Bir olgunun ilk kez ayırdına varıp adını koyduğumuz o bilinç uğrağına insanlığın dikkatini ilk kez siz çekmiştiniz sevgili Molière. Kibarlık Budalası Mösyö Jourdain "demek ben şimdiye kadar hep nesir konuşuyormuşum" diye şaşıyor ve bunu kendisine öğreten hocasına teşekkür ediyordu.
Gelgelelim, ayırdına varıp adını koymamız, ya da başkaları koyduysa öğrenmemiz, oradaki sorunu çözmemiz anlamına gelmiyor, özellikle de "nesir/ düzyazı" gibi teknik bir adlandırma değil de, tıpkı sınıflar ve sömürü gibi toplumsal hayatın temel boyutlarından birini oluşturan "çokkültürlülük" ve "çokkültürcülük" gibi zorlayıcı kavramlar söz konusu olduğunda.
Çokkültürlülük aslında kalubeladan kalma bir olgusal gerçekliktir ve bilinç öncesi düzlemde hep yaşanagelmiştir ama, bilince çıkarılıp adının konulması ya da bu adın yaygınlaşması ancak 1990'larda yani Sovyetler'in yıkılışından sonra halklara verilen bir umut biçiminde olabildi. Sovyetler ne de olsa nüfusu en küçük olanından en büyüğüne kadar halklar için bir statüler yani tanınmalar cennetiydi ve halklar o sistemin yokluğuna ancak daha iyi vaatlerle razı edilebilirdi.
Olgunun adı, ortak dilimiz İngilizcede "multiculturalism" olarak konulmuştu. Olguyu tanıyıp analiz etmek işi için ayrı bir sözcük yaratılmayıp aynı sözcükle idare edildi. Oysa Türkçede, olgusal gerçeklik ile o gerçekliğe ilişkin etik tavrı ayrı ayrı adlandırma olanağı kullanıldı: Çokkültürlülük ve çokkültürcülük. Bu ikincisi, gerçekliğe ilişkin bir ideali temsil ediyor. Temelinde tanınma ihtiyacı ile, saygı, sevgi ve destek görme arzusu yatıyor.
90'ların ikinci yarısından itibaren her ikisi de dünya ölçeğinde en popüler kavramlar arasındaydı. 2015'lere, yani bizdeki Çözüm Süreci döneminin sona erdiği uğrağa kadar esen bir güzel rüzgâr halindeydi...
Bireysel bir ilgi ve beceri geliştiremeyen kimseler, daha çok da erkekler, horozlanmak için kendilerine mensup oldukları cinsiyet, aile, kavim, millet ya da "Batılılık" vb. kanalıyla güç devşirme eğiliminde olabiliyor. Bu tür mensubiyetler etrafında oluşagelmiş bütün bir kültür kuşakları dizisi var çünkü, hazır güç kaynakları! Sırt çevirmek hiç öyle kolay değil. Ve güç kaynağı demek, siyasi iktisatın ta kendisi demek.
Çokkültürcülük rüzgârı aradan geçen on yılda gitgide sönümlendi ve artık kavramın sönümlenme nedenlerini düşünme aşamasındayız. Olgunun kendisi varlığını sürdürüyor çünkü, öyle ya da böyle.
Devletler esas olarak çokkültürlü yapıyı denetim altında tutmak peşinde olduklarından, ideal bir çokkültürcülükten, yani kültürlerin birbirleri kadar devletten de saygı ve destek gördükleri bir ortamdan, hayal olarak bile uzaklaştılar. Gezi gibi, Sarı Yelekliler gibi, #Occupy gibi anlık şimşek çakımları dışında, komşu kültürlere saygı ve destek –hele merak!- yöneltme eğilimleri ise sönümlenmedi, ama atılım da kaydetmedi.
Devletler, temel ilkeleri kontrol olduğundan, anaakım kültürlerin dışında kalan her şeyi, başta kültürlerin taşıyıcısı olan diller olmak üzere, kendi kontrol güçleri için tehlike olarak görüyor ve olabildiğince törpülemeye çalışıyor, yeterince bilmedikleri dilleri düşman hanesine yazıyorlar. Bireyler de fazla farklı sayılmaz: Anamıza küfretseler anlamayacağız, meselesi. Birer bütün olarak halkların birbirine duyduğu ilgi ve destek daha çok aşinalık ve işe yararlık, yani çıkar ölçüsüne bağlı. O katışıksız merak, çoğunlukta hemen hiç kalmamış, bırakılmamış; oysa nasıl da belirleyicidir!
En parlak "çokkültürcü" başarılardan Eurovision yarışmalarına bakalım. Böylesine coşkulu, yüksek tempolu ve aslında birbiriyle benzeşmiş –çünkü aynı kaynaklardan, aynı filmlerden, müziklerden beslenir olmuş- düşgüçlerinin sayesinde büyük ilgi ve destek görüyor. Oysa, düşünüyorum da, her yıl 21 Şubat günü kutlanan UNESCO destekli Dünya Anadili Günü gibi vesilelerle yapılan ortak kutlamalar, açıkça söyleyeyim, birer okul müsameresi kadar bile coşku yaratmıyor. Resmî anma törenlerinden hiç farkları yok. Buna karşılık, Eurovision'un çokkültürcü olduğu doğru değil bana kalırsa. Yeni ve tekçi küresel kültürün bir parçasından başka bir şey değil. Ama aynı zamanda bir tür çokkültürcülüğün de başarısı sayılmalı değil mi? Hiç değilse üzerlerinde hiçbir insan figürü görünmeyen, kimisi Z işaretli kimisi işaretsiz bütün o tank sürülerine oranla bambaşka bir coşkunun sürükleyicisi!
Sonuçta çokkültürlülük elle tutulur bir gerçek, çokkültürcülük ise, içeriği değişebilen ve kültüralizmden demokrasinin çeşitli biçimlerine kadar çeşitlenen bir öneri, her barışçıl öneride mutlaka payı olacak bir fikirdir. Sönüp gitmesine herhangi bir biçimde göz yummamalıyız.
Necmiye Alpay kimdir?
Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.
1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.
2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi.
Kitapları
- Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)
- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)
- Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)
- Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)
- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)
Çevirileri
- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay.
- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)
- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)
- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)
- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)
- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)
- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)
- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
|