Erdoğan yönetiminin bir işaretiyle 6,5 yıl önceki olaylar için düzenlenen fezlekelerle HDP milletvekillerinin cezalandırılmasını istemenin tek bir anlamı vardır: Türkiye'de siyaset yapmak yasaklanmak isteniyor!
Siyasete yasak getiriliyor derken elbette sadece muhalefet ile ilgili bir çaba bu. İktidar partileri canları nasıl isterse öyle siyaset yapabilirler, pandemi ortamında dudak dudağa kongreler bile gerçekleştirebilirler.
Aradan 6,5 yıl geçtikten sonra fezleke yazılması akıl edilen Kobani olayları, 6 -12 Ekim 2014 tarihleri arasında yaşandı.
6 Ekim 2014'te, Kobani'nin IŞİD tarafından ele geçirilmesine göz yumulduğu gerekçesiyle, HDP Merkez Yürütme Kurulu protesto gösterileri yapılması çağrısında bulundu.
Protesto gösterisi yapmak, şiddete yönelmediği sürece TC vatandaşlarının AİHS ve Anayasa ile teminat altına alınmış haklarından biridir.
Önceden izin almak da gerekmez.
Bir siyasi partinin yandaşlarını protesto gösterisi için sokaklara davet etmesi de bu çerçevede bir suç değildir, demokratik bir hakkın kullanımıdır ve siyasi parti faaliyetidir.
Siyasi partilerin her türlü propaganda faaliyeti de Siyasi Partiler Kanunu'na göre serbesttir.
Suç, protesto gösterisi yapanların şiddete yönelmeleri ile oluşur.
Vandalizm, cinayet, yaralama, mala zarar verme, silah kullanmak, yangın çıkarmak ve linç olarak ortaya çıkmış olabilir.
Ve her suç gibi, işleyeni bağlar. Kişiseldir. Suça azmettiren varsa o da elbette sorumludur.
TC Savcılarının, 6,5 yıldır ortaya koyamadıkları konu da budur: HDP Merkez Yürütme Kurulu, suçu bizzat teşvik etmiş midir?
Dosyalara bakılırsa elde sadece partinin aldığı bir karar var.
Ve bu karar şiddete yönelik bir çağrı da içermiyor.
Tam tersine, şiddet olaylarının başlamasıyla birlikte aksi yönde yapılmış bir çağrısı da var.
Ancak ortada işlenmiş ağır suçlar da var: Olaylar sırasında 46 kişi öldü, 682 kişi yaralandı.
Bildiğimiz kadarıyla bu olaylar nedeniyle 300'den fazla insan tutuklandı.
İşlenen suçlarla ilgili olarak davalar açıldı, yargılamalar yapıldı.
Mesela Yasin Börü, Riyat Güneş, Ahmet Dakak ve Hasan Gökoğuz'un linç edilmesine karıştıkları iddia edilen 16 sanık için 5'er kez müebbet hapis cezası verilen ve Yargıtay'ın cezaların iki kat arttırılması kararıyla bozduğu dava da bunlardan biri.
Protesto gösterilerinin şiddete yönelmesine karşı güvenlik güçlerinin yetersiz kalmış olmaları ayrı bir mesele.
46 kişi öldürülür, 682 kişi yaralanırken, devletin güvenlik güçleri ne yapıyordu?
Olaylara müdahale taktikleri mi yetersizdi, sayıları mı eksikti, teçhizatları mı yoktu?
Yoksa emir – komuta zincirinde hatalı emirler mi verildi?
Türkiye, medeni bir demokrasi olsaydı, TBMM komisyonu bu konuyu araştırır, çıkan sonuç, benzer olayların bir kez daha yaşanmaması için alınacak önlemlerin temeli olurdu.
Ölen ve yaralananların arasında protesto gösterilerine katılanlar da vardı.
Onlar nasıl öldüler? O cinayetlerle ilgili davalar açıldı mı? Mesela şeriatçı Şeyh Said Seyyareleri örgütünün bu cinayetlerdeki rolü araştırıldı mı?
Protesto gösterilerine katılanlar ile Hüda Par yandaşları arasındaki çatışmalarda kaç kişi öldü, kaç kişi hakkında dava açıldı?
Yoksa savcılar, öldürülen TC vatandaşları arasında ayrımcılık mı yapıyorlar?
Ortada yanıtı belirsiz çok sayıda soru varken HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını bu suçlar için kaldırmaya yeltenmenin tek nedeni vardır: Erdoğan yönetimi, HDP'yi siyaset alanında bir figür olmaktan çıkarmak istiyor. Bu vesileyle karşısındaki ittifakı parçalayarak, yeniden seçilebilmenin ümidini canlı tutmak peşinde.
Onun için de siyaseti cezalandırmayı seçiyor.
Bugün HDP'ye, yarın kim bilir hangi muhalefet partisine?
* * *
Çıldırmadan önce oturup okuyalım
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "inadına yapacağını" söylediği ve "çılgın proje" diye tanıttığı Kanal İstanbul'u yapmak için insanın gerçekten çıldırmış olması gerekiyor.
Cumhurbaşkanı bu kanal sayesinde İstanbul Boğazı'ndan geçen gemilerin yaratacağı tehlikeden kurtulacağımızı da söyledi.
Acaba öyle mi?
İstanbul Kültür A.Ş. tarafından basılmış "Kanal İstanbul – Çok Disiplinli Bilimsel Değerlendirme" isimli bir kitap var.
Bu kitaptaki değerlendirmelerden biri Prof. Dr. Aydın Şalcı'ya ait bir bilimsel makale.
Şalcı, Kanal İstanbul'dan geçeceği açıklanan gemiler ile ilgili bir değerlendirme yapıyor.
ÇED Raporu'nda belirtilen gemi tiplerinden ve Kanal'ın fiziksel özelliklerinden hareketle yaptığı değerlendirmenin çok basit özetini aktarıyorum:
Kanal'dan geçeceği, ÇED Raporu'nda öngörülen gemilerin özellikleri şöyle:
- 275 metrelik akaryakıt tankerleri,
- 340 metrelik konteyner gemileri,
- 333 metrelik yolcu gemileri.
Prof. Dr. Şalcı'nın değerlendirmesi şöyle:
- Kanal'ın fiziksel özellikleri (derinlik, genişlik gibi) nedeniyle her üç tipteki geminin işletme masrafları (yakıt gibi) artar.
- Gemi dibinin Kanal tabanına yakınlığı nedeniyle akaryakıt tankerlerinin Kanal'ı kullanması "çok tehlikeli, hatta imkansız", konteyner gemilerinin ise kritik sınırdadır.
- Gemi boyları nedeniyle, konteyner ve yolcu gemilerinin Kanal'dan güvenli geçiş yapması mümkün değildir.
Prof. Dr. Şalcı, bu tespitlerden sonra şu değerlendirmeyi yapıyor:
"İstanbul Boğazı'ndan geçen büyük tonajlı gemilerin yaratabileceği tehlikeler öne sürülerek, güvenlik nedeniyle yapılması düşünülen Kanal, haiz olduğu geometrik ve hidrodinamik özellikleri nedeniyle bir alternatif oluşturmamaktadır. Gemi armatörü yönünden ücretli Kanal geçişinin teknik ve ekonomik yönden hiç.ir olumlu tarafı bulunmamaktadır."
Erdoğan'ın başının okuma eylemiyle hoş olmadığını biliyoruz ama son bir "çılgınlık" yapmadan önce, şu rapora bir göz atması yararlı olabilir.
Hem, durduk yerde çıldırmanın ne alemi var, şu işleri oturup akıllı uslu tartışsak, daha doğru olmaz mı?