türk-Kürt barışı yerine, kim kimin oyununu oynadıysa, Türkiye’nin payına bir yavru emperyal olmak düştü.

Dev boyutlu salonlarda, dev gücündeki hoparlörlerden güm güm tempolu sloganlar yükseliyordu. Sesler herkesin bedenine çarpıyordu adeta: “Kadınlar var!dır! Kadınlar var!dır! Kadınlaaar her yer!de!”

Bu sloganların atıldığı “Eşitlik, Adalet ve Kadın Zirvesi”ni CHP düzenlemişti. 2016 cezaevi ezasının ardından CHP’nin konuşmacı olarak beni de çağırdığı kamuya açık iki büyük toplantının birindeydik. (Diğeri ve sonuncusu, sizi anma toplantısıydı sevgili Uğur Mumcu.) O toplantıda, CHP’nin içinde parrhesia’yı, yani konuşma ve dolayısıyla düşünme cesaretini, demek çağdaş demokrasi bilincini temsil eden kesim ile, soluğu kesilmiş kadrolar adeta çıplak gözle ayırt edilir durumdaydı. Daha önce hiç yüz yüze gelmemiş olduğumuz halde bana herkesin önünde çok sıcak davranan kimselerin yanında, önceden tanışıklığımız, hatta aynı yerlerde çalışmışlığımız olan ve sorsanız benzer fikirler taşıdığımızı söyleyeceğim bazı kimselerin o gün benimle iki cümle konuşmaktan bile korktuğunu görmüştüm. Turnusol, turnusol.

Belki de benzer toplantı ve mitingler için bir grup kurup, o toplantıdaki “Kadınlar var!dır! Kadınlar var!dır! Kadınlaaar her yer!de!” sloganı ile aynı tempoda “Kürtler var!dır! Kürtler var!dır! Ve Kürtleeer her yer!de!” diye bir slogan da atmak gerekiyordur! Çünkü başta CHP olmak üzere kitle partilerine mensup çoğu kişi “Kürt sorunu”nu düşünmekten ya da konuşmaktan hâlâ bucak bucak kaçıyor. Ve tarih seçim çanları çalmaya başladığında o kaçakları getirip DEM geleneğinin oyları karşısında zor durumda bırakıyor.

“CHP’li belediyeler karşısındakinin etnik kökenine, mezhebine, siyasi tercihine, cinsiyetine bakmaksızın eşit hizmet verirler” demiş CHP, belli ki Afyonkarahisar olayının ve benzerlerinin yaratmış olabileceği hasarı gidermek telaşıyla. İyi hoş da, nasıl ki kadınların “biz varız” diye yüksek volümlü sloganlar atmaları kadın sorununu çözmeye yetmiyorsa, bu “eşit hizmet taahhütleri” de “pozitif ayrımcılık” olmadan ve üzerinde düşünülüp taşınılmadan, toplumsal barışa yönelmeden seçimler için bile yeterli olmuyor işte. Çocuk kandırır gibi birtakım haller çıkıyor en çok ortaya.

Necmiye Alpay kimdir?

Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.

1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.

2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. 

Kitapları

Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)

- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)

Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)

Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)

- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)

Çevirileri

Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay.

- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)

- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)


- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)


- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)


- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)
- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)


- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)


- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)


- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tabelalar, yeniden

Şu son günlerde o eski ulusal kaygılar “Arapça tabelalar” biçimini almış olarak yeniden ortalığa döküldü

Devlet vekilleri, Rojava, Jineoloji...

Ben bu satırları yazarken kimsenin tahliye edilmediği, duruşmanın 16 Mayıs’a bırakıldığı haberi geldi. Demek hukuksuzluğa devam...

Aksiyon almak, insanlara dokunmak, fokus olmak, satın almak...

Sözcüğü sözcüğüne çeviri, zaman zaman dikkat çekmekten kendimi alamadığım üzere, başka dillerden sözcük ya da terim alınırken kullanıldığı görülen başlıca üç yordamdan biri. Aşağıda İngilizceden bu yolla buyur edilen az çok yeni birkaç sözcük ve sözceye değiniyorum. Her zamanki gibi, geleceğin dil tarihçilerinin dikkatine!