Artık iyice yaklaştığının işaretlerini, her gün meydana gelen şüpheli patlamalarla, saldırılarla ve ölümlerle veren karanlık günlerin, bir köşeden üzerimize diktiği bakışlarındaki iştahlı kararlılığın ürkütücülüğü iyiden iyiye keskinleşiyor…
Bir yandan da, buraları da öyle ya da böyle, önlenemez sarsıntılar ve kopuşlar eşliğinde etkileyecek olan dünyadaki büyük değişim, milenyumla beraber hızlandırdığı fay hattındaki ilerleyişini, kaçınılmaz acıların ve vahşetin gölgesinde de olsa kendinden emin, devam ettiriyor…
Bu defa değişim her zamankinden daha derin, daha büyük ve daha gürültülü olacağa benziyor…
Çünkü, binlerce yıllık insanlık tarihinin bugüne kadarki en büyük dönemecinden geçiyoruz, dünya bütünleşiyor, düşünce fiziksel güçten daha fazla önem kazanıyor, yaratıcılık bütün mevzileri işgal ediyor; bu gelişime ayak uyduramayacaklarını görenlerin tepkisi de değişimin kendisi kadar sarsıcı oluyor…
Sezona hızlı giren 2015’in ilk günlerinde yaşananları yerelden genele doğru toparlarsam umarım derdimi daha anlaşılır hale getirebileceğim…
Türkiye yeni yıla, Dolmabahçe Sarayı’ndaki güvenlik güçlerine düzenlenen ve sanki kasıtlı bir “başarısızlık” umulan kafa karıştırıcı, tedirgin edici bir saldırıyla başladı…
Saldırı hiç şüphesiz çok şüpheliydi... Polislere yaklaşan ve DHKP-C üyesi olduğu söylenen zanlı iki el bombası ve bir silahla kalkıştığı eylemde, hem bombaların patlamaması hem de silahının tutukluk yapması nedeniyle “başarıya” ulaşamadı…
Bu eğer komedi filminden bir sahne olsaydı eminim yetenekli bir aktörle usta bir yönetmen izleyicileri kahkahaya boğardı…
Ama bu garip ve gerçek olayın içindeki komedi unsurları, tehlike işaretlerini görmeyi engellemiyor…
Sonra, yıl sonunda başlayan ve yeni yılda da devam eden Cizre’deki kaosa bir çocuk ölümü daha eklendi…
Cizre’de güvenlik güçleri, 14 yaşındaki Ümit’i kalbinden tek kurşunla vurarak öldürdü…
Beklendiği gibi, ölen çocukları meydanlarda yuhalatan bir Cumhurbaşkanı’nın ülkesinde, çocuk kalbine giren bu kurşun yine pek ses getirmedi… Çıkan tek tük sesleri tamamen susturmak için de, “Yeni Türkiye”nin vazgeçilmezleri arasındaki yerini zaman kaybetmeden en önden alan gizlilik kararıyla hayata kaldığı yerden devam edildi…
Ne olursa olsun, 14 yaşındaki Ümit’in sessizliğe mahkum edilen ölümü bir defa daha gösterdi ki, 2015 seçimlerinin ardından “Dananın kuyruğunun kopacağı” çözüm sürecinde, ancak buraya kadar ertelenebilen somut adımların atılmasının zamanı geliyor…
Özellikle haziran ayındaki seçimlerden sonra, tarihi bir sürecin, ucuz bir kurnazlığa ve açgözlülüğe heba edilip edilmeyeceği, bir şekilde bir cevap bulacak…
Çözüm sürecinde, dünyadaki hareketlenmenin rüzgarının da yabana atılmayacak kadar değerli gücünü arkasına alarak tarihinin belki de en kudretli ve haklı olarak da en talepkar dönemini yaşayan Kürtler şimdilik sabırla bekliyor…
Başından beri süreci tekeline almanın yarattığı imkanları, iç siyasette tehditkar bir koz olarak değerlendiren ve bunda şimdiye kadar da oldukça başarılı olan, bir yandan da makul şüphe yasaları ve iç güvenlik paketleri gibi çelişkili adımlarıyla süreçteki güvensizlikleri boyuna tetikleyen, samimiyetinin ve güvenilirliğinin üstüne bol bol makul şüpheler serpiştiren iktidar ve lideri belli ki artık insanları daha fazla oyalama imkanına sahip olamayacak…
Ak saray, ister Anayasa’yı değiştirme gücüne ulaşsın ister ulaşmasın seçimlerden sonra ülkenin doğusunda hareketlilik artacak…
Çok geçmeden, Doğu’daki sert ve ısrarlı kaos durumuna, Diyarbakır’da Hollandalı gazeteci Frederike Geerdink’in sekiz polisle evinin basılarak gözaltına alınması eklendi…
Ülkenin, gittikçe yaklaşan talihsiz sonunu hazırlayanların, artık eskisinden de belirgin bir halde suratlarına, sözlerine vuran umursamazlıklarını çok açık bir şekilde gösteren bu gözaltı rezaletinin tam da Hollanda Dışişleri Bakanı’nın Davutoğlu ve Çavuşoğlu ile buluşacağı güne denk gelmesi, olayı daha da düşündürücü hale getirdi…
Üstelik bana kalırsa bu gözaltı, bir yandan da kuvvetli bir biçimde “Yeni Türkiye” basınına da bir mesajdı…
Zaten Geerdink’in de yaşadığı korkuyu ve şaşkınlığı bir kenara bırakıp, “Ben şanslıyım, asıl şanssız Türk ve Kürt gazeteciler” demesi de zamanlamasıyla, hedefiyle, hedef kitlesiyle, olayın binbir mesaj kaygısıyla yüklü olduğu sonucuna varmanın çok da yersiz olmayacağını gösteriyor…
Kıvılcımlar biraz fazla ve biraz hızlı mı artıyor acaba diye düşünürken, bir devletin onu devlet yapan özelliklerini yitirmesinin, içinin boşaltılmasının, artık işlemez hale gelmesinin ve sadece algılar üzerinden koskoca bir toplumu yönetmeye çalışmasının küçük düşürücü skandallarını ve örneklerini bir defa daha gözler önüne seren bir olay daha yaşandı…
Yine İstanbul’da bu defa Sultanahmet’te garip mi garip bir saldırı daha gerçekleşti. Günlerce saldırının kimin tarafından yapıldığı yüce devletimiz tarafından anlaşılamadı. İnsanlar kanıtsız biçimde gazetelerde hedef gösterildi, yine DHKP-C eylemi önce hevesle üstlendi fakat ardından “Pardon, biz yapmamışız” dedi. Olayın sonunda ise saldırgan Rus uyruklu çıktı ama hala kim için, ne için böyle bir eylem yaptığı çözülemedi…
Ne olursa olsun, son zamanların yine şüpheli mi şüpheli bir kıvılcımı daha, büyüyeceği ve büyüteceği ateşe doğru sessiz sedasız sıçradı…
Karanlık günlerin zararsız zannedilen kıvılcımlarının arasına bir yenisi bu defa CHP liderine ayakkabı fırlatılmasıyla karıştı…
Daha önce Meclis’te yumruklu saldırıya uğrayan, “sehven” ifadeye çağırılarak gözdağı verilen ülkenin ana muhalefet liderine düzenlenen bu yeni saldırı da acı çorbaya tuzunu kattı…
Ve son olarak, dünyayı ayağa kaldıran Charlie Hebdo katliamı ile Paris’te yaşanan dehşet…
Çok şey konuşuldu, çok şey yazıldı çizildi fakat öncelikle şunu söylemeliyim;
İnsanlığın hiçbir zaman sonu gelmeyecek ilerleyişinin dalgalarına karışanlarla, yakasına yapışanlar arasında yaşanan bu sancılı ve kanlı kopuş sürecinin, doğru ve imrenilecek tarafında yer almaya direnen topraklarda yaşayıp gitmenin hüznü ve ağrısı inanın çekilecek dert değil…
Çıkan gazeteleri, yapılan konuşmaları, “ama”sız verilemeyen tepkileri gördükçe, ülkemin yönetici kadrosunun ve beslemelerinin bizleri insanoğlunun o kutsal yolculuğundan iyice uzaklaştırmaya ne kadar da hevesli oldukları anlaşılıyor…
İnsanoğlu, tarihinin en keskin dönemeçlerinden birini geçmek zorunda…
Geçecek de…
Hayatta kalma dürtüsünün belirlediği gelişme zorunluluğunun getirdiği değişimi her zaman olduğu gibi kabullenmek zorunda…
Kabullenecek de…
Kabullenmeden evvel de her zaman olduğu gibi insanlık bazı türdaşlarının kanlı kaprisinin yarattığı acılara katlanmak zorunda kalacak…
Bu gelişim ve bu gelişime direnenlerin yarattığı ölümlerin, katliam hikayelerinin, Ortadoğu’yu da aşıp 11 Eylül etkisinde Batı’ya sıçraması, çağ dönümlerinde genellikle yaşanan huzursuzluğun bu sefer de kamçısını sert bir şekilde şaklattığını gösteriyor…
Fakat; etkileşimin, katılımın, empatinin, hoşgörünün, anlayışın, dinlemenin, saygı duymanın, zaman zaman umursamamanın, özgürlüğün, mizahın, ilerlemenin, medeniyetin ve teknolojinin izinden ayrılmamanın, insanoğlunu o keskin dönemeci geride bırakabilmesinin sırrı olduğunu görüp bunun gücüne gönüllüce boyun eğenleri ya da bu güce hevesle kollarını açanları; korkularından ve bencilliklerinden kurtulamayarak, kötülüklerinin bedelini insanoğluna ödetmeye kalkanlar yavaşlatsa da durduramayacak…
Mizahtan korkanların çaresiz vahşetleri bunu durdurmaya yetmez…
Kahkahadan, kadından, hayattan korkanların güçleri yetmez buna…
Özgürlükten var gücüyle kaçanların korkuları bu değişimi engelleyemez…
Twitter’dan ödü patlayanların, teknolojiyi tehlikeli bulanların aklı biçare kalır bu depremin karşısında…
Çünkü bu yaşananlar…
Nasıl diyorlardı;
“Ay resmen evrim”…