Bugünlerde “Yukarı Bakma” filmi hakkında sağdan soldan bir şeyler işitiyordum, sonunda seyretmek de nasip oldu. Seyretmeye değdiğini söyleyebilirim, herkese de salık veririm, Seyretmeyen de duymuştur şimdiye kadar; filmin konusu dünyaya yeterince büyük bir kometin gelip çarpması ve yeryüzünde hayatın sona ermesi. Bundan beter bir tragedya ve bundan beter bir “film sonu” olamaz herhalde. İşin ilginç yanı, filmin son derece komik olması. Dünyanın sonuna gülerek gidiyoruz. Böyle bir konuyla bildik “gerilim” tekniklerinin uygulanmasını bekleriz. “Hiç gerilim yok” da diyemeyiz. Ama komedya gerilimi bastırıyor. Bu bakımdan yeni, görülmedik bir “tür” olduğu bile söylenebilir belki.
Bunun böyle olabilmesini belki filmin “dışında” diyebileceğimiz etkenler rol oynuyor. Hani, sonuç olarak, bir film seyretmekteyiz. Anlatılan olayın herhangi bir gerçekliği yok ve olması da neredeyse hiç olmayacak bir şey.
Öyle mi?
Biraz düşününce, pek de öyle olmadığı sonucuna varabiliriz. Bir kere, seyrederken, bunun bir tür metafor olduğunun farkına varmaya başlıyoruz. Film bize “Böyle bir şey oldu” veya “olacak” demiyor. “Böyle bir durum olsa böyle olabilir” diyor. Sahiden, olabilir mi? Evet, olabilir, zaten benzerleri oldu ve olmakta.
Filmi yapanlar, başta yönetmen Adam McKay, “Haydi, ‘dünyaya meteor çarpıyor’ filmi yapalım” dememiş. Onların çıkış noktası “iklim”in başına gelenler. Yahu, göz göre göre iklim değişiyor, tuhaf tuhaf doğa olayları oluyor, buzlar eriyor v.b. Ve bu dünyayı yönetenler oturdukları yerde rahat rahat oturmaya devam ediyorlar. Ağızlarını açınca da, “Yok bir sorun. Her şey normal” diyorlar.
Bu kepazeliği anlatmak niyetiyle yola çıkmışlar. Ama nasıl bir hikâyeyle anlatacaklar? Bu vurdumduymazlığı simgeleyecek, simgesel-alegorik bir “mesel” arıyorlar. Biri demiş, “Öyle bir durumdayız ki, sanki bir meteor geliyor dünyaya çarpmak üzere, ama bu adamlar keyifte, oralı değiller.” Bunu duyunca McKay, “Tamam!” demiş, “İşte, hikâye bu!”
Böylece girişmişler. İlginç, değil mi?
Filmi seyrettikçe kapitalizmin çarklarını görüyoruz. Gelen meteorda değerli madenler varsa, gelip bize çarpması riskini göze almaya değer. Düşün kazanacağın milyonları! Çarpmadan önce parçalanmasını sağlayalım, sonra denizden toplarız. Ama olmuyor, parçalayamıyorlar.
“Kapitalizmin çarklarını” görüyoruz; ama bu arada kapitalizmin çarklarının Amerikan toplumunda aldığı biçimleri de görüyoruz. Bu filmin, baştan sona Amerika Birleşik Devletleri’nin yakın tarihinden esinlenmediğini düşünmek kolay değil. Bu “yakın tarih” dediğim nesne de, şüphesiz, “Trump dönemi”. Amerikan Başkanı’nı “feminize” etmişler; böylece Merryl Streep’e bir unutulmaz rol daha oynama fırsatı vermişler. Ama Genelkurmay Başkanı yavşak oğluyla bu Başkan’ın Mr. Trump’la paylaştığı pek çok özelliği olduğu apaçık ortada. Kendi prestijine halel gelmesin diye meteoru ciddiye alma kararını vermesi, en ciddi felaket ihtimalleri konuşulurken kendi marifetlerini anlatmaktan kendini alamaması, insanlara tepeden bakışı, yalancılığı (ve tabii son numara; komet çarpmak üzere dünyaya yaklaşırken eşi dostuyla başka (ve güvenli) bir gezegene doğru yola çıkması bu özellik ve bu davranışlardan bazıları.
Amerika, Trump’la birlikte gerçekten olağandışı bir dönem yaşadı. Congress’in basılması bu dönemin eşsizliğini göstermeye yeter. Zaman geçtikçe, belki şimdiye kadar açığa çıkmadan kalmış marifetleri de su yüzüne vurabilir. Ama tabii onu Başkan seçenler Amerikan halkıydı.
Evet, henüz seçilmemişken Trump’ın nelere kadir olduğunu tahmin etmek zordu ama büsbütün imkânsız da değildi. “Yahu bu adam doğru şeyler söylüyor, bunu seçmeli” denecek bir adam olmadığı belliydi. Oysa o oyu verenler, bu adamı seçenler Trump’ın bu sefer “Başkan” olarak yaptıklarından pek de rahatsız olmadılar. Evet, girdiği ikinci seçimi kaybetti. Oysa Amerika’da seçilen bir başkanın ikinci kere de seçilmesi normal, beklenen bir şeydir. Demek ki ona bir sefer oy verenler arasında, “Yok, buna bir daha oy vermek olmaz” diyen kalabalık bir kitle oldu. Ama “veren kalabalık” da az değildi. Böyle bir adama bu kadar oy çıkması kolay yutulur bir durum değil. Üstelik ikinci kere oy verenler topluluğu bayağı “militan” bir kitle oluşturuyor; bunun göstergelerini de seyrettik—yani gerçek hayatta!
Yani Trump, evet, şaşırtıcıydı, ama havsalaya sığmayacak bir fenomen değildi. Onun gibi düşünen, onun ağzından çıkanları “İşte, tam da benim dediğim gibi” diye karşılayan yığınla insan vardı. “Bilgi sahibi” olmanın bu kadar kolaylaştırıldığı dünyada “bilgisiz kitle”nin böylesine artmış olması başlı başına bir muamma!
Kuyruklu yıldızın bildirildiği ve bunu “haber yapma”yı lütfen kabul eden, haberin de cılkını çıkaran televizyoncuların olduğu, işinde “başarılı” olarak kabul edildiği, “Yukarı bak” diyenlere karşı “Bakma” diyenlerin örgütlendiği bir dünyada yaşıyoruz. Öyle bir dünyada yaşadığımız için de Trump gibi bir Amerikan Başkanı olmayacak bir fenomen olmaktan çıkıyor.
Yalnız Trump mı böyle bir fenomen olmaktan çıkıyor? Yoo! Popülizmin bu yeni evresine girdiğimizi söyleyen çok. Hani demokrasisini uzun zaman önce kurmuş, türlü türlü siyasi deneyim geçirmiş toplumlar var dünyada; buyurun, Britanya… Başlarında Boris Johnson. Popülizmi “sağ” bir siyaset sayarız çoğumuz. Buyurun Chavez… Onu da “solda” görenler çıktı.
Asıl önemli konulara geldiğimizde Chavez’le Bolsonaro arasında ne fark var?
İşte Modi ve tabii, işte Tayyip Erdoğan, işte Orban, işte daha kimler ve kimler. Gerçeklikle gerçeklik üstüne konuşmanın arasının bu derece açıldığı bir dönem bilmiyorum. Tayyip Erdoğan’ın “toplumu kutuplaştırmalarına izin vermeyeceğiz” dediği günlerde yaşıyoruz.
Onun için, “Nereye bakarsan bak”.