26 Şubat 2021
Günlüğümün sayfaları arasında
dolaşıyorum.
İstanbul, 14 Eylül 1999
Değerli bir Kürt aydını
Tarık Ziya Ekinci'yle Kadıköy'de,
Şaşkınbakkal'daki
evinde sohbet ediyoruz.
Kürtçe 1925'te yasaklanmış,
Tarık Ziya Ekinci de 1925 yılında
Lice'de doğmuş.
Kürtçe'yi yasaklayan Şark Islahat Planı'nın
41. maddesinde Doğu ve Güneydoğu illeri
tek tek sayıldıktan sonra şöyle denmiş:
Hükûmet ve belediye dairelerinde
ve diğer kuruluşlarda, okullarda,
çarşı ve pazarlarda Türkçe'den başka
dil kullananlar, hükûmet ve belediyenin
emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak
ve cezalandırılacaktır.
Tarık Ziya Bey anlatıyor:
"1932-1933 yılları. İlkokuldayım.
Sekiz on komu, yani mezrası olan
Karahasan Mahallesi'nde yaşıyoruz.
Komlardan Lice'ye gelirdi köylü.
Çarşıya yumurtasını, peynirini,
yoğurdunu getirirdi. Pazarda
Kürtçe konuştu diye jandarma
gelir, elinden parasını alırdı.
Bu bana çok acı geliyordu.
Kürtçe konuşmak yasaktı o zamanlar.
Babam beni arada bir çarşıya gönderirdi.
Komlardan gelen akrabalara Türkçem'le
göz kulak olayım diye. Onlar bir köşede
durur, esnafla hiç konuşmazlardı.
Ben onlarla fısıl fısıl konuştuktan
sonra esnafa gider pazarlığı başlatırdım.
Böylece çarşı pazardaki Kürtçe yasağı
delinmemiş olurdu. Ben de akrabalarıma
yardımcı olduğum, onları jandarma
cezasından kurtardığım için sevinirdim."
Tarık Ziya o zamanlar bu yasağa
fazla akıl erdiremez. Babası da
bu konuyu hiç konuşmaz onunla.
"Çocukken belleğinize kazınmış,
sizde iz bırakmış neler var?.."
Ömür boyu Kürt davasının içinde
bulunmuş, solda siyaset yapmış,
1965'te Türkiye İşçi Partisi'nden
milletvekili seçilerek parlamento'ya
girmiş, hapsi tanımış,
esas mesleği tıp doktorluğu olan
Tarık Ziya Ekinci'nin cevabı:
"İlk hatırladığım mı? Okula daha
başlamamıştım. Hayal meyal
hatırlıyorum. O zamanlar Lice
dağın eteklerine uzanırdı. Tepeye
kadar teras teras. Bizim mahallede
bir cami vardı. Jandarma mitralyözlerini
caminin toprak damının üstüne kurmuştu.
O mitralyözlerin güneş altında
nasıl parıl parıl parladığı
gözümün önüne gelebiliyor hâlâ..."
Çocukluk hatırası olarak silah...
Devam ediyor Tarık Ziya Bey:
"Hafızama kazınmış bir başka şey
var. Yazları kaldığımız mezraya
jandarma gelirdi. Suyun başına oturur
haber gönderirdi:
'Bize yemek gelsin!'
Sadece ayran, ekmek gelirse,
beğenmez, bağırır çağırırlardı.
Ayranı döker, kadınları iteklerlerdi.
'Tavuk kessin!' derlerdi. Kadınlar
Türkçe bilmez, telaşlanırlardı.
Bir şey daha hatırlıyorum çocukluktan.
Altı yedi kardeştik. Ben ortaokul
öğrencisiyim. Jandarma gelince,
yanlarına varıp onlarla Türkçe
konuşmaktan hoşlanırdım. Bir
seferinde yine yanlarına gitmiştim.
'At bul!' dediler. Halama gittim,
'At yok' dedi. Halama ağır hakaret
etti jandarma... Halam, Türkçe
bilmese de hakareti fark etti, tepki
verdi, Kürtçe küfretti. Bununla kalmadı,
küreği eline alınca, jandarma da
davranıp dipçikle halama vurdu.
Bunu hiç unutmadım.
İçim buruldu.
Biz köylüyüz, onlar şehirli diye
kendi kendime izah etmeye çalıştım
bunları. Üniversiteye gelinceye kadar
böyle düşündüm."
Yıl 1942-1943.
Tarık Ziya Ekinci İstanbul'a, üniversiteye
gelir. On sekiz yaşındayken İstanbul
Tıp Fakültesi'ne girer. Milliyetçilik
düşüncesiyle nasıl ilk kez karşılaştığını
şöyle anlatıyor:
"Elbise palto verdiler. Sağlık Bakanlığı
finanse ederdi. Sonra dört yıl da
mecburî hizmet vardı. Yurtlar da bakanlığa aitti.
Yatılı yüz altmış öğrenciydik.
Para verilmez, ihtiyaç karşılanırdı.
İstanbul Tıp Fakültesi'nde
ilk defa milliyetçilik düşüncesiyle tanıştım.
Nihal Atsız'ın makaleleri kürsüden
yüksek sesle okunurdu. Dinlemeyen birini
gördükleri vakit, 'Hah işte bak bir komünist!'
derlerdi. Anlamıyordum ne olduğunu...
Diyarbakır'da lisede okurken, gazete nedir
bilmezdik. Hiç görmedim o kadar yıl.
Hatırlıyorum, edebiyat öğretmenimiz,
'Bir de gazete var' diye bir laf etmişti.
Bir gün, tıp öğrencisi Niyazi bir sohbette
bağırmıştı, 'Türkçe bilmeyen Türk değildir,
bu ülkede onların yeri yoktur!' diye...
Ben de 'Sen ne diyorsun yahu?' diye
bağırmıştım, 'Benim halalarım Türkçe
bilmiyor. Öyleyse onlar da, ben de Türk
değiliz, yerimiz yok.' Niyazi'den 'Bana
göre öyle' cevabını alınca, bu benim
benliğimde yara açtı. Yarım yüzyıl
geçti hâlâ unutamadım o sahneyi..."
Böylece bende muhalefet fikri, duygusu
uyanmaya başladı. Dışa vuramıyorum,
şekillendiremiyorum, nasıl ifade edeceğimi
bilemiyorum. Ama içimde bir tepki,
bir muhalefet duygusu tomurcuklanıyor.
Bu arada yıl 1945, İkinci Dünya Savaşı
bitmiş, Türkiye çok partili rejime doğru
yol alıyor. Nuri Demirağ'ın partisi var,
yeni kurulmuş. Muhalefet dedik, ona oy verdik.
Çünkü Halk Partisi'nden farklı bir şey söylüyor.
O yıllarda okumaya başladım. Demokrat Parti
kurulmuş, büyük coşku yarattı. Düzene
muhalefet var. Aziz Nesin ile Sabahattin Ali'nin
Marko Paşa'ları, Zincirli Hürriyet'ler...
Yurtta, çocukların yanında okumuyorum.
Haksızlıklar nedir, özüne inmeye çalışıyorum.
Yazın Lice'ye gittim. Bir de baktım,
babam CHP'ye girmiş, ilçe başkanı olmuş.
Caminin önünde akşam vakti sohbetler
yapılır. Kürsülere, yani taburelere oturulur,
ağalar sorar bana:
"Mektepli sen ne diyorsun?.."
Bir gün caminin önü tenha, kimseler yok.
Demokratlar geldi. Lice'de parti kuracaklarını,
kiminle kuracaklarını sordular.
Onları eve götürdüm.
Ortalıkta gözükmek olmaz.
Halk Partisi baskısı çok büyük.
Kaymakam neredeyse çarşıya çıkmayı bile
yasaklamış. Lice'de onlara beş kişi buldum.
Demokrat Parti kuruldu.
Bana da "gir" dediler. "İşimden olurum,
Sağlık Bakanlığı'ndan atarlar" dedim.
Bir miting düzenledi Demokratlar Lice'de.
Yakınmalar, devlete eleştiriler.
Liceli korku içinde, şaşırmış.
Akılları almıyor devletin eleştirilmesini.
Sesini çıkaramıyor ama içinden
tutuyor Demokratları...
Bana gelip diyorlar ki miting sonrası:
"Senin evin demokrasinin kalesi olacak..."
Hoşuma gidiyor. Babam sabahleyin
benden memnun, gurur duyar gibi.
Akşam gelince öfkeli. Çünkü kaymakam
çağırıp benim yüzümden azarlamış kendisini.
Bana çıkışıyor: "Sen bela mısın?..
Sen benim başıma Ömer mi kesildin?.."
Ömer, babamın amcasının oğlu.
Şeyh Said İsyanı'ndan Lice'de
devletin ilk idam ettiği kişi...
O yıllar, 1924-1925.
Lice'de Şapka İnkılabı'nın sonrası.
Şapka satan tek dükkân var Lice'de:
Hikmet Çetin'in amcası Tahir...
Ucuza getirip bayağı pahalıya satıyorlar.
Ömer de tel çekiyor Ankara'ya,
Mustafa Kemal'e:
"Sıkıyönetim komutanı falan zatla şapka
ticareti yapıyorlar; elli kuruşa alıp beş liraya
satıyorlar." Bu ihbar geri dönüyor, isyan sonrası
Lice'den ilk idam edilen babamın amca oğlu
Ömer oluyor. Kaymakam babama demiş ki:
"Sen CHP'lisin ama oğlun Demokrat;
ikili oynuyorsunuz!"
Babam beni evden kovdu.
İstanbul'da, öğrencilik yıllarımda vaktiyle
Batı'ya sürgün edilmiş ailelerin çocuklarıyla
görüşürdüm. Edirne'den Yusuf Azizoğlu,
Ordu'dan Nejat Cemiloğlu, Kütahya'dan
Edip Altınakar. Sonra Adana'da liseyi okuyup
İstanbul'da hukuk tahsil eden Musa Anter...
Bunların hepsi sürgündeki feodal ailelerin
çocuklarıydı. Doğu'ya gidemezlerdi,
gitmeleri yasaktı. İstanbul'da oturuyorlardı.
Bizden büyüktüler. Onlardan etkilenirdik.
İstanbul şivesiyle Türkçe konuşmaları da
hoşumuza giderdi.
Kulak verirdim sohbetlerine:
"Bize yapılan baskılar,
Kürt olmaktan ileri gelir."
Bunlar bizi etkiliyordu.
Sürgüne tepki duyuyorduk.
Mecburî İskân Kanunu'na,
Takriri Sükûn Kanunu'na
tepki duyuyorduk.
Kendi ailemin içinde Türklere karşı
olumsuz tek bir şey duymadım.
Babam devletle çatışmak istemezdi.
Kürdistan'da şeyhler, ağalar
devletle zımnî ittifak kurdular.
Devlet de onlara imkânlar açtı,
teşvikler verdi ve kapitalist ilişkilere itti.
Buna karşılık onlar da devletle iyi geçindi.
Bu ilişkiyi PKK kırdı.
İşkence... Gözaltı... Hapis... Faili meçhul...
Boşaltılan, yakılıp yıkılan köyler...
Doğu'da bugün bütün bunlardan
etkilenmeyen tek bir aile yoktur.
Kürtler devlete, topluma
yabancılaşmışlardır. Kendilerini ruhen
yabancı ve ikinci sınıf vatandaş hissediyorlar.
O zaman nasıl gönüllü birliktelik
kurulacak ki? Zorla birlik olur mu?
"Ben Kürt olduğum için bana bu
muamele yapılıyor. Ben Kürt olduğum
için işsiz kalıyorum!" İşte bunun
değişmesi lazım. Aradaki ekonomik
uçurum da devam ederse,
bütünlük sağlanamaz.
Devlet olarak dışarıda Bulgaristan
Türklerinin, Batı Trakya Türklerinin,
Boşnakların, Kosovalıların,
Moldavya'da Gagavuzların hakkını,
hukukunu savunuyorsun,
ama kendi vatandaşın olan Kürtlerin
dilini, kültürünü unutuyorsun.
Bunlara sahip çıkmıyorsun.
Bu çifte standart değil mi?
Çirkin bir tutarsızlık değil mi?
Kendi anadilinle okumak, yazmak,
anadilini serbestçe öğrenmek...
Bunlar özgürlüktür.
Fransa da tek kültürlü ulus anlayışıyla
gitti hep. Ama o da değişti,
özellikle son on beş-yirmi yılda...
Doğu'da on yedi on sekiz yıldır
olağanüstü hâl var.
Jandarma korkusu...
Polis korkusu...
Özel tim korkusu...
Devlet korkusu...
Bunlarla huzur, sükûn nasıl olur?
Kürtlerin kendilerini Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı hissetmeleri nasıl olacak?
PKK'yı bertaraf etmek başka,
bu nasıl olacak?..
Ben Diyarbakır'a en son annemin
ölümü üzerine 1994'te gittim.
Ondan beri gidemiyorum. 12 Eylül
sonrasında gözaltına alınmıştım.
Polis bir şey bulamadı hakkımda.
Cezaevinden çıkınca, "Çek git
Diyarbakır'dan, seni gözaltına getiren
irade, senin Diyarbakır'da bulunmanı
istemiyor" dediler. Bu çok dokundu bana.
Annemin ölümü üzerine gittiğimde
sürekli olarak arkamda iki arabayla
dolaştım. Bir daha gidemedim memleketime.
Faili meçhul korkusu..."
Tarık Ziya Bey sonra sözü,
1994'te bir faili meçhul cinayete kurban
giden kardeşi avukat Yusuf Ekinci'ye getiriyor.
Belli, anlatırken içi acıyor,
gözlerine hüzün oturuyor:
"Yusuf çok iyi kazanan bir avukattı.
1942 Lice doğumluydu. Fellik fellik
kaçardı siyasetten. Ankara'da yaşıyordu.
24 şubat 1994. O gün hem sekreteri
gelmiyor işe, hem şoförü. Akşamüstü
kendisi alıyor arabayı. Oran'a doğru yola
çıkıyor. Ama eve gelmiyor. Ertesi gün
Gölbaşı'nda bulundu cenazesi. Uzi
marka silahla vurulmuştu."
Masanın üstündeki kitabı alıp uzatıyor bana.
Kardeşinin birinci ölüm yıldönümünde çıkarmış,
Faili Meçhul Bir Cinayetin İçyüzü diye...
Dördüncü sayfasında Yusuf Ekinci'nin
eşi Ülkü Ekinci'nin şu satırları var:
"Onu sabah evden yolcu ederken o aydınlık,
yakışıklı yüzü... Akşam bürosundan
telefonda konuşurken, 'Biraz sonra eve
geleceğim' derken o neşeli sesi ve
bekleyişlerimiz, kaygılarımız
ve kulaklarımda da onun son günlerde
söylediği sözler: 'Ülkü, bir gün Güneydoğu'da
görülen bu faili meçhul cinayetler büyük
şehirlerde de görülebilir. Kürt aydınlarını
evlerinden alıp kurşuna dizebilirler
ve bunlardan birisi ben olabilirim.'
Onun sezgilerine çok inanmakla beraber,
bu laflara karşı koymam, dualarım...
Ve fakat yine onun haklı çıkışı..."
Çantamdan bir mektup çıkarıyorum.
Dr. Tarık Ziya Ekinci ile Avukat Tahsin
Ekinci'nin birlikte imzalayarak
bana gönderdikleri bir mektup.
İstanbul, 26 nisan 1994
tarihini taşıyor. Kardeşleri Yusuf
Ekinci'nin öldürülmesinden sonra
yazdıkları beş sayfalık bir mektup...
Şu satırların altını çizmişim:
"Güneydoğu'da yıllardır sürdürülen,
devletin içinde yuvalanmış
kimi karanlık güçlerin işledikleri
'faili meçhul' siyasal cinayetler,
son aylarda tırmanarak büyük
şehirlere de sirayet etmiştir.
Bu cinayetler genelde sinsi biçimde
işlenmekle birlikte, kimi zaman
umuma açık yerlerden kaçırılan kişilerin
infaz edilmesi biçiminde de işlenmektedir.
Ne acıdır ki, rejimin meşruiyetiyle
ilgili bu olaylar basında ya hiç yer
almamakta ya da polisin istediği doğrultuda
birkaç satırlık haberlerle geçiştirilmektedir.
Güneydoğu'daki illerin,
özellikle Diyarbakır merkez, Silvan,
Batman merkez ve Nusaybin ilçelerinde
bu tarzda işlenen cinayetlerin
son iki yıllık bilançosu 3 bini aşmıştır.
Basının, işitsel ve görsel iletişim araçlarının
ilgisizliği, kamuoyunu da bu olaylar
karşısında ilgisiz ve duyarsız yapmıştır."
Mektubun sonundaysa
şu satır yer alıyordu:
"Kürtleri hedef alan 'faili meçhul' cinayet
olayları, devlet içinde örgütlü kimi
karanlık güçlerin devlet adına yaptıkları
kanunsuz infazlardır."
Kürt sorunu notları
devam edecek.
Kürt sorunu notları 1 | Gare katliamı... PKK'yı suçluyorum, kınıyorum, iktidarı da sorumlu tutuyorum ve silahlar artık susmalı diyorum
Kürt sorunu notları 2 | Gönül ister ki kardeşçe yaşansın!
Kürt sorunu notları 3 | İŞKENCE... "Genç olsam dağa çıkardım!"
Kürt sorunu notları 4 | Yaşamak için ille de acı mı çekmek gerekiyor?
Kürt sorunu notları 5 | 1993 Nisan ayı, Bekaa'da Apo'yla sohbet: "Silahlı mücadeleyle her iki taraf da kesin bir üstünlük sağlayamaz"
Hey sen, bana baksana: Yoksa çöküşünü durdurmak için yine savaş mı yapacaksın?..
CHP içinde hala kavgayı, didişmeyi tercih edenlerin dikkatine...
Kaybeden, demokrasiyi demokrasi yapan değerler oldu
© Tüm hakları saklıdır.