T24 haftalık sayfalarında daha önce yayınlanmış olan Ölümcül Tırmanış Klimenjero yazımı okuyanlar Japonya Dünya Körler Maratonu sürecimide merak ediyor olabilirler. Zira Klimenjero'da yaşadıklarımı anlatırken Dünya Körler Maratonu'ndan da söz etmiş ve her iki etkinliğimin fizik kapasitemi aşan hayli zorlu süreçler olduğunu söylemiştim.
Dilerseniz bu yazımdada beni ölümcül sınıra taşıyan diğer etkinliğimi, Kasumigaura Maratonu'nu anlatayım sizlere.
Denizli'deki jübilem
2005 yılı yaz aylarında Beş Kıta projemin Asya etabı olacak Japonya Dünya Körler Maratonu'na hazırlanıyordum. Tokyo yakınlarındaki Tsuchiura City'de 17 Nisan günü koşulacak olan Kasumigaura Maratonu Uluslararası Körler Spor Birliği (İBSA) tarafından organize edildiği için Türkiye Görme Engelliler Spor Federasyonu programında yer alıyordu. O günlerde kuruluş aşamasındaki Federasyon'un Türkiye atletizm faaliyetleri başlangıç durumundaydı. Değişik şehirlerde görme engelliler spor kulüpleri kuruluyordu. O dönemde Kayseri'de yapılan bir turnuvada B1 kategorisinde 800 metre ve 1500 metrede Türkiye birincisi olmuştum. B1 yüzde yüz görmeyen total kör sporcuları tanımlıyor. O süreçte görmeyenler arasında koşulan en uzun mesafe 1500 metreydi. Daha sonra Bursa'da yapılan bir turnuvada yarı yaşımdaki görme engelli gençler ile yine yarışıyor ve yine 1500 metre Türkiye birincisi oluyordum. Fakat bir taraftan da hem çok genç sporcularla yarışmayı hem de 50 yaşından sonra kısa mesafeler koşmayı uygun bulmuyordum. Ve Denizli de yapılacak Türkiye Görme Engelliler Atletizm Turnuvası'nda 1500 metrede son kez koşmayı kararlaştırdım. Nihayet genç görme engelli bir sporcu beni geçti, Türkiye ikincisi oldum. Böylece Denizli'de yapılan turnuva, kısa mesafe koşmayı bırakma anlamında jübilem olmuştu.
Asıl gündemim japonya
Tabii asıl gündemim Japonya'da başarılı bir maraton çıkartabilmekti. Bunun için bir taraftan yakın arkadaşım Bayram Bilgin'in sahibi ve hocası olduğu Bursa Heykelönün'deki Fitness Club'a gidiyor ve Bayram Bilgin gözetiminde kuvvet antrenmanları çalışıyordum. Bir taraftan da Harun Karaağaç kılavuzluğunda uzun mesafe koşmayı sürdürüyordum. Aynı zamanda da Bursa Nilüfer Belediyesi Engelliler Danışma Masası sorumlusu olarak iş yaşamım devam ediyordu. Haftada iki ya da üç gün Belediye'den izin alıp akşam saatlerinde bir iki araç değiştirerek önce Bursa Arabayatağı semtine gidiyor, orada Harun Karaağaç ile buluşup OTOSANSİT Doğa Parkı'nda koşuyorduk. Master sporcu İbrahim Hanbayat da bize eşlik ediyordu.
Dağlara verilen selam
Doğa Parkı geçmişte bizim Cumalıkızık meşeliği dediğimiz bölgedeydi ve yıllarca Alabalık avladığım Balıklı Dere'ye çok yakındı. Parkın üst başını dönerken Balıklıdere'ye, dağlara anılarıma selam veriyor, o görkemli günleri yüreğimde hissediyor, motivasyonumu yükseltiyordum. Antrenman programım ve antrenörüm yoktu. Atletizme dair genel bilgilerim ışığında elden geldiğince uzun mesafeler koşmaya çalışıyordum. Asıl beni maratona hazırlayan koşular Uludağ Üniversitesi kampüsünde pazar günleri yaptığımız ve hemen her birisi 42 km maraton provası niteliğindeki uzun koşular oluyordu. Bu arada maraton öncesi ilk üzüntümü yaşadım. Türkiye Görme Engelliler Spor Federasyonu Başkanı Mesut Dedoğlu, kılavuzum Harun Karaağaç'ın Japonya'ya götürülmeyeceğini, benim için kılavuz belirlediklerini söylüyordu. Telefon görüşmemiz esnasında Harun Karaağaç ile koşmaya alışkın olduğumu ve onun da beni iyi tanıdığını, onunla koşmamın avantaj olacağını ifade ettiğimde, "Sen kendin gel de" yanıtını almış ve üzülmüştüm. Ancak Beş Kıta projemin maratonlar bölümü Asya etabını gerçekleştirebilmem için Federasyon tarafından önüme konulan şartları kabul etmem gerekiyordu. NewYork'un ardından ikinci kez milli olmamı getireceği için Japonya Dünya Körler maratonu ayrıca önemliydi. Federasyonun oluşum yıllarındaydık. Normalde Ankara'dan sağlanılması gereken iletişimin bir bölümünü ben gerçekleştiriyordum…
Bu konuda Hale Kargin'in verdiği destek hayli önemliydi. Bir yıl sonra 2006 Sydney Maratonu için Avusturalya'ya birlikte gideceğim ODTÜ Dağcılık Kolu'ndan arkadaşım olan Hale Kargin telefon görüşmesi de dahil süreci e-posta üzerinden yönetiyordu. İlk etapta gereken pek çok bilgiye bu şekilde ulaşmıştık.
Japonya kafilesi hazır
2005 yaz başlangıcındaki sıkı antrenmanlar ardından Japonya ekibine katılmak üzere Ankara'ya gittim. ilkbahar günleriydi.
Federasyon binasında buluştuk. Federasyon'un verdiği ay yıldız amblemli giysilerimizi ve diğer malzemelerimizi aldık. Mesut Dedoğlu başkanlığında Japonya kafilesi hazırdı. Benim için federasyon tarafından tanımlanmış iki koşu kılavuzu vardı: Satılmış Atmaca ve Bülent Kimyon. Onlarla ilk kez karşılaşıyordum. Bir kez bile koşmadığım kişilerin bana klavuz sporcu yapılması beni tedirgin ediyordu. Zira total bir körün klavuzuyla fizik ve psikolojik manada uyumu oldukça önemliydi. Kafilede bir görme engelli sporcu daha yer alıyordu: Veli Kamber. Benim yaşıma kıyasla hayli genç olan Veli B3 olarak tanımlanan en çok görenler kategorisinde olduğundan klavuz olmaksızın bağımsız koşabiliyordu. Total Kör sporcular ise klavuzlarıyla aralarında tutukları kısa bir ip koordinasyonuyla koşabiliyorlar.
Her yerde ODTÜ mezunları
THY uçaklarıyla aktarma yaparak Atatürk Havalimanı'ndan Tokyo Havaalanı'na indik. Bizi Türkiye Büyük Elçiliği'nden Canan Hanım havaalanında karşıladı ve resmi işlemlerimizi yönetip Japonya'ya sorun yaşamaksızın giriş yapmamızı sağladı. Canan Hanım uluslararası ilişkiler mezunu bir ODTÜ'lüydü. Küresel projemi sürdürürken gittiğim diğer ülkelerdede ODTÜ mezunlarıyla karşılaşacaktım. Örneğin Sydney Başkonsolosu Melih Karalar. Beş Kıtada Beş maraton Beş Zirve hedefimin son etabı olan Kosciuszko tırmanışı için 2017 yılında Avusturalya'ya gittiğimde Nevzat Öntaş ve Çağan Sazak'la Sayın Karalar'ı makamında ziyaret etmiştik. Tesadüfe bakın ki, Melih Karalar'la farklı yıllarda aynı yurtta kalmış ve aynı bölümden (ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi) mezun olmuştuk.
Hayvanların dili evrensel
Tokyo'dan yaklaşık 80 km yolculuk sonrası Dünya Körler Maratonu'nun koşulacağı Tsuchiura'daki otelimize yerleştik. Kısa bir dinlenme ardından odanın camını açıp dışarıya kafamı uzattım ve çevreyi dinlemeye koyuldum. Hemen üstümden kuzgun dediğimiz türden büyük bir karga gaklayarak uçuyordu. Aşağıda da bir köpek havlıyordu. Bu iki tanıdık sesi duyduğumda bir garip olmuştum. Kendimi Türkiye'den hiç ayrılmamış gibi hissediyordum. Köpekler de kargalarda bizimkiler gibi havlıyor ve gaklıyorlardı. Gülümsedim, demekki hayvanlar dünyanın her yanında aynı dili konuşuyorlardı.
Üç hata bir talihsizlik
Maraton öncesi ikinci üzüntüm yüksek sesle sürekli horlayan bir oda arkadaşımın olmasıydı. Oysa horlama sorunu ya da alışkanlığı olduğunu bana söylemeli ve bunun önlemi alınmalıydı. Horlama seslerinden uyuyamıyor, uykusuzluk çekiyordum. Böyle bir gecenin ardından maraton parkuruna gitmek için otelin lobisinde diğer arkadaşlarla buluştuk. Başarılı maratonlara imza atmış Satılmış Atmaca kılavuzluğumu yapacaktı. Veli Kamber bağımsız koşabiliyordu. Mesut Dedeoğlu ve Bülent Kimyon start çizgisinde fotoğraflarımızı çekip bizi uğurladılar. Ve Klimenjero tırmanışında olduğu gibi ölümcül bir deneyim yaşayacağım Dünya Körler Maratonu'na da coşkulu adımlarla başlıyordum.
Daha başlangıçta bir talihsizliğim bir de hatam vardı. Talihsizliğim oda arkadaşımın sürekli horlamasından kaynaklı uykusuzluğum. Hatam (cahilliğim) ise olası büyük tuvalet ihtiyacımı engelleyebilir ve uykusuzluğumu telafi edebilir düşünceleriyle iki plastik kaşık kahve almış olmamdı. Maraton parkurunda iki hata daha yapacaktım. Yani üç hata ve bir talihsizlik maraton bitimine doğru beni ölümcül sınıra taşıyacaktı.
Körlerle yarışmanın coşkusu
Dünyanın dört bir yanından gelmiş kör atletlerle yarışıyor olmak ben de coşku yaratmıştı. 42 km gibi usulünce yönetilmesi gereken ciddi bir etapta olduğumu unutmuştum. İşin gerçeği o günlerde su tüketimi ve tempo kontrolü anlamında maraton yönetiminin ne denli hayati olduğununda bilincinde değildim. Zaman kaybı olur diye bazı istasyonları pas geçiyor su almıyordum. Dahası tempomu yönetmiyor, ilk 21 km'yi kapasitemi hayli aşan bir hızla geçiyordum. Parkurda yaptığım bu iki hatanın oteldeki hatama ve talihsizliğime eklenmesiyle ortaya çıkan sonuç; maratonun ikinci yarısında giderek tükenen hem de çok ciddi şekilde tükenen bir beden... Son on km'de alt gövdem katılaşmış, esnekliğini kaybetmiş durumdaydı. Dizlerimi olağan koşu formunda kıramıyordum. Yutağım kilitlendiğinden su yutamaz hale gelmiştim. Olağan tarzda su içemeyişim tabloyu dahada vahim hale getiriyordu. Satılmış Atmaca'nın istasyonlarda alıp bana verdiği sular ile ancak vücudumu yıkıyor, başımdan aşağıya, boynuma, omuzları ma su dökerek kendimi soğutmaya çalışıyordum. Alt gövdesi alçıya bulanmış ıslak, sudan yeni çıkmış bir penguen gibiydim. Tempom iyice düşmüştü. Katılaşmış, bükülmeyen dizlerle ağır aksak sallana sallana izleyenlerin gayretli olmamı telkin eden, "Gambare, Gambare" seslenişleri arasında koşmaya çalışıyordum. Olağan formundan çok uzak bir vücutla canımı dişime takmış inadına Abim Namık Turhan için koşuyor, koşuyor, koşuyordum. Tüm olup bitenlere karşın mucize kabilinden şuur kaybı yaşamıyor, kalbimin ritmimde bir olumsuzluk hissetmiyordum. Oysa bu hale gelmiş bir atletin yapması gereken riski daha da artırmadan ambulansa binip sağlık desteği almasıydı. Bunu düşünmek istemiyor, inat ediyordum. Aklıma sabitlediğim iki şey vardı: Maratonu adına koştuğum Abim Namık Turhan'ın atletimin içinde taşıdığım fotoğrafı ve final noktası olan stadyumun çayırları. O yemyeşil çayırlarda 1994 yılında bir trafik kazasında kaybettiğimiz ağabeyimin hatırasına maraton bitirmiş olmanın mutluluğu ile boylu boyunca uzanıp yatmayı hayal ediyordum.
"Namık'ın fotoğrafları"
Maratonu Namık ağabeyim için koşmak düşüncemin ortaya çıkışı bir tesadüf sonucu oldu. Japonya sürecim öncesi Bursa'daki evimizde çekmeceleri karıştırıyor, bir şeyler arıyordum. Elime hafifçe kavislenmiş bir tomar parlak kâğıt geldi. Bunların ne olduğunu merak edip ablam Nazile Turhan'a sorunca, "Namık'ın fotoğrafları," cevabını almıştım. İşte o an yüreğimde beliren bir düşünce vardı: "Eğer gidebilirsem Japonya Maratonu'nu ağabeyim için koşmalıyım. Bu maraton ağabeyimin hatırasına saygı maratonu olsun."
Japonya'ya gitmemizdeki belirsizlikler ortadan kalkıp program resmiyet kazanınca düşüncemi ablama açıkladım. O da "Peki" dedi, " Namık'ın bir fotoğrafını, kumaşa sarıp atletinin içine dikeyim, böylece onun fotoğrafıyla koşarsın."
Aklım atletimin içinde taşıdığım ağabeyimin fotoğrafında maratonu bırakmaksızın Abimle birlikte koşuyor, koşuyor, koşuyordum. Perişanlığıma rağmen 3:54 dereceyle stadyuma ulaşmayı başardım. Hayalimdeki çayırlara mutlulukla uzandım. Ancak çok bitkindim, kendimi bir türlü toparlayamıyor, iyileşme halim oluşmuyordu. Arkadaşların verdiği portakal suyunu doğrulup içmekten aciz hayli fena durumdaydım. Beni kucaklayarak sağlık ekibine götürdüler. Japon doktorlara dilim döndüğünce derdimi İngilizce anlattım. Tansiyonuma bakıldı, parmağıma da bir cihaz iliştirildi. Ardından apar topar ambulansa taşındım. Yanımda Bülent Kimyon vardı.
Tsuchiura hastahanesi acil servisinde tetkiklerim hızlıca yapıldı. Bir ara sedyede yatarken hafifçe doğruldum ve dilimin damağıma zamklanmış gibi yapışıp kaldığını ve yutağımdaki yumuşamayı fark ederek su istedim. Su tüketebilmem sonrası kendimi iyi hissetmeye, iyileşmeye başlamıştım. Doktorlar fenalaşma sebebimin aşırı susuzluk ve tansiyon düşmesi olduğunu tespit edip tuvalete çıkana kadar bol bol su içmem ve dinlenmem gerektiğini söylediler. Ayrılırken üzerinde hastane bilgilerimin olduğu bir plastik kart verildi. Kartın bir yüzünde bilgiler Braille harflerle yazılıydı. Japonya'da engellilere verilen değeri bu kartta görmek mümkündü. Acil servisten ayrılırken dikkatimi çeken bu konu haricinde Japonların aklımda kalan daha farklı özellikleride vardı. örneğin; Beş Kıta Projem amaçlı gittiğim ülkelerden sadece Japonya'da cep telefonlarımızı kullanamamıştık. Japonların bağımsız, ulusal bir GSM şebekeleri vardı. Bu olanaktan yararlanmak için orada telefon ve hat satın almanız ya da kontürlü telefonlar kullanmanız gerekiyordu. Enteresan bir diğer konu; alışverişlerde ulusal paraları dışında para kabul etmiyorlardı. Dövizlerinizi bozdurup Yen almak zorundaydınız. Ayrılmadan bir gün önce gördüğümüz ve hayli ucuz olan Asics spor ayakkabıları üzerimizde yen olmadığından alamadık. Israrlarımıza rağmen satıcı dolar karşılığında satış yapmamıştı. Japon ulusal kültür ve değerleri her yerde belirgin olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak hediyelik eşya alırken şaşırmıştım. Zira geyşa bebeklerin üzerinde (made in China) yazıyordu. Bu yazıyı tırmanış ve maraton için iki kez gittiğim Sdney'deki hediyeliklerde de görecektik. Çin ürünlerinin Japonya'dan Avusturalya'ya değin uzanan bir hakimiyeti vardı.
İkinci kez milli olmak onurunu yaşadığım Japonya'dan ölümcül sınırda büyük bir deneyimle ayrılıyordum. Tempo ve su tüketimi anlamında "Maraton Yönetimi" beynimde iyice yer etmişti. Türkiye'ye döndüğümde Japonya öykümü ve maraton öncesi sıvı kaybımı hızlandıracak olan kuru kahve aldığımı anlattığım uzun mesafe koşucusu yetkin bir arkadaş, Tayfun Çarlı; "Ne yaptın sen. Ölürsün, ölürsün!" diyordu. Pek çok maratonu başarıyla tamamlamış olan Tayfun Çarlı ile Uludağ Üniversitesi Kampüsü'ndeki antrenmanlardan tanışıyorduk. Cahit Taş klavuzluğunda koştuğum 30 km. bölümü yokuşlardan oluşan ve "kalimera" seslenişleri arasında 3:53 dereceyle tamamladığım 2004 Atina Klasik Maratonu'na Tayfun Çarlı ve Alper Dalkılıç da katılmışlar ve başarıyla koşmuşlardı.
Mantıksız inadım
Klimenjero Tırmanışı'nda da Japonya'daki mantıksız inadım bir kez daha tezahür edecek, ODTÜ Dağcılık Kolu antrenörü Nevzat Öntaş'ı dinlemeyerek Uğuru Zirvesi yakınlarında yine ölümcül sınıra yaklaşacak ve bir kez daha direkten dönecektim.
Alabildiğince zorlu, fizik kapasitemi hayli aşan o süreçleri nasıl göğüsleyebildim? Mantıksız inadımın kaynağında ne vardı? Ben de bilemiyorum. Belki derinlerde yatan direnmeye dair bir duyguydu beni inatçı kılan. Okuduğum bir makalede geçen bir cümle geliyor şu an aklıma: "Direnmeyi bilenler, başarıyı da hak ederler."
Herkese sevgiler.