İyi geçirilmemiş bir ömrün huzurlu bir ölümle sonlanamayacak olması gibi, ben de yaz dönemini, hiç geçmeyecek gibi gelen can sıkıntım ile ağırlaşmış benliğimin hangi mevsime karışacak olmasını umursamadan bitiriyorum.
Her gün üzerimize boca edilenleri ürpererek izlerken, acı çekmek yerine sürekli acıya değmek ile geçiyor zaman.
Acıyla boğuşmaktan, acı çekmeye zaman bırakmayan coğrafyanın sokaklarında vahşice köpek öldüren, bir lokmacık çocuklara olmadık ölümler biçenlerin uğursuz hayaletleri kol geziyor.
Yaşamak; ne yağdıran ne de dağılan bulutlarla dolu, aysız, yıldızsız kalmış bir gökyüzü altında bitkinlikten uğranılan düşsüz, kısa uykulara benziyor.
Mevsimin güze kavuşacak olması ise benim için yalnızca, ölüsünü kaldıracak mecalimizin kalmadığı akademinin koridorlarında bir hayalet gibi dolaşmak zamanının, gri şehir sokaklarında tüm özlemlerimi kahve kokusuyla bastırmaya çalışacağım günlerin habercisi.
Tek isteğim kendimi doğada, ıssız bir sesizlikte eritmek.
Çok zamandır, milyonlarca yıldır birlikte evrimleşip gezegeni paylaştığımız milyonlarca canlı ile ahengi yakalamaya da canlı çeşitliliği içinde erimeye de yanaşmayıp, doğaya, doğamıza başkaldıran türümüzün coğrafya ile ilişkisine epeyce kafa yoruyorum.
Bir yandan da yerleşik olduğumuz coğrafyanın irademiz dışında genlerimize, hücrelerimize sızdığını, tekil genlerimizden daha baskın olarak soy kalıma karıştığını duyumsayamayan insanın, zaman ve ölümle ilişkisini anlamaya çalışıyorum
Coğrafya ile insanın ilişkisini kavrayamayanlar ise ironik olarak coğrafyasına en fanatik tapanlar oluyor.
Hasbelkader farklı coğrafyalarda doğmuş olanlara kin besliyor, soyunu kırmaya kalkışıp savaşlara giriyor.
Bu yaz, Ege'de karşı kıyıdaki o adaya düşürüyorum yolumu.
Aslında ihtiyatlı bir beklenti içindeyim.
Muradım, ağaçları, ağaç gölgesine sığınanları yok edenlerden uzaklarda, onları anımsatacak ses ve sözün olmadığı bir kıyıda, derin uykularla iyileşip dinlenmek.
Ama karşıma teselliye benzeyen, geceyi kutsayan ay ışıkları gibi teskin edici, ağaçlar misali köklenmiş kadim bir hikâye çıkıyor.
Bir ağaca kayıtlanıp, gelen tüm istilacıları savuşturup hatta onlardan kalanları da koruyup, o ağacın gözyaşlarından duru, sevinçli bir yaşam devşirmiş bu insanların hikâyesinden söz etmek istiyorum.
Dokusuna kalabalıklardan kalma çöp, rögar kokusu sinmiş Çeşme'de bir gece önceki yemeğe ödediğimiz hesap ile genzim yanarak, uzun kuyruklar bekledikten sonra yolculuk teknemize biniyoruz.
İlk karşılaşma anında yeşilliksiz, özelliksiz görünen adanın dar sokaklarından geçerken, turunç kokularını hissetmek için arabanın camlarını açıyoruz.
Kalacağımız yer bir sarnıcın üzerinde, kocaman bir avlunun içinde.
Resepsiyonda, ünlü bir doğa dergisinin işaretlenmiş sayfasında, kalacağımız yeri öven yazıyı gördüğümü belli edince Maria "Burada kalan bir adam yazmış, meğer gazeteciymiş, şans kapımızı uykuda çaldı işte" diyor.
Arazinin beşinci kuşak sahibi Maria devam ediyor "Pek tanıtım yapmıyoruz buranın idamesi için, yalnızca duyanlara, bilip gelenlere veriyoruz".
Sakız ağacının etrafında bir hayat kuranlardan kalanlar yalnızca denizi, doğayı ve sakız ağacını kutsayan bir vakar ile yaşamlarını sürdürüyorlar.
Maria, adanın tarihinin tam olarak sakız ağacının tarihi olduğunu belirterek "Sakız Müzesi"ni görmemizi kuvvetle öneriyor.
Sesinde sitem ya da yargı olmaksızın "Cenevizliler geldi, Osmanlılar geçti, biz adalılar hepsinden kalanları özenle korumaya çalıştık" diyor.
Sakız ağaçlarının ortasındaki müzenin girişinde, yaşlı bir kadının sesinden ağıda benzeyen, yanık bir türkü ile karşılanıyoruz.
Girişteki duvarda, sakız ağacının, üzerinde "Ben yorulmak bilmeyen, hep ağlayan bir ağacım" yazılı kocaman bir fotoğrafı asılı.
Öyleymiş gerçekten de. Ben de henüz öğreniyorum ki bu ağaçlar 100 yıldan fazla yaşar, en ergin dönemine 40-50 yılda erişirmiş.
Yaşam döngülerini insanınkine benzettiğim ağacın ürün vermesi ise 70 yıldan sonra dramatik olarak azalırmış.
Yeni ağaçlar ise en iyi ürünü veren eski ağaçların dallarından, dokularından elde edilirmiş.
Ekim yapılırken, hem doğrudan güneş ışığından korunacak hem de havalanmalarını sağlayacak uygun bir mesafenin korunması büyük önem taşırmış.
Aslında bir bakıma, bulunduğu coğrafyaya iyice adapte olmuş, onunla dönüşmüş ve onu dönüştürmüş bir canlı topluluğunun sosyal yaşamından söz ediyor gibiyiz.
Fotoğraflar ve videolarda kadınların ağzından altında "sözlü kültürden aktarılmaktadır" Ωnotuyla paylaşılan hikâyeleri okuyorum.
Birinde "Buradaki sosyal hayat, ağaçların gözlerinden damlattıkları yaşları yani sakızı düştüğü topraktan toplayan, eleyen, yataklarının altında saklayıp kurutan, ürüne dönüştüren kadınların yoldaşlığına dayanır" yazıyor.
Bir kadın; sakızı birlike topladığımız yoldaşlarım en iyi arkadaşlarımdı. Günler ve geceler geçirdik. Hem aynı okullara gittik, hem gelinler, damatlar yoluyla akraba olduk. Bazıları sonradan uzak kıtalara, bazıları ana karaya gitti ama her yaz yeniden buluştuk" diye anlatıyor.
Yüzlerce yıldır kendi topladıkları, ürünü satmalarının yasak olduğu işgallere karşın sevdaya benzer bir tutkuyla bağlı oldukları ağaçlarıyla aynı topraklarda köklenenlerin torunları, bizim yakadan akın akın gelenleri, yeterince hava bırakacak bir mesafeden ağırlıyor.
Sevdaya tutulanların ödedikleri tüm bedelleri ödemiş ve muratlarına ermişe benziyorlar.
Artık uğruna çabalamaktan vazgeçmeye durduğum sevinçli zamanları düşlemeye dahi mecalim yokken sevinç, geçmiş zamanın küllerinden boy veriyor.
Yıllar önce yine melankolimi, ruhumun inceldiği yerden, doğanın kucağına bırakmak için gittiğim Gökova'da karşılaşıp baş döndürücü kokusunun, kadim öyküsünün büyüsüne kapıldığım Sığla ağacı için çabalayışım aklıma düşüyor.
O da ağlayan bir ağaçtı ve gözyaşları altın değerindeydi.
Değerini bilen köylülerin gücü, hikâyesini sürdürmeye yetmemişti.
Ankara'ya döner dönmez, annemlerin evinin olduğu Paris caddesindeki, Ankara'nın ilk manolya ağacı olan o tek anıt ağacı yoklamaya gidiyorum.
Bana o ağacı, bilinmez yerlere yolculuğundan az önceki zamanlarda annem göstermişti.
Etrafı moloz ve inşaat tozlarıyla çevrelenmiş, iyice cılızlaşmış.
Ağaç gövdelerinden kolluk kuvvetleriyle sökülüp koparılanların, olmadı ağaca sevdalandı diye zindanlarda çürümeye bırakılanların acısını inceltmek için güz mevsiminin melankolisine uğruyorum.
Biz nasıl yaşayacağız böyle diye kederleniyorum.
Esin Şenol kimdir?
Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır.
Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır.
1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir.
Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir.
Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup,
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur.
2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir.
Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007).
Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve
Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir.
TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir.
ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022).
ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır.
Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.
Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir.
Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır.
33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır.
İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır.
|