Gazze saldırıları paradoksal olarak Netanyahu’ya yaradı
Hamas 7 Ekim’deki saldırılarını gerçekleştirdiğinde, Netanyahu’nun başında olduğu aşırı sağcı koalisyon hükümeti ve İsrail güvenlik güçleri gafil avlandılar. Çoğu sivil 1200 kişinin ortaçağ barbarlığını aratmayacak acımasızlıkla öldürüldüğü sırada İsrail güvenlik güçleri Batı Şeria’daki fanatik yerleşimcilerin Filistin halkına saldırılarını desteklemekle meşguldü. Hamas’tan bir saldırı beklenmediği o kadar açıktı ki, yeterli güvenlik tedbiri alınmadan tel örgünün çok yakınında rock konseri bile düzenlenmesine izin verilmişti. Güvenlik duvarını kolayca aşan Hamas militanları saatlerce ciddi bir direnişle karşılaşmadan kibutzlarda sivil halkı katledebildiler. Bu saldılar esnasında ve sonraki günlerde İsrail içlerine Gazze’den binlece füze atışı yapılabildi. Hamas’ın bu şekilde bir saldırı hazırlığı içinde olduğundan, şu sıralarda Haniye suikastı nedeniyle korkuyla bakılan İsrail istihbaratının haberi bile olmamıştı. Sonrasını hepimiz biliyoruz. 7 Ekim’deki saldırılar Filistinlilere pahalıya mal oldu. İsrail’in misillemesi soykırım boyutlarına ulaştı.
7 Ekim’den önce yolsuzluk suçlamalarıyla itibarını büyük ölçüde yitirmiş bulunan İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Gazze saldırılarını öngörememesi nedeniyle liderlik yetenekleri de tartışılmaya başlanmışken imdadına paradoksal bir şekilde aynı kriz yetişti. Netanyahu Gazze’de İsrail operasyonları sürdükçe bir şekilde İsrail’de hükümet etmeye devam edebiliyor. Bu yüzden Netanyahu’nun Gazze’de Hamas’la ateşkes anlaşması imzalaması beklenmemeli. Ateşkes ve rehine görüşmelerinin bir türlü sonuca ulaşamamasının ardında Netanyahu’nun olumsuz tutumu olduğunu artık sağır sultan bile biliyor. Duymayanlar da Hamas’ın başmüzakereci konumunda olan İsmail Haniye’nin Tahran’da suikaste kurban gitmesiyle uyanmışlardır herhalde. İsrail, İsmail Haniye suikastıyla bir değil, birkaç kuş birden vurdu. Öncelikle Haniye’nin kişiliğinde sadece Hamas’ın başmüzakerecisini değil, en ılımlı Hamas liderini de öldürdü. Bundan sonra gelecek Hamas liderleri sadece Hamas’ı daha aşırı bir çizgiye taşıyacaklardır. Batıda zaten terörist olarak tanımlanan Hamas’ın bu şekilde hareket etmesi sadece Netanyahu gibi aşırı sağcıların değirmenine su taşır.
Haniye’nin öldürülmesi çok sayıda mesaj taşıyor
Haniye’nin İran için çok önem taşıyan Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın göreve başlama töreninin hemen akabinde, Tahran’ın en güvenlikli bir mekanda (Sadabat Sarayı) öldürülebilmesi, kendi içinde çok sayıda mesaj içeren bir eylemdi. İsrail İranlı mollalara her an bu ülkede istediği saldırıyı kolayca gerçekleştirebileceğini, İran’da kimsenin güvende olmadığını en açık şekilde vurguladı. İsrail daha önce de İran içinde çeşitli suikastlar işlemişti ama bu son suikastın anlamı ve yarattığı sarsıntı çok daha önemli. Haniye suikastı nedeniyle İran liderlerinin sadece İsrail füzeleri nedeniyle gökleri kuşkuyla izlemediklerinden, birbirlerinin gözlerine de kuşkuyla baktıklarından eminim. Artık Tahran’da kimse sırtını başkasına dönmek istemiyordur.
Haniye suikastının bir başka sonucu da İsrail’in İran’ı mindere davet etmesi oldu. Tahran’ın göbeğinde, en önemli konuklarından birinin suikasta kurban gitmesinden sonra İran sessiz kalamaz artık. İsrail saldırıyı üstlenmedi ama arkasında onun olduğundan, ABD dahil kimsenin kuşkusu yok. En son Beyrut’ta İran’a ait bir konsolosluk binasında Devrim Muhafızları komutanlarının İsrail tarafından roketle öldürülmesinden sonra İran, nisan ayında bir mizansen dahilinde kendi topraklarından 350 kadar roket ve dron atmış, bunların tamamına yakını İsrail ve ABD tarafından havada imha edilmişti. Kalan çok az sayıda füze de kimseye zarar vermeden öylece çöle düşmüştü. İsrail de sayıca az olmakla benzer, benzer füze atışlarıyla İran’a cevap vermiş, konu kapanmıştı. Ama iki devlet, kendi tarihlerinde ilk kez birlerine doğrudan saldırmış oldular. Bu kez İran aynı şeyi yaparsa Haniye cinayetinden daha fazla prestij kaybeder. Dini lider Hamaney İsrail’e gereken cevabın en sert şekilde verileceğini söyleyerek bu kapıyı kapattığına göre İran’dan daha sert bir misilleme gelmesini beklemek gerekiyor. Amerika’nın İran nezdinde Netanyahu’nun oyununa gelmemesi için İran’ı uyardığı, İran saldırırsa ABD’nin ister istemez İsrail’i savunmak zorunda kalacağını İran’a bildirdiği iddia ediliyor. Rivayet ne olursa olsun, İran ister istemez İsrail’e bir cevap vermek zorunda kalacak. Bunun yöntemi hakkında spekülasyon yapmak yersiz. İran muhtemelen yeni bir İsrail saldırısını üzerine çekmeyecek bir yöntem ve ölçü içinde misillemesini kalibre edecektir. Ölçüyü kaçırırsa Netanyahu’nun ekmeğine yağ sürer.
İsrail İran’ı ağına düşürmek istiyor
İran’ın İsrail'le doğrudan bir savaşa girmek istememesinin sebebi açık. Böyle bir savaş kara orduları arasında olamayacağına göre, hava kuvvetleri ve stratejik füze birlikleri arasında semalarda gerçekleşecek. Böyle bir hesaplaşmadan İran’ın zararlı çıkması için iki neden var. Biri İsrail bu alanlarda İran’dan çok daha güçlü. Hem stratejik füzeler, hem nokta vuruş yapabilen seyir füzeleri bakımından İran’dan daha üstün teknolojilere sahip, hem de hava savunma yetenekleri daha gelişmiş durumda. Tahran’daki Haniye saldırısı ve İran’ın 14 Nisan İran füze yağmurunu savuşturması nedeniyle İsrail bunu yeteneklerini fazlasıyla kanıtladı.
İsrail İran’ı bir çatışma içine çekerek Ortadoğu’da kendine stratejik güvenlik kazanmak istiyor. İsrail’in derdi İran’ın nükleer bir güç haline gelmeden bu ülkenin durdurulması. İsrail’in İran’ın bütün gizli nükleer tesislerinin koordinatlarına sahip olduğuna kuşku duyulmaması gerekir. Nükleer programından Batı tarafından “ikna edilerek” vazgeçen Libya dışında kalan dünyadaki tüm tali nükleer devletler, bir şekilde baskıları alt ederek, gizli yöntemlerle nükleer güç haline geldiler. Bunların en çarpıcı iki örneği Kuzey Kore ve Pakistan’dır. İsrail bu yüzden İran’ın müzakereler yoluyla nükleer silah sahibi olmasının engellenemeyeceğini düşünüyor. Bunda da hiç haksız değil. Bu yüzden yol yakınken bu ülkenin nükleer yeteneklerini bombalayarak yok etmeyi en akılcı yöntem olarak görüyor. Suriye’yi de bu şekilde engelleyebilmişti. İran bu kez daha büyük bir lokma ama İsrail bu konuda kararlı.
Hamas’ın başlattığı 7 Ekim saldırıları Netanyahu’ya sadece Hamas’ı yok etme imkanı sunmadı, krizi büyüterek İran’a da bulunmaz bir saldırı imkanı sundu. Netanyahu bu yüzden ağlarını kurdu, İran’ın ağa takılmasını bekliyor. İsrail’in İran’la olası bir savaşın alacağı yön hakkında endişesi yok. Ona göre ABD her hal ve karda İsrail’in yanında yer alacak. Netanyahu’nun son Kongre ziyareti ABD’de hakim olan siyasi havayı kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koydu. Ama seçmen hassasiyetlerine göre davranan siyasi “establishment”ın dışındaki gerçek ABD “establishment”ı İran’la bir savaşın içine çekilmek istemiyor. ABD’nin Ortadoğu bataklığında saplanıp kalmasına yol açacak böyle bir olasılık onu iyice zayıflatacaktır. Bundan en çok Çin ve Rusya memnun olur. Bu yüzden, dışarıdan bakıldığında ne kadar anlaşılmaz görünse de, İran’ı itidale davet etmesinde bir mantık var. Bakalım İran halkının ekseriyetinin muhalefetine rağmen Tahran’da hala gücü elinde tutan mollalar Netanyahu’nun oyununa gelecekler mi?
İran’la İsrail arasındaki gerilimin bir de vekil güçler boyutu var. İsrail, Haniye ile aynı gün Hizbullah’ın ikinci adamı Fuat Şükür’ü de ortadan kaldırdı. Bu saldırı ile İsrail iki cephede de savaşmaya hazır olduğu mesajını verdi. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah da aynı Hamaney gibi İsrail’e gereken cevabın verileceği tehdidinde bulunduğuna göre bu cephede de daha büyük çatışmalar beklemek gerekiyor. Netanyahu füze atışları ile Israil’in kuzeyini uzun süredir taciz eden Hizbullah belasını def etmek istiyor. İsrail 2006’da Hizbullah karşısında başarı elde edilememişti. İsrail’in bu kez Hizbullah’ı güney Lübnan’dan söküp atacak gücü elde edip etmediği ancak iki tarafın kapışmasından sonra anlaşılacak. Netanyahu’nun hazır ABD Doğu Akdeniz sularına konuşlanmışken bu fırsatı kaçırmak istemediği düşünülebilir.
Netanyahu’nun hesapları
Yani, ortada Netanyahu hükümetinin yazdığı büyük bir kapışma senaryosu var. Bu kapışmanın nispeten edilgen oyuncuları İran, Hamas ve Hizbullah. Senaryoyu sonuca ulaştıracak güç, istemsiz olsa da ABD. Netanyahu’nun planı tutarsa şunlar olacak: ilk elde Filistinliler bu karmaşa içinde son kalan ata topraklarından da çıkarılacaklar ve İsrail etnik bakımdan mütecanis bir ülke haline gelecek. Hizbullah güney Lübnan’dan çıkarılacak, güney Lübnan’a Musevilerle uyum içinde yaşayacak Hristiyan ve Dürzi nüfus yerleştirilerek İsrail’in kuzey sınırları güven altına alınacak. İran’ın nükleer bir devlet olması önlenerek, İsrail stratejik güvenliğini garanti altına alabilecek. İran’la girişilecek bir savaş, mollalar rejiminin sonunu getirirse, bundan bölgedeki ABD yanlısı Arap rejimleri de yarar sağlayacaklar. Bunlar Gazze krizi öncesi başlattıkları İsrail’le uyum girişimlerine kaldıkları yerden devam edebilecekler. İran’daki mollalar rejiminin yenilgisinin bir sonucu da bölgede İran desteği ile var olan “vekil” (proxy) örgütlerin yok edilmesi olacak.
En son hesap Netanyahu’nun siyasi geleceğiyle ilgili. Netanyahu’nun hesabı tutarsa siyasi kariyerini kurtarmakla kalmayacak, belki de tüm soykırım suçlamalarına rağmen, 4 bin yıllık Yahudi tarihine adını kalıcı olarak yazdırma imkanını elde edecek. Bunların hepsinin ilk koşulu İran, Hamas ve Hizbullah’ın Netanyahu’nun oyununa gelip mindere çıkmaları. Elbette senaryo gereği ABD’nin tüm gücüyle İsrail’in arkasında durması da gerekiyor. Bu gök kubbe altında olmayacak şey yok. Bunlardan bize ne düşer diye soracak olursanız, nükleer kapasiteden arındırılmış bir İran ve gücünü artırmış bir İsrail’e komşu olamak dışında kendi sorunlarımızla baş başa kalmaya devam ederiz.
Arslan Hakan Okçal kimdir?
Emekli Büyükelçi.
1954 yılında İstanbul’da doğdu.
İlkokula Almanya’da başladı. Darüşşafaka Lisesi’ni (1973) ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü (1977) bitirdi.
1978 yılında Dışişleri Bakanlığına girdi.
1981-2001 yılları arasında Bingazi ve Münster Başkonsoloslukları, NATO Daimi Temsilciliği, Bonn ve Berlin Büyükelçiliklerinde sırasıyla Muavin Konsolos, Konsolos, Müsteşar, 1. Müsteşar ve Elçi Müsteşar olarak bulundu. NATO’daki görevinden önce 1989 yılında Roma’da NATO Savunma Koleji’nde eğitim aldı.
1992-95 yıllarında Gümülcine’de Başkonsolosluk yaptı. 2005-2008 yılları arasında (ECOWAS ve aralarında Gana ve Kamerun’un da bulunduğu 9 Batı ve Orta Afrika ülkesine nezdinde de akredite olarak) Nijerya Federal Cumhuriyeti; 2008-2010 yılları arasında, o günkü ismiyle Makedonya Cumhuriyeti nezdinde Büyükelçi olarak bulundu.
Merkezde Amerika Dairesi Başkanı (1995-1997), Araştırma Genel Müdür Yardımcısı (2001-2003), NATO İstanbul Zirvesi Proje Koordinatörü (2004) ve Orta Avrupa ve Balkanlar Genel Müdürü (2010-2013) olarak görev yaptı.
Yurtdışında en son 2014-2017 yılları arasında Güney Kore nezdinde Büyükelçi olarak görev yaptı. Seul’de bulunduğu süre boyunca Kuzey Kore’de nezdinde de akredite Büyükelçi olarak görevliydi.
2018 yılında kendi isteğiyle emekli oldu.
Emekli olduktan sonra bir yıl Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Dört yıl Marmara Üniversitesi’nde ve bir yıl Fenerbahçe Üniversitesi’nde diplomasi dersleri verdi.
Dış politika alanında araştırma, yayın ve eğitim çalışmaları yapan düşünce kuruluşu Ankara Politikalar Merkezi üyesidir.
2021-2023 yılları arasında Gazete Duvar’da konuk yazar olarak makaleleri yayınlandı. 2024 yılının başından bu yana T24’te yazıyor.
|