11 Ağustos 2024

İçimizdeki zaman

Hazine, edebiyatın da verimli kaynaklarından biri olan içimizdeki zamandır işte! Sahip olduğumuz tek kıymetli şey de denebilir. Ancak geçmiş zaman insanlarının yaşamadığı, bilmediği, bizimse yaşayıp farkında olmadığımız bir hıza ulaşan zaman akışı, o hazineyi yeterince doldurmamıza, zenginleşmemize izin vermiyor, olabilir mi?

Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath, 1950 yılı Ağustos’unun ilk gününe uyandığında perdesini açar, dışarı bakar ve yağmur yağdığını görür. “Hava sıcak, buğulu ve nemli. Yağmur yağıyor. Bir şiir yazasım var” diye not düşer günlüğüne. Yağmur, şiir için iyi bir ortam sayılabilir ama bilinen imgeler ve çağrışımlar her zaman, herkes için aynı olmayabilir.  Plath, muhtemelen pencerenin önündeki masasında yağmur damlacıklarının süzülüşünü izleyerek yazmaya devam eder:

“Benim için, şimdi, sonsuzdur, sonsuzsa durmadan değişir, akar, erir. Hayatsa şu andır. Geçip gittiğinde artık ölmüştür.  Ama her yeni anda sil baştan başlayamazsın (…) Şu andan başka hiçbir şey gerçek değil ama ben yüzyılların ağırlığı altında boğulduğumu hissediyorum. Tıpkı şimdi benim yaptığım gibi, bir zamanlar, yüz yıl önce bir kız yaşıyordu. Şimdiyse ölü. Ben şimdiyim ama biliyorum ben de göçüp gideceğim.”  (M. S. Ilgın’ın çevirisi ile Kırmızı Kedi Yayınları, 2012)

Yağmur, belli ki Plath’a zaman ve insan kavramını kendi içselliğinde, hayatın sonsuz döngüsünde düşündürmüş.

Hayal ettim, söylediğin yoldan döneceğini,  Fakat yaşlandım, artık unuttum ismini.  (Sanıyorum kafamdan uydurdum seni) (Çeviren: İsmail Haydar Aksoy)

Dizelerini o vakitler mi yazdı bilmiyorum ama günlüklerinde kendini zaman içinde irdelerken de kalemini şiir için eline aldığında da dönüp dönüp içine baktığını söyleyebiliriz.

Bu bağlamda, gerçek zaman kavramının dış dünyada algıladığımız akıp giden zamana tam olarak uymadığını söylememiz mümkündür. Plath bunu en iyi bilenlerden. Ona göre dışımızdaki zaman kısıtlı, dar bir olgu: “Asla istediğim bütün kitapları okuyamayacağım; olmak istediğim bütün insanlar olamayacağım ve yaşamak istediğim bütün hayatları yaşayamayacağım (…) Hayatımda mümkün olan zihinsel ve fiziksel tecrübelerin tüm renklerini, tonlarını, ve çeşitlerini tatmak ve hissetmek istiyorum. Ve korkunç derecede sınırlıyım.”

Ruhumuzda çaresizliği, umarsızlığı büyüten bir şeydir hayatı çevreleyen zaman; edebiyat ise bize başka bir “zaman”ı gösterir. Geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanın yanına bir de “içimizdeki zaman”ı da eklemek gerektiğini, bunun için hayatın özüne doğru yolculuk yapmak gerektiğini vurgular edebiyat. İçimizdeki zamanı anlamını yolu yaşamaktan çok, yaşanmışlığı hatırlamak ve hayatın ona göre şekillendiğini bilmektir sanırım.

Analitik psikolojinin öncülerinden C.G. Jung, bilincimiz dışında bir de bilinçdışımız olduğuna işaret ederek doğruluyor bu fikri. Orada türlü hatıralar, bastırılmış duygular vardır. Bilincimizde yer edinememiş yaşantılar, çocukluktan beri sürüklediğimiz imgeler, algılar vardır. Bunlar iç zamanımızı oluşturur. Bir de “kolektif bilinçdışı var” der, Jung. Orada da zaman ötesi uzak atalardan gelen miras vardır, kalıtımsal olgular, insanlığın ortak kalıpları vardır. Jung, bunları anlamlandıramadığımız için de sembollerin devreye girdiğini söyler.  O halde edebiyat, genelde sanat eserlerinin tümü, o sembolleri kullanarak etkiler bizi, diyebilir miyiz?  J. Campbell de bu bilinçdışımızı bir mağaraya benzetmiş ve “girmekten korktuğumuz o mağara belki de umduğumuz hazineleri saklıyordur” demişti.

O hazine, edebiyatın da verimli kaynaklarından biri olan içimizdeki zamandır işte! Sahip olduğumuz tek kıymetli şey de denebilir. Ancak geçmiş zaman insanlarının yaşamadığı, bilmediği, bizimse yaşayıp farkında olmadığımız bir hıza ulaşan zaman akışı, o hazineyi yeterince doldurmamıza, zenginleşmemize izin vermiyor, olabilir mi? Bir Instagram hikâyesi gibi uçup gidecek dar bir vakitle hepimizi sınırlıyor olabilir mi?

Sylvia Plath, Günlükler’inde “İşte buradayım” der, kendine doğru bakarken, “makul ölçüde cazip bir tenle sarıp sarmalanmış, geçmişin hatıraları ve geleceğe dair hayallerden bir demet halindeyim. Bu tenin neler görüp geçirdiğini hatırlıyorum; daha neler görüp geçireceğini hayal ediyorum.”

Zaten bütün mesele hatırlamak ve hayal etmekte değil mi

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayatımızın beştaş oyunu: Sözcükler

Aynı dille konuşan ama aynı dili konuşmayan insanlar topluluğuna mı dönüşmüştük, çocukluğumuzdaki beştaş oyunu gibi kelimelerle oynarken?

Murat Meriç’le söyleşi – II: Basit ama hayatımızda yer etmiş birçok ses kayboldu, farkında değiliz

Farklı kültürlerin, etnik grupların birlikte yaşadığı bir toplumda daha zengin bir müzik kökeni olması beklenirdi ama müzik dünyamız bu zenginlikten yeterince beslenemedi

Pop müzik araştırmacısı Murat Meriç’le söyleşi (I): “1970’lerin müzik damarı sürüyor”

“1970’lerde politik müzik dediğimiz olguyu keşfettik. Alpay’ın ‘Fabrika Kızı’ gibi bir iki örnek dışında öncesi yok bu tür müziğin. Bu noktada âşıklar geleneğini vurgulamak lazım tabii. Âşık İhsani, Âşık Mahzuni, Âşık Zamani gibi ozanlar zaten politik müzik yapıyorlardı”

"
"