Çek yazar Milan Kundera, 11 Temmuz 2023 günü 94 yaşında öldü. Reel sosyalizmin büyük hatalarından biriydi.
Adını ilk kez 1984 sonlarında Ankara’da duymuştum. Mülkiye’den arkadaşım Erdal Yavuz’un Fransız eşi Christine bana “bir oku bak” diye Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni vermişti, Türkçesini değil, Fransızcasını; kitap Fransa’da yeni çıkmıştı, yalnızca birkaç gün önce. Christine alıp gelmişti.
Okumaya başladıktan kısa bir süre sonra, kitabı çevirmek arzusuna kapıldım, hatta biz çevirmenlerin bu amaçla aldığımız o notlardan almaya başladım, Mamak Cezaevi’ndeki arkadaşlardan birine yazdığım mektupta da “Çağımızın Dostoyevski’si” filan diyordum.
Gelgelelim, kitabın ortalarına gelmiştim ki, Çekoslovakya’nın sosyalist yönetimine ilişkin olumsuz tavır içeren birkaç cümleye rastladım. Romanı okumaktan vazgeçmedim ama çevirmekten vazgeçtim, nasıl olsa bir çeviren bulunurdu. Zaten emperyal egemenlerin bütün gücüyle çullandığı, yıkmaya çalıştığı sosyalizme bir de biz açıktan saldırıp karşı saflara geçemeyiz, diye düşündüm. Sosyalizmi “içeriden” düzeltmeliydik, özeleştiri elbet bir gün çalışırdı. Kundera’nın romanı o birkaç cümle dışında kalburüstü bir yapıttı ama, çevirmeni ben olamazdım.
Kitap bir süre sonra Türkçeye çevrildi ve şaşırtıcı bir hızla çoksatanlar katına yükseldi. Aklımda “24. baskı” yazan kapağı kalmış. Yıllar içinde başka kitapları da çevrildi, diğer ülkelerdeki gibi bizde de en tanınmış yabancı yazarlar arasında yer aldı...
Birkaç gün önce Youtube’da, Kundera’yla yapılmış eski tarihli bir söyleşiyi izledim, onunla ilgili radyo ve TV programları internete yüklenmiş ya da öne çıkarılmış durumda. Çok fazla değil, söyleşi taleplerini genellikle reddedermiş, yalnızca beş-altı program var ve kendisini yalnızca bir iki programda görebiliyoruz. Tümü Fransızca, çünkü 1975’te Fransa’ya yerleşmiş, hatta 1993 sonrası yapıtlarını Fransızca yazmış ve tahmin edilebileceği gibi ülkesinin ulusalcıları tarafından bir de bu nedenle dışlanmış. Bunları kendisi değil, bir radyo programcısı söylüyor.
Youtube’daki Bernard Pivot söyleşisini izlerken, bütün yazıcılığıma karşın görsel olanın yazıya başka boyuttan gelen katkılarını hissettim. O sıralar henüz genç olmakla birlikte, birikmiş sıkıntısıyla has bir insan vardı ekranda.
Kundera tıpkı kendisinden on yıl kadar önce doğmuş olan Soljenitsin, çeyrek yüzyıl önce doğmuş olan Orwell ve yirmi sekiz yıl önce doğmuş olan Nâzım gibi, gerçekte sosyalizme değil, onun reel, baskıcı türüne karşıdır. Eleştirisi Marksist ideallerle bağdaştıramadığı bürokrasist demir perde uygulamalarına, yani Stalinizme yönelmiştir.
Stalinist Sovyet yönetimlerinin bu yazarlar ve benzerleri karşısındaki tutumu, onlara birey olarak azap çektirmenin yanı sıra, sosyalizmin yaşarlığını da baltalayan başlıca olgulardandır. Bu dediğim belki en çok Nâzım için geçerli. Nâzım, hayatını da, coşku dolu yapıtını da sosyalizm için mücadeleye adamıştı. Ülkesinde ölümle tehdit edildi, toplam on dört yıl cezaevlerine kapatıldı, sonuçta yurt hasreti içinde, sürgünde öldü. Sürgününü ise çoğu kimse gibi Paris misali özgürce fikir ve sanat üretilebilen yerlerde değil, sosyalizmin başkentinde geçirmekte ısrarlıydı. Yanlışların düzeleceğine, eleştirinin gücüne inatla inanıyordu çünkü. Yazdığı tiyatro oyunlarından biri, "İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?" adlı olanı, reel sosyalizme ve her tür bürokratizme yönelik birinci sınıf bir eleştirel bakış örneğidir. Gelgelelim, bu oyun Sovyet yönetimince yasaklandı ve Nâzım, Soljenitsin gibi Gulag’lara kapatılıp ardından çeşitli sürgünlere gönderilmediyse de şimdi bizim burada yaşamakta olduğumuza benzer yasak ve tehditler altında yaşadı. Kalp krizinden öldüğünde, cenaze töreni için bile problem çıkarıldı.
Reel sosyalist rejimler ve akımlar bu yazarların yapıtlarını anlayacak ve hazmedecek çapta değillerdi. Dar kafalılık sosyalizmin çöküşünde hatırı sayılır bir rol oynadı. Adı sosyalist olan devletler onları hain ilan ettiler, kapitalizmin ideologları ise kendilerini doğrulayan örnekler gibi sunmaya çalıştılar. Dramatik bir işleyiş, neredeyse trajik. Soljenitsin’e Nobel verilirken Nâzım, Orwell ve Kundera’ya verilmemiş olmasında, edebiyatlarından çok, siyasi tavırlarının rolü olabilir. Verilse reddederler miydi, ödüller aleyhine bir irade beyanları var mıydı bilmiyorum, ama milyon doların hayaline Bob Dylan’ın bile ancak birkaç gün dayanabildiğini biliyoruz. Bir Erik Axel Karlfeldt, Lê Duc Tho ya da Jean-Paul Sartre olmak kolay değil. Ödül peşinde kendini tüketen tüketene. Düşünüyorum da, Orwell ve Nâzım gibi Kundera da uzun erimde ödüllerin o gölgeli damgasından kurtulmuş oldu.
“Sonrası” nasıl geçti bu dört yazarın?
Nâzım az yaşadı, altmış bir yıl. Orwell daha da az: kırk yedi yıl. Dolayısıyla bu ikisi için “sonrası” yok.
Soljenitsin ve Kundera daha uzun yaşadılar: sırasıyla doksan ve doksan dört yıl. Yaşadılar ve reel sosyalizmin çöküşünü gördüler. Soljenitsin, komünist militanlığı sırasında terk etmiş olduğu dindarlığına Gulag kampları sonrasında kendine özgü bir Ortodoksluk ile geri dönmüş ve yaşadıklarını, tanıklıklarını bir bir anlattığı romanlar yazmıştı. Kaydetmeden geçmeyeyim: Kanserliler Koğuşu roman olarak gerçekten olağanüstüdür. Ancak Batı, çok desteklediği, Nobel bile verdiği Soljenitsin karşısında şaşkındır, çünkü Gulag Takımadaları’nın yazarı, Marksizmin kaynağı olarak Batı’yı suçlamakta ve “büyük Rus şovenizmi” denilen o güçlü milliyetçilik türünün dayanaklarından birine dönüşmektedir! Aslına bakılırsa milliyetçilik ideolojisi Sovyet yönetiminin zihninden zaten hiçbir zaman tam olarak sökülüp atılamamış, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler ordularının karşısında bir dizi söylem öğesiyle birlikte yeniden güç kazanmıştı.
Kundera için ise ‘çağımızın bir kahramanı’ diyesim geliyor. O da Nâzım gibi uzun süre eleştiri ve özeleştirinin üstün geleceği fikrini terk etmemiş. Kendisini hiçbir yerde “evinde” hissetmediği çok açık. Bunu hem romanlarından, hem de Roman Sanatı vb. denemelerinden okumak mümkün. Git gide daha nihilist ama, böyle bir etiketi yakasına takacak birisi de değil. Ve beklenebileceğin tersine, Dostoyevski’ci de değil, Tolstoy’cu.
Bakıyorum da Çekya’nın Fransa Büyükelçisi, Kundera’nın ölümü üzerine bu büyük yazara yönelik bir entegrasyon jestinin fazlasıyla açık olduğu uzunca bir yazı döşenmeyi görev bilmiş. Ne de olsa herkesin kendi kültür tarihine bir Cervantes, bir Goethe, Victor Hugo ya da Yunus Emre adıyla şan kazandırdığı bir çağdayız. Vaclav Havel Çekoslovakya cumhurbaşkanlığını kapmıştı. Sıra Çek büyükelçilikleri nezdinde Kundera enstitülerinin kurulmasına gelmiş olabilir mi? Erotizmi devlet ciddiyeti karşısında fazla bulunmazsa olur tabii, neden olmasın? Gerçi bir de Çekçeyi terk etmiş olması meselesi var. Ele avuca gelir biri değil velhasıl. “Dünya Edebiyatı”ndan sıyrılmayı bile başarır bakarsınız, hiç değilse onun kurumsallaşmış resmiyetinden.
Necmiye Alpay kimdir?
Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.
1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.
2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi.
Kitapları
- Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)
- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)
- Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)
- Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)
- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)
Çevirileri
- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)
- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)
- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)
- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)
- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)
- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)
- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
|