24 Mart 2019

Jehan Barbur: Yaşamaya çok hasret duyan biriyim!

Yedinci solo albümü “Ürkerek Söylerim” Ada Müzik etiketiyle çıkan ve ilk defa kendine ait olmayan şarkılar seslendiren Jehan Barbur, eski zamanlara ait, çoğu anonim olan, çocukluğunda onda iz bırakan türkülerde eşsiz yorumlarla karşımızda

Biz aynı köylüyüz. O daha yerleşik, ben daha yarı zamanlı. İkimiz de sonradan görme köylüyüz. Gümüşlük ve oradaki ortak arkadaşlar ve dostlar bizi tanıştırdı… Konserlerinde mest olarak izlediğim, kelimenin tam anlamıyla dev sanatçıyla, İstanbul’da, belli ki ikimizin de sevdiği Asmalımescit’teki “Şimdi” kafede karşımda oturan kadın, hem aynı kişi, hem değil. Yeni çıkan albümünü vesile ederek, bir saatlik sohbette hayatı, hayatın yükünü ve hafifliklerini konuştuk Jehan’la…

Neden ürkerek söylüyorsun?

Aslında ürkerek söylemiyorum tabii ki. Ama bu albümde seslendirdiğim türkülerin bir tarihi var, yüzyıllardan bugüne gelen bir ozan geleneği var. Bu geleneği günümüzde doğru bir şekilde sürdüren Türk Halk Müziği sanatçıları var. Yani ben öyle bir taşın altına elimi soktum ki, geleneksel bir yapıyı bozmamaya çabaladım. Türkülerin geleneğine ve muhafazakarlığına saygı göstererek, hakikaten ürkerek söylüyorum. İlk defa kendime ait şarkılar söylemedim yeni albümde…

Bence o saygıyı da koruyarak yapacağını yapmışsın. Usulca söylemişsin ve sesin türküye çok yakışmış. Senin söyleyişinle sanki biraz folk caz da olmuş.

Bazı parçalarda tabii ki caz unsurlar kullandık. Mesela “Keklik İdim Vurdular” öyle.

Benimle ilgili bu caz algısı da değişmiyor bir türlü. Ben bir caz şarkıcısı değilim. Bunu yıllardır söylüyorum. Yaptığım müzikte hicaz da kullandım, rock da yaptım, funk rnb, soul, groove elementlerini de kullandım. Bana caz şarkıcısı denirse, caza emek ve gönül vermiş Jülide Özçelik’ten tut da, Sibel Köse’ye, Elif Çağlar’a kadar haksızlık yapılmış olur. Çünkü onlar asıl caz müzisyeni, yorumcusu ve bestecisi…

Sen orada değilsin, haklısın.

Hiç orada değilim. Baktığında 60 civarında şarkı yazmışım, bestelemişim. Arajmanlarda her unsur kullanılmış, dolayısıyla öyle bir yafta doğru değil. Hele ki bu albümdeki düzenlemeler de geleneksele yakın. Özellikle “Sen Bir Aysın”, “O Yar Gelir” ya da “Hış Hışı Hançer” gibi türkülerde duyabilirsin. Başka unsurlar da kullandık; her parçada başka bir şey yaptık. “Keklik İdim Vurdular” tamamen folk şarkısı. Yani bir singer/songwriter şarkısı, yol şarkısı…

‘Rakı masasında da söylerim, YouTube’da da…’

Türküleri hep sevmişsin. 2007’de Elazığ türküsü olan bir Mamoş söylemişsin, dinleyicilerin bayılmış.

Bazen söylüyorum, evet. Repertuarımda oluyor. Arkadaşlarla rakı masalarında da söylerim; bazen YouTube kanalımda da. Sevdim, hep çok sevdim türkü söylemeyi. Mamoş’u her zaman söylemiyorum, bazen denk geliyor. Ahmet Aslan’la İzmir’de konserimiz oldu, orada söyledim. Belki bu türkü albümü çıktıktan sonra arada ekleyebilirim. YouTube’a da koymuştum Utku Yurttaş ile birlikte; düzenlemelerini o yapmıştı, 2005’te kaydetmiştik…

İlk albümün 2009’da çıkmış. 10 yılda 7 albüm çıkarmışsın ve 4 kitap yazmışsın. ‘Son on yıla kendimce bir şeyler sığdırmaktı isteğim, hepsi bu’ demişsin geçenlerde Twitter’da. Ne hissettiriyor bu sana? Gurur duyuyor musun?

Son iki yıldır kendimle alakalı çok fazla oturup düşündüğüm bir şey bu. Beni mutlu ediyor mu? Tabii ki ediyor, neden etmesin ki! Bir şey üretmiş olmak beni havalandırıyor mu, hayır. Tevazudan da söylemiyorum. Uzun süredir arada içime dönüp kendimi yokluyorum. Benim daha fazla önemsediğim üretme sancısını ehil hale getirme anları. Yazı yazarkenki an, bir albüm yaparken, bir parçayı düzenlerken ya da besetlerkenki an. Daha sonra, onlar birer meta haline gelince, benden çıkınca, ürettiğim şeye bakıp, öyle küçücük elimi omuz başıma koyup ‘aferin, içine sinen bir şey yaptın’ diyorum. Sonra hemen içimde ‘şimdi ne!’ hissi oluşuyor.

Sahnede bir şey oluyor sana. Bambaşka birine dönüşüyorsun. Nasıl motive oluyorsun?

Sanırım kendi iç huzursuzluğumu aşağı çekmek, dingin bir hale gelmek için sahnedeki o tuhaf hallerim. Spora gidip çok hızlı koşmak, içimden birşeyleri atmak gibi. Sen bunu yaparken birileri seni izliyor. Onlarda da aynı şeyleri yakalarsan ne güzel; bizim ekipçe yakaladığımızı düşünüyorum. Bunu tasarlamıyoruz, içeriden bir yerden yapıyoruz… Ama her konserde de hissederek söyleyemezsin. Her gün işe çok isteyerek, hissederek gitmez insan. Ben de bazen hiç istemeyerek şarkı söylüyorum. Sevgilimden ayrılmış olabiliyorum, kavga etmiş olabiliyorum, babam ölmüş olabiliyor...

Öyle durumlarda çıkmıyor musun peki?

Eskiden her şartta çıkıyordum. Şimdi o lüksü kullanabiliyorum. Kullanabileceğime dair kendime bir kapı açtım. Bu beni daha da rahatlattı. O gün çıkabilecek ruhsal ya da bedensel sağlığım yoksa, gidip orada kendimi paralayıp, o konserle alakalı kendime kötü bir hatıra resmi çizmek istemiyorum. Mümkünse hiçbir şeyi iptal etmiyorum ama çıkacak duygum ve mecalim yoksa, çıkmıyorum.

Bir de peş peşe oluyor konserlerin…

Evet, yıllardır bu ritimde gidiyor. Ki benden daha peş peşe çalışan isimler var, ne bileyim, Cem Adrian gibi mesela. Ayda 15-20 konser veriyor. Benim bu kadar çok konser vermek için fiziki gücüm de yok.

Ama sen de az buz konser vermiyorsun gördüğüm kadarıyla…

Evet, ayda 8 ile 10 arası oluyor bende de. On yıldır da böyle gidiyor. Bunla da mutluyuz. Müzisyen hayatı hemen her gün konsere çıkmaktır aslında. Ama ben diğer yandan üretmeye, kitapları bitirmeye çalışıyorum.

‘BirGün’de yazdım, şimdi Masa’da yazıyorum’

Müzik ve yazmak… İkisi de senin için eşit derecede önemli mi?

Valla, özü yazmak herhalde. Çünkü şarkılarımı da kendim yazıyorum, onlar artık ismimle birleşti. Hani Jehan’ın şarkıları deniyor ya, onlar benim. Onları ben yazdım. Sanırım özde bütün derdim yazmak. Bir şey anlatmak yani. Bu türküleri ben yazmış olmasam da kendi şarkılarımmış gibi düzenlemeye çalıştım. Diğer albümlerden çok farklı durmuyorlar bence...

Bazı insanlar seni daha çok müziğe hapsetmek istiyor. ‘Kitap yazma, müzik yap’ diyorlar.

Öyle… Herkes bunu diyecek. Bu gibi tenkitleri kimlerin söylediğini bilemiyoruz tabii. Ben çok dert etmiyorum. Bazen benim müzisyen olduğumu bilmeyenler de oluyor. Ben Ot dergisinde 4,5- 5 yıl çalıştım. Daha evvel de dergilerde çalıştım. Yaklaşık 7-8 yıllık dergici geçmişim var. Sanal dergilerden tut, edebiyat dergilerine düzenli olarak yazdım. BirGün gazetesine çok kısa bir süre de olsa yazdım. Şimdi de Masa’da yazıyorum…

Ve hâlâ niye yazdığını insanlara açıklamak durumundasın…

Hiç değilim. Ne güzeldi ki mesela Ot’ta yazarken bazıları müzisyen olduğumu bilmiyorlardı. Beni yazar zannediyorlardı. Anlatabiliyor muyum. Yani tam tersi de olabiliyor. Sonra Google’ladıklarında ‘aa, bu kadın müzisyenmiş’ diyorlar. Bana gelip, ‘biz sizi yazar olarak tanıdık, müzisyen olarak bilmiyorduk’ diyenler çıkabiliyor.

‘Allah’ımız, Dataizm!’

Peki sosyal medyanın imajın üzerindeki tesiri ile ilgili ne düşünüyorsun?

Valla oradaki şeyleri öyle çok hesaplayıp kitaplayıp yazan biri değilim. PR danışmanım yok, hiçbir PR’cıyla çalışmam, takipçi satın almam. Bir de oralara eğilsem vakit kalmayacak. Her gün gelen oluyor; ‘sizinle çalışalım, şu kadar takipçiniz olsun’ diyorlar. Aslında süper. Neden? Çünkü çok yayılacaksın. Ama bana gerçek gelmiyor. Ben 145 bin takipçimi biliyorum. Hepsi tek tek kendi iradesiyle ve isteğiyle gelmiş…

Ki önemli bir rakam yani...

Neyse, Allah’ımız dataizm ya, dolayısıyla ben sosyal medyayı biraz şey gibi kullanıyorum, yandaş bulmak için yani… (Gülüşmeler)

Sosyal medya yine de sağaltılması gerekebilen bir mecra. Orada içinden geldiği gibi yazma lüksün var mı?

Var, hep öyle yaptım.

Paylaşımlarının hayranların üzerindeki etkisi nasıl sence?

Sevmiyorsa bırakabilir takibi, demokratik bir ortam. Yani ben çıkıp açık meme de gösterebilirim. Yok mu öyle siteler? Birisi şikayet eder, kapanır ama artık o kadar özgürsün orada bir şey kullanmakta.

O kadar özgür müsün?

Ben kendimi özgür hissediyorum…

Yok mu filtrelerin?

Hiç yok. Bazen unutuyorum hatta sonra birileri diyor ki, ‘ayıp ediyorsun, bak, bugün kandil ve sen rakını koymuşsun’. Ben bilmiyorum o gün kandil olduğunu, unutmuşum. Çünkü öyle vecibelerim de yok hayatta. Diyor ki, ‘başkasının hissine burada saygısızlık ediyorsun’. Şimdi o kandilde içmeyi seçmek ya da seçmemek kişinin kendi öz iradesindeyse, bunu bir saygısızlık olarak görmüyorum. Onun nefsini mi gıdıklamış oluyorum. Ben dine bağlı, dine inanan biri değilim.

Politik bir insan da değilsin o zaman.

Eğer bir insan bunu görüp de rencide olacaksa, zaten hiçbir inancı yok. Benim de, din olur, başka şeyler olur, siyaset olur, birtakım inançlarım var kendime göre. O inançlarımı zedeleyen şeyleri ben de görüyorum. Çünkü zaaflarım var o konuyla ilgili. O inancımı gıdıklayan, beni rahatsız eden şeye saldıracağım yerde, diyorum ki o zaman benim bu konuda güçlü bir inancım yok. Hala gördüğüm şey benim istencimi gıdıklıyorsa, dönüp kendimi sorguluyorum… Doğrudur böyle şeyler yaşıyoruz, bunlar ülkenin realitesi ama hakikati değil. Benim de bütün derdim hayattaki hakikat olduğu için, bu realite beni hiç ilgilendirmiyor. Bunun için beni taşlayacak, takip etmeyecek, küfredecekse, tabii ki edebilir. Ben de diyorum ki, bunu yapacağına, onu neyin rahatsız ettiğini kendisine sorması daha doğru. Ben bir gün çıkıp da, siz beni niye rahatsız ediyorsunuz demedim. Neden rahatsız olduğunu anlamaya çabaladım. Orada rahatım yani. Bir sevgilim olsa, öpüşürken fotoğrafını koyar mısın dersen, belki bir tane koyarım ama her gün 15 tane de koymam. 

‘Yaprak gibi savrulmamalıyız!’

Ölçülerin var yani…

O da kendi ölçüm. Sevdiğim adamı da beş dakikada bir öpmeyeceğime göre, onunla da bir mesafem olacağına göre, 15 kere niye aynı şeyi söyleyeyim. Filtre değil de ikrah gelir. Bir kere koydun ‘seviyoruz birbirimizi’ dedin, ‘benim de bir sevgilim var’ dedin –neyse, bu da bir ihtiyaç- (gülüyor) ama her allahın günü eli elimde, omuzu omuzumda, ‘böyle seviyorum, şöyle seviyorum’, demeler bana çok sıkıcı geliyor. İzleyen insanlar da irite olabiliyor.

Kafamızı da çevirebiliriz. Televizyonda ya da internette nasıl bir şeyleri beğenmeyip değiştiriyorsak, sosyal medya da o olanağı veriyor bence. Ama insanlar seni bir yere oturtmuş, kafalarındaki imajla örtüştürmedikleri zaman taşlamayı daha uygun görüyorlar sanki.

O yüzden ben hep açık oldum. Yani benim müziğimle kişiliğim arasında bir bağ vardır. Kafalarında yerleştirdikleri şey benim edebiyatımla ilgili olmalı, şiirimle, öykülerimle ve müziğimle. Benim nasıl bir insan olduğum, -belki de meczup biriyim ya da deliyim- bana ait bir şey…

Bu da çok tartışılıyor ve senin bu söylediğini de tartışmaya açıyor. Sanatçının kişiliğiyle üretimini ayırmaktan yanasın o zaman. Doğru mu bu gerçekten?

Şimdi biz bunu ayıramıyoruz. Siyasi görüşünü öğrendiğimiz zaman da takibi bırakıyoruz, ben de bazen bunu yapıyorum. Mesela çok yakın bir müzisyen arkadaşım benim hiç beğenmediğim, fikrine ve siyasetine çok karşı durduğum bir parti için müzik yapacağını söylüyor. Ben de, ‘oradan kazandığın parayla aldığın francalanın ucunu yemem’ diyorum mesela. Bu da aslında faşizan bir bakış açısı. Adam onu seçmiş, bana ne. ‘Hayır’ diyorum, ‘efendim, bizi bu kadar zor duruma düşüren bir partinin, yapının şakşakcısı ya da ona daha fazla oy kazandıracak bir şeyin perde arkası müziğini yapmanı arkadaşın olarak içime sindiremiyorum’ diyorum. O kadar öyle yaprak gibi savrulmamalıyız, bir düstürumuz olmalı…

Ben şu tarafa bakıyorum, kimseye zarar vermediğin noktada nasıl yaşarsan yaşa. Alkolik misin, uyuşturucu bağımlısı mısın, kendine zarar mı veriyorsun, ruhsal problemlerin mi var, bunlardan seyirciye ne yani? ‘Vah vah’ filan diyorlar. Niye ‘vah vah’ ya?! Böyle yaşayan, müzisyen olmayan ya da sanatçı olmayan ofis çalışanları, patronlar ve zilyon trilyonerler var… Ben hiçir şeyimi saklamadım, sokakta birinin elini tutmaktan, öpmekten en ufak bir çekince duymadım. Gösteriş için değil, o an hissettiysem yaptım. Bunu yapabilmek için de pop müzik mecrasına girmedim. Çünkü bu kadar görünür olup, istediğim gibi dışarıda yaşayamayacaksam, çeker giderim.

Şu haliyle bile insanlar yapacaklarını yapıyorlar değil mi?

Evet. Her zaman. ‘Orada oturuyordunuz, onunla konuşuyordunuz, bilmem kimle şurada gördük’ filan. Gördüysen gördün. Görünür olmak çok güzel bir şey ama ifratı insanın hayatını elinden alan bir şey. Ki sahip olduğum hayatın bir kısmının bana ait olmadığını düşünüyorum. Çok azıcığı benim. Nasıl görünmek istediğimle alakalı, o sahnedeki güçlü kadın değiliz her zaman. Bazen panik atağın tutuyor, nefes alamıyorsun ama çıkıp üç saat şarkı söylemen gerekiyor.

‘Zapturapt altındayız’

Bu anlamda mantık ve gönül tartısı müzisyenler için, eğlence sektörü için de çok hassaslaştı. Ne düşünüyorsun? Sende nasıl çalışıyor?

Artık korkmaya başladım, açık söyleyeyim. Twitter’da bir kelimenden hop içeri atılabiliyorsun. Böyle durumlar var. Ne bileyim bir altı sene öncesindeki gibi hislerimizi rahat yazamıyoruz. Hele on sene evvelki gibi. Başka zapturapt haller vardı, şimdi başka bir zapturapt altındayız. Bazı fikirlerimi sırf beyan ettim diye içeri bile alınabileceğim ve buna karşı mukavemet gösteremeyeceğim durumlar olduğunun farkındayım. Hayatımı bu uğurda yakmak ister miyim, istemem. Neden? Çünkü o söyleyemediğim düşüncemi söyleyememiş olmak insanoğlunun gidişatını, tarihini ve evrimini değiştirmeyecek. Beni kahraman yapmayacak. Kendimi biraz daha güvenli bir yerde tutmalıyım ki, fikrimi zikrimi hala yazabileyim. Evet, sosyal mecralarda bir şeyler yazmadan önce artık üç kez düşünüyorum… Tabii ki korktum, korkmak insani bir duygu. Yanımda duracak, bana hak verecek bir yapı olmadığı için mantık ağır basıyor. Ama gönül meselelerine gelirsek, tamamen gönül…

Nasıl dayanıklı olabiliyorsun?

Olmuyorum. Değilim. Samimi mi cevap vereyim?

Evet, tabii ki.

Eskiden çok daha dayanıklıydım. Sonra ne oldu bilmiyorum. Zaten beni üzen şey ‘sonra ne oldu’ kısmı. Dayanıklılığım artsın diye, içiyorum, ilaç kullanıyorum ve alternatif başka yöntemlerle kendimi iyileştirmeye çabalıyorum. İçki ve ilaç hislerimi bastırmak ya da neşemi su yüzüne çıkarmak için kullandığım şeyler.

Onun dışında birçok şeyi de yitirdiğim bir döneme girmiş durumdayım. Neden bilmiyorum. Güçlü olduğumu, her şeye katlanabileceğimi düşünürken inanılmaz bir kaygı bozukluğu başladı. Çok ağır bir ilaç çukuruna düştüm. Sevmedim bu işi. Yıllarca uğraştım, yaklaşık dokuz yıldır bunun içinden çıkmak için uğraştım. Uğraştıkça gücün azalıyor. Dışarıdan güçlü görünüyorsun ama o senin idare ediş şeklin oluyor. O yüzden bir daha hayatı sorgulamaya, başka bir tekamül perdesinden bakmaya başladım devam edebilmek için. Yoksa insanın kendini gebertmesi an meselesi. Yaşamayı çok isteyen birinin ölüme de yakın olması çok kolay…

‘Hayata karşı çok sertim’

Kendine karşı en çok nerede dürüstsün?

Bence dostluklarımda en dürüstüm. Kendimle ilgili de insanlarla ilgili de her şeyi açık açık söylüyorum. Diyelim ki aile bireylerimden birinin başına kötü bir şey geldi; bu yaşıma kadar hep yanlarında oldum, hastanelerde aylarım geçti, vecibelerimi de yerine getirdim. Ve artık bazı sorumluluklardan kaçıyorum. Bir dostuma anlatırken açık açık, ‘bu sorumluluklardan kaçmak için zannederim aile bireylerimin davranışlarındaki eksikliği ve noksanlığı bahane ediyorum’ diyebiliyorum. Yaptıkları şeylerle alakalı onlara karşı da dürüstüm. Ne görür ne hissedersem hemen söylerim. Onlar da bana söylesin isterim…

Kadife sesli, ipek sesli, seksi, yumuşak, sert, asi, meleksi, kibar, ağzı bozuk… Hepsi senin için söylenen sözler... En çok nasıl bilinmek istersin?

Seksi güzelmiş. Ama sert, asi ve ağızı bozuk, bu üçünü çok sevdim. (Gülüşmeler) Çok sertim. Dışarıdan bilinmiyor ama hayata karşı çok sertim…

Bunlara ek olarak tuhaf bir enerjin olduğu da söylenebilir mi, ne dersin?

Olabilir, evet. Ben de bazen dengesizleşebiliyorum. Kendimle çok uğraşan biriyim. İnsanlar anlayamadıklarında, ‘biraz panik atağım var, kusur bakmayın’ diyorum. Kendi duygu dalgalanmalarıyla çok uğraşan biriyim ama ben yaşamaya çok hasret duyan biriyim. Her şeyi, her şeyi, bir daha, bir daha… Bitmesin falan diyenim…

Bu anlamda seni en iyi anlatan albümün hangisi?

İki tane albüm söyleyebilirim sanırım, “Sizler Hiç Yokken” albümüyle “Evim Neresi” albümleri. Çünkü “Evim Neresi” albümü, yani iki yıl önce çıkardığım solo albümüm, gerçekten hayatımda garip bir arayışa girdiğim ve ev denen şeyi (hala!) neresi diye aradığım döneme ait. Albümde “Ama Nafile” diye bir parça var, kendimi orada çok doğru ifade ettiğimi düşünüyorum. “Sizler Hiç Yokken”de “Ardışık” şarkısıyla kendimi hakiki ve içeriden ifade ettiğimi düşünüyorum.

En iyi anlatan şarkıyı geçiyorum o zaman, cevaplamış oldun sanki…

Dönem dönem değişiyor. Bir adama karşı aşkını en iyi anlatan şarkı hangisi dersen, “Sarı” albümümdeki “Güzel Adam” derim. O tamamen bir yalvarış şarkısı benim için. Kendi sancını en iyi anlatan şarkı hangisi dersen, “Ardışık” derim. Ne bileyim hasretini, aileye duyduğun hasreti dersen, belki “Ama Nafile” derim. Yeni bir hayat kurma isteği dersen, “Yeni Hayat “derim. Hepsinin bir meyali var aslında…

Bağlamsız sorular

Gümüşlük mü, İstanbul mu?

Gümüşlük.

Büyük ev mi, küçük ev mi?

Büyük ev.

En özel eşyan nedir?

Günlüğüm.

En kıymetli hatıran?

Çocukluğumda Soğukoluk’a giderken ağacın yapraklarının cama değidiği an. Yazmıştım, hiçbir zaman unutmayacağım diye, hala unutmam. Üstümde yeşil elbisem, yaylaya gittiğimiz için çok mutluydum. Yaşım 15 filandı.

Twitter mı, Instagram mı?

Instagram.

Yazmadığın şarkı hangisi?

Âşık olmadığım adam şarkısı. Daha âşık olmayı bekliyorum. Olduğumda yazacağım. (Gülüşmeler)

En çok hangi parçayı dinlediğinde kendini buluyorsun?

Her zaman değişiyor biliyor musun! Kendimi bulamadım bir, hala arıyorum, ararken çok fazla şarkı dinliyorum. Ama ruhumu dinlendirdiğim diye toparlayacak olursak, Erkan Oğur’un “Bir Ömürlük Misafir” albümü bende bitmez. Ve bitmeyecek ve özellikle “İki Keklik Bir Kayada” şarkısındaki ‘Emine hanım, konyak içmiş karyolada yatıyor’, orada karyolada konyağını içen Emine Hanım benim işte. (Gülüşmeler)

Hangi parçan içine sinmedi?

Herkesin bayıldığı ilk albümden bir şarkı var, Leyla. Leyla aşağı, Leyla yukarı ama bence Leyla olmadı…

Aşk acısı için favori şarkın nedir?

Ceylan’ın (Ertem) “Korsan” şarkısı, konserlerde çaldıklarını zannetmiyorum. Bir Cihan Mürtezaoğlu şarkısı olduğunu sanıyorum, onu açıp açıp ağladığım olmuştur. Bir de Ahmet Faik Dökmeci’nin “Rüya” şarkısı; onda pek ağlarım bir de benim kendi şarkılarımdan “Neden”i açıp ağladığım çok olmuştur. Burak Karakaş’ın “Saklandım” şarkısı da beni ağlatır.

Senin şarkıların daha çok gençleri mi çekiyor yoksa orta yaşlıları mı?

Gençleri. Ama bir de başka bir takım var, 50-60 yaş grubu, onlar da enterasan bir şekilde evlerinde sükunet içinde dinliyorlar. Bara gelmiyorlar ama Salon’da görüyorum onları mesela. ‘Jehan Salon’da, hadi gidelim’ diyen bir tayfa var daha yüksek yaş grubundan.

Sen gençliğinde kimleri dinlerdin?

Bülent Ortaçgil’i çok dinlerdim. Vedat Sakman, Mehmet Güreli dinlerdim. Sertab Erener dinlerdim. Fahir Atakoğlu’nun bütün melodilerini mırıldanarak ezbere söylerdim. Yabancılardan da Michael Jackson’ın bütün albümlerini ezbere bilir, danslarını herşeyini taklit ederdim. Delilik. Stevie Nicks, Sade, Guns’n Roses, Bonnie Tyler’ın nodüllerinin çıkmasıyla onu daha da çok sevdiğimiz yıllar. Annemlerin acayip caz arşivi vardı. Fransız “chansonlar, Charles Aznevour’lar, Nat King Cole’lar filan hepsi ezbere…

Çocukluk dramı biter mi sence?

Bitmez. Kabul edersin. Bir rafa koyarsın. Bitse biterdi. Belki çocuğun olursa biraz. Ama benim annemin dramına bakıyorum, bence bitmedi yani.

Sence en çok neden korkmalıyız?

Yaşayamamaktan. O kadar. Başka hiçbir şeyden değil. Ölmekten değil, hissen yaşayamamktan. Bir tane sebebin var, yaşamak. Beceremiyorsan, bir şey seni böyle tutuyorsa, ondan kork.

Sence pop mu yoksa politika mı daha güçlü?

İkisi de aynı. (gülüyor) Bak, po ve po… (gülüşmeler) hepsi madaba gidiyor.

Uyanır uyanmaz ne yaparsın?

Önce vücudumu yoklarım, her şey yolunda mı diye. Sonra hemen Norma’yı çağırım, sevgili kedimi. Çünkü uyandığıma çok sevinir. Ayağımın ucunda olur ve beni uyandırmamak için de çok dikkat eder. Norma deyince de hemen üstümde zıplamaya başlıyor. İlk yaptığım ona seslenmek, yani yanımda bir erkek yoksa.

Kadeh mi şişe mi?

Kadeh.

İnsanlar neden evlensin?

Manyaklar mı? Bir daha evlenmemelerini anlamak için herkesin bir kere evlenmesi gerekiyor.

O zaman insanlar neden evlenmesin diye değiştiriyorum soruyu.

Çünkü evlilik dünyanın en saçma sapan şeyi. Mengene. Bir kere öyle bir imza yüzünden birlikte olmaya çabalayıp, çoluk çocuk yapıp, ‘biz çok mutluyuz, başkalarıyla da birlikte oluyoruz’ müessesesi dünyanın en büyük yalanı. İnsan kendine düzgün bir yol arkadaşı bulsun, bu yol ömrün vefa ettiği son noktaya kadar gitmek zorunda değil. Ömrün içinde bir yoldur bu. O yolu birileriyle bir süre yürüsün. Sonra başka birileriyle yürürsün, bu daha değerli. Ben etrafımda evli olup mutlu olan görmedim...

Bir insanla ömrünü tamamlamayı isteyebilir yine de insan…

Ama sırf evliyim diye olmamalı. Bu nasıl bir baskı? Kocanla ayrı yataklarda yatıyorsun. Ben öyle bir evde büyüdüğüm için çok karşıyım buna. Kendi ailemde güzel bir evlilik görmedim, bir yalan izledim.

Peki sen severken en baskın duygun ne?

Acaba yarın sıkılacak mıyım? (Gülüşmeler) Yemin ediyorum bu. Çünkü sevmek istiyorum, bağlanmak istiyorum sonra böyle iki tane şey görüyorum, ‘yarın sıkılacak mıyım’ diyorum kendime. ‘Yalnız daha mı iyiydim’ diye sormaya başlıyorum. Naylon bir şey çıkmasından çok korkuyorum. Bana gösterdiği ve olduğu şey arasında dünya kadar fark olmasından çok korkuyorum. Genelde öyle oluyor.

Saçların mı, gözlerin mi?

Gözlerim.

Telefon rehberindeki en havalı numara kime ait?

Ajda Pekkan var, havalı bence… Çok var, ne desem acaba… Milletin delirdiği Cem Adrian’ın numarası var. Ortaçgil var, Erkan Oğur var. Bence çok havalı onların hepsi. Tabii ki Fırat’cığımın var. Fırat Tanış. Hepsinin var işte. Ama falcımınki de fena değildir…

Kimin numarası olsun istersin?

Ferhan Şensoy’un… Bayılırım ona!..

 

Yazarın Diğer Yazıları

Suç iki yüzlü olanda, sizde değil!..

İki yüzlülüğü parmakla göstermek, netliğe ve huzura kavuşmak için dolaysız bir seçenek gibi görünür. Dayanışma fakiri bir dünyada terk edilmiş insanlar arasında kendini terk edilmiş olarak tanımlayarak dengede görünme şansı sunar

Instagram kimliğin için tatilde ne yaptın?

Özellikle tatilde ihtiyaç var tanıklığa.. Ne aşk, ne eğlence tanık olmadan yaşanmış sayılmaz. Bu tanıklığın dümeni yine Instagram’da; özellikle de müzikli yerlerde. Havaya doğrultulan ya da burna sokulan cep telefonları yoksa, o eğlence yaşanmış sayılmıyor…

Yeni afyon: Kaynanadili ve Plantasia

YouTube’da milyonlarca tık alan kült klasiği “Mother Earth's Plantasia” albümüyle Mort Garson, “How To Make A Plant Love You” isimli yeni çıkan kitabıyla Summer Rayne Oakes, “Millenial” kuşağının yükselen zevk ve ihtiyaçlarına cevap veriyor…

"
"