Bir önceki yazımda 85 milyonun aynı dili konuşmadığından söz açarak, AKP'nin devlet olanaklarını tek yanlı kullanmaktaki fütursuzluğuna ve bununla ilgili problemlere dikkat çekmiştim. Bu problemler iktidarın yarattığı söylem bunalımının yalnızca bir parçası. Cinsiyetçi gaddarlık ve mugalata da en az parti-devlet sultası kadar önemli.
"Cinsiyetçilik" rüşte saygısızlık demek. Reşit olmak ya da rüştünü ispat, çocuğun büyüyüp aklı baliğ olunca irade bütünlüğüne ulaşması, erişkin olması anlamına geliyor. Reşit kişi, başta kendisiyle ilgili kararlar olmak üzere hukuki sonuçları olabilecek her tür kararı verebilme hakkına sahip. Reşitseniz kimse sizin medeni iradenize ve özel hayatınıza ipotek koyamaz. Cinsiyetçiler işte bu mertebeyi yalnızca erkeklere tanıyanlardır.
20. yy. dünya ölçeğinde kadınların her yerde yerleşik olan cinsiyetçiliğe karşı verdiği keskin mücadelelerle geçti. Bu mecrada öncüler geniş anlamıyla feministlerdi. Yepyeni toplumsal kuramların geliştirilmesine büyük katkıları oldu. "Cinsiyetçi" sıfatı da aynı mücadelenin içinde, karşı tavırlara bir ad verme ihtiyacıyla ortaya çıktı. Irkçı nasıl kendi ırkını üstün saydığı için ırkçıysa, cinsiyetçi de erkek cinsiyetini üstün tuttuğu için cinsiyetçidir.
Gelgelelim, ilke hukukta bu düzeye yükselmişken, uygulamada kadının iradesi ve hakları hâlâ baskı altında. Cumhuriyet biz kadınlara reşit ve eşit bireyler olarak seçme seçilme haklarını tanımıştı sevgili Virginia. Şimdi adı "Cumhur" olan bir siyaset bu hakları tanımak istemiyor ve geri almak istiyor. Rüşte saygı, kadınlar (ve "üçüncü cins") söz konusu olduğunda hâlâ fazlasıyla gerilerden geliyor. Bazı egemen ideolojiler kadının erkeğe bağımlı kalmasından yana. Bu yolda her tür küfrü ve nefret söylemini işitiyoruz kendilerinden. Kem söz sahibine aittir deyip geçiyoruz.
Bağımlılık bir tür köleliktir. Sahibiniz varsa siz onun iradesine tabi olmak zorundasınız. Derler ki sahibin işi de zordur, erkek adam karısını kızını diğer erkeklerden korumalıdır. Var mı öyle sormadan etmeden iş görmek, erkeklerin olduğu toplantılara gitmek, giyinip süslenip kendini göstermek, hatta başkalarının yanında sahibinden farklı fikir beyan etmek? Günün birinde yalnız yaşamaya bile kalkar böyleleri. İşte onları sahiplendirmek de bizim işimiz...
Modern Türkiye'nin kadın-erkek eşitliği konusunda hayli devrimci davranarak erkek çocuklar gibi kız çocuklarının da okullaşmasını, mesleklerde yükselmesini, dünya ölçeğinde kadınlara seçme seçilme hakkı tanıyan ilk ülkeler arasında yer almamızı sağladığını biliyoruz. Buna karşılık muhafazakâr aileler için uygun çözümler bulunmadı ve bugün jargonda "beyaz Türk" sıfatıyla anılanlar tarafından "başörtülüler" ötekileştirildi. Muhafazakâr ailelerin evde reşit sayılmayan kadınları yakın zamanlara kadar kamu katında da reşit sayılmadılar. Öte yandan "temiz aile kızı" sıfatı karma okullarda eğitim görmemiş olmaya bağlandı. Her toplumda nüfusun yaklaşık yüzde yirmi kadarını oluşturduğu söylenen geyler yastık altlarına gizlendi. Cinsiyetçi baskılar bir bütün olarak kadın düşmanlığını ve LGBT+ düşmanlığını alttan alta besledi. Zorlanan erkeklik, zayıf bulduğunu düşman bellemeye meyletti.
Yakın zamanlara kadar, yasalardaki eşitlik ilkesine kamu önünde cepheden karşı çıkan hukukçu ya da siyasetçi görülmezdi pek. Sanıyorum üst düzey devlet makamları arasında kadın-erkek eşitliğine inanmadığını açıkça ilk söyleyen Recep Tayyip Erdoğan oldu. Cumhurbaşkanı, anayasanın temel ilkelerinden birine inanmıyordu. Sonra olaylar gelişti.
Eşitlik kavramının çekimine kapıldığım öğrencilik çağımda babaannemden aldığım "beş parmağın beşi bir mi" yanıtından bu yana karşılaştığım itirazların haddi hesabı yoktur. Hepsinin ortak yanı, eşitlik kavramının esaslarından haberdar olmamaktır. Peki, bir Anayasa Mahkemesi üyesi de haberdar olmayabilir mi bu tür temel kavramlardan? Akla gelecek şey değil tabii. Öyle ki, bundan yalnızca birkaç hafta önce gazetelerde bir Anayasa Mahkemesi üyesinin "kadın-erkek eşitliği modern hurafelerden biridir" dediğini okuyunca bir an için kuşkuya düştüm: Yoksa günümüzde anayasalar artık "kanun önünde herkes eşittir" şeklindeki ünlü hukuk ilkesini içermez mi oldular diye. Açıp bakmaktan kendimi alamadım, çünkü tekrar ediyorum, bir Anayasa Mahkemesi üyesiydi "hurafe" diyen. Baktım ve gördüm ki 10. Madde yerli yerinde durmakta ve "Kanun önünde eşitlik" başlığını taşımaya devam etmektedir. Üstelik Anayasa'yı yapanlar bu maddede herkesin hangi açılardan eşit olduğunu sayıp döktükten sonra "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir" diye ayrıca eklemek gereğini hissetmişlerdir. Hatta aykırı yorumları engellemek amacıyla, "Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz" diye de hüküm vazetmişler, besbelli ne olur ne olmaz diye, burası Türkiye.
Acaba diyorum, söz konusu AYM üyesi erkek cinsine değil de kadın cinsine, yani mağdur cinse mensup olsaydı yine "hurafe" diyecek miydi bu hükümler için? Olabilir aslında. Değil mi ki 19. yüzyıl dünyasında kölelik sistemine birer birer son veren ülkelerden bazılarında, örneğin ABD'de, azat edilmeyi reddeden köleler de olmuş, efendilerinden memnun oldukları gerekçesiyle... "Stockholm sendromu" denilen durum!
Kendi rüştümüze saygı duyar hale gelmemiz de gerçekten kolay olmuyor. Ben bu satırları yazarken AKP Siyasi ve Hukuk İşleri Başkan Yardımcısı Zeynep Alkış, "Kadını siyasette gösterme noktasında" HÜDA-PAR ile Yeniden Refah Partisi arasındaki farktan söz ediyordu. Bırakınız yasa ve uluslararası sözleşmelerle korunmayı, kaderde "gösterilmek ya da gösterilmemek" de varmış sevgili Rosa Parks. Nesne kipi. Edilgen kip.
Ah Konca Kuriş! Ah Anıt Sayaç'ın kurban kadınları! Üyesi olduğumuz Unicef, "Kadın erkek eşitliği topyekûn kalkınmanın temeli" diyedursun, bir ucumuz reşitlik konusunda paçayı Talibanizme kaptırmış durumda.
Necmiye Alpay kimdir?
Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.
1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide ‘Türkçe' ve ‘Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.
2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi.
Kitapları
- Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)
- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)
- Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)
- Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)
- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)
Çevirileri
- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)
- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)
- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)
- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)
- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)
- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)
- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
|