11 Kasım 2024
Beş haftadır AKP- MHP ittifakının ‘neyin peşinde’ olduğunu çözümlemeye çalışarak yaşıyoruz. Mesele ilk başta ‘çevremizdeki savaş ve tehditlerin arttığı bir ortamda iç barış arayışı’ gibi sunulmaya çalışılmış olsa da iktidarı elinde tutanların Kürtlere ‘hakiki’ bir barışma önermek niyetinde olmadığı hızla ortaya çıkmaya başladı. CHP’li ve DEM Partili belediyelere kayyım atamalarıyla birlikte ‘sopa siyaseti’ bir kez daha devreye sokuldu. Kimilerine göre bu stratejinin hedefinde asıl olarak Cumhuriyet Halk Partisi’ni dağıtmak, insicamını bozmak var.
Sezgin Tanrıkulu bir Kürt ve 14 senedir CHP içinde Kürt kimliğine sahip çıkarak siyaset yapan bir hukukçu. Siyasete girmeden önce 2002- 2008 arasında Diyarbakır Baro Başkanlığı yaptı. CHP’de siyasete başladığı 2010’dan 2016’ya kadar İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı, yani tam da AKP’nin çözüm sürecini başlatıp bitirdiği dönemde. 2023 seçimlerine kadar kendisini hep İstanbul’dan aday gösteren CHP, bu kez onu Diyarbakır’dan aday gösterdi. O dönem Tanrıkulu’nun seçilemeyeceğini düşünenler çoğunluktaydı. Ancak Tanrıkulu 21 sene sonra CHP’ye Diyarbakır’da vekillik kazandırmayı başardı.
Tanrıkulu’nun CHP içinde Kürt siyasi hareketini en iyi tanıyan, onlarla en yakın ilişkileri kuran kişi olduğunu herkes bilir. Hatta onu hedef alan siyasi rakipleri zaman zaman bu ilişki üzerinden kendisini vurmaya çalışır.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ekim ayında 6 gün olarak planlanan ancak TUSAŞ saldırısı nedeniyle yarım kalan Güneydoğu ziyaretinin kurgusunun da Sezgin Tanrıkulu tarafından yapıldığını düşünmek için çok sebebimiz var.
CHP’nin iktidar tarafından içine ittirildiği türbülanslı siyasi sürecin nereye evrilebileceğini kestirmek zor. Çok başlı bir görüntü verdikleri şüphesiz. Ancak CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun da Sezgin Tanrıkulu’nun sezgilerini ve öngörülerini önemsediğini biliyorum. Tam da bu yüzden yaşananlarının yorumunu bir de ondan dinleyelim istedim. Bir Kürt olarak Devlet Bahçeli’nin çıkışını neden önemsediğini detaylıca anlattı. Ancak o da şu an için varılan durağın Erdoğan için ‘hayat boyu başkanlık’tan başka bir durak olmadığını düşünüyor.
- CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Diyarbakır’dan başladığı o gezi ‘el arttırma’ hamlesinin bir parçası mıydı?
Hayır, Genel Başkan bu geziyi ve Edirne'de Selahattin'le buluşmayı çok önceden planlamıştı. Benimle bu iki ziyareti arzu ettiğini konuşma tarihi haziran. Ama o süreçte bazı talihsizlikler oldu. Kaza geçirdi. Yurtdışı ziyaretleri oldu. Yoksa 1 Ekim’den çok önce planlamaya başlamıştık. 10 Ekim haftasında da yapamadık çünkü anıt açılışında mutlaka Ankara’da olmak istedi. Tabii bu gecikmeler nedeniyle “CHP Kürt gündemini geriden takip ediyor” diye düşünüldü. Ama kesinlikle böyle bir şey yok. O geziyi gerçekten iyi planlamıştık. Hem sorunu öğrenme hem güven verme hem de duygu ortaklığı yaratma konusunda önemli bir aşama olacaktı. TUSAŞ saldırısı olmasaydı da yedi günlük bir ziyaret gerçekleştirmiş olacaktık. Yakın tarihte CHP’nin bölgeye bu kadar uzun ve kapsamlı bir ziyareti olmamış. Sadece seçim dönemlerinde gidilmiş. Hatta son bir buçuk yıl içerisinde parti yönetiminden bölgeye gelen çok az siyasetçi var yani. En son parti sözcümüz Deniz Yücel Hakkari’ye gitmişti, o kadar.
Biz TUSAŞ saldırısını Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nden gelen bir mesajla öğrendik. Hemen Genel Başkanımız orada kendisine eşlik eden MYK üyelerini ve milletvekillerini topladı. O sırada henüz içerde rehineler olduğu konuşuluyordu. Beş kişinin yaşamını yitirdiği ve rehinelerin olduğu bir ortamda geziye devam etmenin doğru olmayacağı kararı alındı. Aslında ziyareti tamamlayabilseydik Türkiye açısından çok faydalı olacaktı. Genel Başkan sadece kanaat önderleri ve siyasetçilerle görüşmeyecekti, sınır karakollarına gidecek ve korucularla da görüşecekti. Roboski ailelerine de gidecekti. Sıfır noktasından Edirne'ye de Kars'a da İzmir'e de mesaj verecekti. Olmadı. Bu saldırı ve sonrasında yaşananlar da üzerine eklenince Türkiye başka bir gündemle karşı karşıya kaldı.
- O ziyaretin başlamasından bir gün öncesine, 22 Ekim’e dönelim. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Öcalan gelsin DEM Parti grup toplantısında örgüte silah bırakmaları için çağrı yapsın” sözlerine Özgür Özel partinizin grup toplantısında jet hızıyla yanıt verdi. Şu sözleri çok tartışıldı: “Devlet Bey, el yükseltiyorum. Ben de Kürtler'e devlet teklif ediyorum. Tam olarak kendilerini devlete ait hissetmeyen Kürtlere, Türkiye Cumhuriyeti’nin sahibi olmayı teklif ediyorum.” Karşı tarafın hamlesinin ne olduğunu biliyor muydunuz ki o sırada o kadar yüksekten cevap verme gereği hissetti Genel Başkanınız?
Genel Başkanın ifadesi aslında Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'nin Kürt meselesinde ortaya koyduğu vizyonu ifade ediyor. Bu meselenin özü nedir? Kürtlerin bu cumhuriyetle olan bağının zayıflamış olmasıdır. Kendilerini bu cumhuriyete ait hissetmeyen Kürtler vardır. “Benim de devletim” diyorlar mı acaba? Bunu soralım. Genel Başkanımız bunu ifade etti; Kürtler de “Bu devlet benim devletim” diyecekler.
- Diyemiyorlar mı şu an?
Diyemiyorlar. Benim şahsen “Kürtlerin bu devletle aidiyet sorunu var” dememin üzerinden belki 25 yıl geçti. O zaman Diyarbakır'ın barosu başkanıydım ve bunu bir röportajımda söylemiştim. “Kürtler duygusal kopuş yaşıyorlar” diye de eklemiştim. Halen de öyle. Hatta bu makas daha da açıldı. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2015- 2016’dan sonra izlediği siyasetle Kürtlerle devlet arasındaki makas daha da açıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bu 9 yıllık politikasında Kürtler son 40 yılın toplamı kadar zulüm gördüler.
- DEM Parti geçen hafta kendi üç belediyesine kayyım atanıncaya kadar ihtiyatlı bir iyimserlik sergiledi. Bahçeli’nin çağrısına karşı eleştirel bir pozisyon almadılar. Halbuki siz şimdi bu siyasi çizginin siyasetçilerinin son 9 senedir en büyük darbeyi alanlar olduğunu hatırlatıyorsunuz. O halde şunu soralım; bugün yeni bir barış projesi varsa DEM Parti’nin buna ilişkin soru işaretleri yok mudur? Yakın ilişkilerinizi bildiğimden size soruyorum bunu.
Kesinlikle var. DEM Partililerin de Kürt kanaat önderlerinin de hepsi dostlarım sonuçta ve temas edip konuşuyorum onlarla. Siyasetten önce birçok ortamda, sivil toplumda birlikte olduğumuz kişiler bugün DEM Parti içinde siyaset yapanlar. Hatta birçoğunun avukatlığını yaptım 2000'Li yıllarda. Selahattin'inkini yapmıştım mesela. Ahmet Türk 1994’te tutuklandığında keza. Şimdi siyaset yapan veya yapamayan ya da şu an yurt dışında olan pek çoğunun avukatlığını yapmışım ben. Osman Baydemir, Hatip Dicle var…
Bakın, Kürtler ‘barış’ kelimesini Kürtler kimden duyarlarsa duysunlar sırtlarını dönmezler. Ama bunun samimiyetini ölçerler. Böyle cepheden karşı çıkmazlar yani. Bakarlar, tartarlar. Sonuçta şu var; bizim sütten ağzımız yandı, yoğurt yiyip gerek yiyeceğiz. Ben de o duygu içerisindeyim. Hiç olmadık bir zamanda, hiç beklemediğimiz bir siyasi aktörden geldiği için daha dikkatli bakıyoruz şu anda. Bugüne kadar Kürt meselesinde kutuplaştıran, toplumda nefret söyleminin yayılmasına neden, yan sırada oturan siyasi partinin kapatılmasını isteyen bir lider bu. Hatta HDP'nin kapatılmasına ilişkin iddianamenin MHP Genel Merkezi’nde yazıldığına dair bilgi zaten var hepimizde. Yani HDP'nin kapatılmasını ve siyasetçilerinin tutuklanmasını isteyen bir siyasi parti liderinin “Öcalan gelsin burada konuşsun” diyerek barış ihtiyacına dikkat çekmesi önemli bir şey tabii ki.
- Bahçeli’nin “Öcalan gelsin Mecliste konuşsun” demiş olması birden HDP’nin kapatılmasına da karşı çıkmaya başladığı anlamına da gelmeyebilir. Nitekim 2013- 2015 sürecinde DEM’in öncülü BDP’ye bir anlamda bir ‘postacılık’ görevi verilmişti. CHP’nin ‘masayı Mecliste kuralım’ çağrısı havada kalmıştı. Bugün de Bahçeli “Ne Kandil ne Edirne” diyor. Selahattin Demirtaş’ı süreçten dışladığı gibi DEM’in konumundan da bahsetmiyor. Bu haliyle sivil siyaset açısından daha da geride bir yöntem gibi durmuyor mu Bahçeli’nin önerdiği?
Biraz önce söyledim; Bahçeli’nin barış ihtiyacına dikkat çekmesi değerli ve önemli. Ama çatışmanın sonlanması bakımından önerdiği yöntem son derece yanlış. Öcalan, evet bir siyasal aktördür. 25 yıldır hapistedir ama sonuçta kendi kurduğu örgütü üzerinde halen bir etkisi ve hakimiyeti vardır. Dolayısıyla kendi kurduğu örgütle ilgili bir söz söylemesi önemli. Ama en sonda söylenecek sözü en başta söylerseniz bu meselede travma yaşamış, bu meselenin yarattığı yıkım üzerinden öfke sahibi olmuş insanları barış isteğinin çok uzağına, hatta karşı tarafına itersiniz. Bahçeli’nin sözleri tam olarak buna sebep oldu. Başka bir kutuplaşma cephesine neden oldu; toplumsal barış konusu da kutuplaşma konularından birisine dönüştü. Oysa adım adım gidilmeliydi. Ben şimdi bugün ‘barış istiyoruz’ diyenden çok ‘böyle bir barış istemiyoruz’ diyen görüyorum.
- Hükümet sizce bu ortaya çıkan toplumsal homurdanmaları kesmek için mi apar topar Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in tutuklanmasına ve belediyeye kayyum atanmasına yol verdi? Nitekim sonra DEM’li Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine de kayyım atandı. Kayyım hamlesi toplumsal tepkiyi dizginlemek için miydi yoksa baştan zaten stratejinin bir ayağı da bu muydu sizce?
Adalet ve Kalkınma Partisi, 31 Mart yerel seçimlerinden sonra Kürt meselesinde ne yapacağını bilemez hale geldi. Bir taraftan bir seçim yenilgisi aldı, bir taraftan da güvenlik eksenli politikaların aleyhinde çalışmaya başladığını fark etti. Ama bu sefer de 1 Ekim’de başlatılan sürecin yöntemi nedeniyle belli toplum kesimlerini öfkelendirdi. Bu kayyım atamaları bir anlamda o öfkelenen toplum kesimlerine bir yanıt oldu. “Bakın biz aynı zamanda terörle mücadele ediyoruz, endişe etmeyin” denilmeye çalışıldı o kayyım atamalarıyla.
- “31 Mart seçimlerinin sonucunda AKP bir taraftan bir seçim yenilgisi aldı, bir taraftan da güvenlik eksenli politikaların aleyhinde çalışmaya başladığını fark etti” diyorsunuz. Yani “Kürt seçmen tabanını hızla kaybettiği için bu yola girdi” diyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?
Evet, Kürt seçmenin kendisinden koptuğunu gördü.
- O zaman size göre Kürtlerin DEM’e alternatif adres olarak AKP’yi görmeleri durumu bitti mi? AKP iktidara geldiği 2002’den beri durum buydu zira.
Bunun sonuna gelindi, evet. Kürtler için ikinci alternatif artık kesinlikle CHP’dir. Bütün kamuoyu yoklamaları da bunu gösteriyor zaten. Özgür Özel'in yapacağı gezi, bu duyguyu daha da güçlendirmeye dönük bir geziydi. “Türkiye partisi olarak bu meseleyi biz çözeceğiz” denildi, kısa kesip dönmek durumunda kalmasa Diyarbakır dışındaki diğer şehirlerde de bunu diyecekti. Özgür Özel’in Kürtlere hissettirmek istediği duygu “her biriniz artık eşit hissedeceksiniz” duygusuydu. Özgür Özel, o duyguyu yaratma konusunda bir çaba içerisinde. Ve ben görüyorum ki söylediklerimiz şu an eksik gelebilir ama CHP, bu duygu ortaklığını Kürtlerle büyük ölçüde kurmuş durumda.
Bakın Erdoğan bugüne kadar bu meseleyi hep kendi siyasal çıkarları için kullandı. Siyasi geleceği için kullandı. Şimdi de yine kesinlikle kendi gündemi var, kesinlikle. 2023 seçimleri öncesinde hükümetin ortaya attığı yalanı dolanı gören Kürtler Erdoğan'a bir daha nasıl güven duyacaklar? Sahte videolarla siyaset yapan bir liderliğe nasıl güven duyacaklar?
- Sizin geçenlerde bir televizyon yayınında kullandığınız bir cümle dikkatimi çekti. “Erdoğan hayatı boyunca başkan kalmak istiyor” dediniz. Yani size göre Erdoğan’ın hedefi ‘dördüncü kez değil hayat boyu başkan seçilebilecek bir ortam yaratmak’, öyle mi?
Ben, kesinlikle böyle düşünüyorum. Hatta Genel Başkanımız da böyle düşünüyor. Erdoğan'ın kafasındakinin ne olduğunu daha geçen hafta Devlet Bahçeli'nin söylediklerinden de biliyoruz. Ne dedi Bahçeli? “Erdoğan 2033'e kadar başkan kalsın” dedi. Söylediği tarihe dokuz sene var daha. Erdoğan’ın yaşı zaten şu anda 70. Ekleyin üzerine 9 yıl daha, Bahçeli’nin söylediği gibi. İşte zaten bu, ‘kaydı hayat’ şartı demek.
- Size göre Erdoğan tek bir sebeple Kürt meselesi gündemine döndü; yaşam boyu iktidarda kalmak için. Bunun için gereken Meclis aritmetiğini ancak AKP’den kopup CHP’ye yönelen Kürt seçmeni partisine geri döndürerek yapabileceğini bildiği için de barış istiyormuş gibi yapıyor. Şu ana kadar söylediklerinizi doğru özetleyebildim mi?
Aynen, temel sebep bunlardır. Yaşam boyu iktidarda kalabilmek için kendisinin Kürtlerle bir bağ kurması lazım. Temel motivasyonu sayısal. Anayasa değişikliği için de olası bir değişikliği halka götürmek için de Mecliste dörtte üç çoğunluğun üzerini yakalaması gerekiyor. Biz Bahçeli’nin laflarından da konunun bu olduğunu anlıyoruz.
- Ama Devlet Bahçeli bu cümleleri kurmadan çok önce erken seçim karşılığında anayasa değişikliğiyle kendisini yeniden seçtirme pazarlığına ilk yeşil ışık yakan Genel Başkanınız Özgür Özel olmuştu.
Bunu söyledi Özgür Özel ama bunu 2025 yılı için söyledi. “Gelin 2025 ekim ya da kasımında erken seçime gidelim” dedi. Bakın 2023 yılında Erdoğan’ın yeniden aday olması da anayasa bakımından sakıncalıydı.
- Ama CHP olarak bunu tartışmadınız dahi.
Evet, tartışmama karar aldı Kemal Bey.
- Sizce Erdoğan’ın 2023 seçimine girmesine itiraz etmemek doğru bir karar mıydı?
“Adalet ve Kalkınma Partisi ve liderliği, bu durumdan hep bir mağduriyet üretmeye çalışacak” diye düşünüldü. Ama sonuçta bugün bu anayasaya göre eğer bir daha aday olmak istiyorsa Meclisi feshetmesi ve erken seçim çağrısı yapması gerekiyor. Özgür Özel’in teklifi erken seçimin 2025’te yapılmasıyla ilgili, 2026 ya da 2027 ya da 2028’de yapılmasıyla ilgili değil.
- 2025’te Erdoğan’ın seçimi kazanamayacağından eminsiniz yani?
Biz kendimize güveniyoruz. Bu halk 2028'e kadar Erdoğan liderliğinde kalmasın diyoruz. “Sana 2025'e kadar süre veriyoruz” diyoruz. Biz siyaseten eğer bunu söylüyorsak, sonuçta iktidara gelmek amacıyla söylüyoruz. Onun liderliği bir dönem daha sürsün diye değil. Kendimizden eminiz. 2027’de ben de erken seçim istemem. 2025’te gelsin sandığı koysun. Ve biz bunu bugünden ilan edelim istiyoruz. Kendimize güveniyoruz. Şu anda Türkiye'nin birinci partisiyiz. Bütün anketler, çapraz anketler bunu söylüyor.
- Son dönemde açıklanan birkaç anket birinci partinin yeniden AKP olduğunu söyledi ama.
Değil, bize gelen anketler öyle değil. Geçen haftaki grup toplantısının kapalı bölümünde rakamları sundular. Onların en az 2 puan önündeyiz. Altı ayrı kamuoyu araştırması şirketinin ortalaması bunu söylüyor. Hatta bazı araştırmalarda 4 puan öndeyiz.
- Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a çağrı yaptığı 22 Ekim tarihinden beş- altı gün sonra enteresan bir şey daha oldu. Urfalı Şenyaşar ailesi, husumetli oldukları Yıldız ailesiyle siyasetçilerin arabuluculuğuyla barıştı. Şanlıurfa Valiliği tarafından düzenlenen barış yemeğine Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, iki eski bakan Bekir Bozdağ ve Abdülhamit Gül katıldı. DEM Parti’den ise geçen hafta yerine kayyım atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, Sırrı Süreyya Önder ve Mithat Sancar vardı. Siz de bu fotoğrafı bizler gibi hükümet bloğunun yeni çözüm arayışının bir ayağı olarak mı yorumladınız?
Tabii ki. Hatırlayın, 2018 seçimleri öncesinde Suruç’ta katliam gibi bir şey yaşandı sonuçta. Bizzat Erdoğan'ın koruması altında olan bir milletvekilinin çevresinin idari makamlar tarafından, yargı tarafından bu kadar çok korunuyor olması öfke yarattı. Sonuçta bu işi simge haline getirmiş bir anneden söz ediyoruz. Barış iyidir, ona diyeceğim bir şey yok. Ama benim adalet duyusu bakımından içime sinmeyen bir ortam var, onu söyleyeyim.
- Ama demek ki DEM’lilerin içine sinmiş ki o barışmada oradalar. Ahmet Türk’ten bahsediyoruz, Sırrı Süreyya Önder’den bahsediyoruz.
Bakın, her koşulda barış iyidir. Sonuçta bir anneden bahsediyoruz. Zaten oğlunu gömmüş, eşini gömmüş, gözleri önünde katledilmişler. Diğer oğlu cezaevindeyken ölmek istemiyor. Ben bu isteği çok haklı, çok insani, çok vicdani bulurum. Ama adalet duygusu bakımından da benim içime sinmeyen bir tablo. Şimdi o tabloda bir Ahmet Türk var, bir de Cevdet Yılmaz var. Birisi Bingöllü Kürt ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı. Birisi işte Kürt siyasetinin en saygın isimlerinden bir tanesi, halen sözü dinlenen biri. Bir şey söylediği zaman herkesin dönüp baktığı saygın bir isim. Hatta geçen hafta Bahçeli de ondan söz ederken onu kırmayacak ifadeler kullandı.
- Tam olarak şunu söyledi Bahçeli; “Ciddi sağlık sorunları olan, yaşı kemale ermiş olan, köklü bir aileye mensup Kürt ağası sayın Ahmet Türk’ün istismar edilmesi, İmralı’yla DEM Parti arasına çomak sokmak sinsiliği, CHP’nin başını çektiği kara kampanyanın dış bağlantılı mahsulüdür.” Yani “kabahat CHP’de” diyor.
Bahçeli ne yapmak, nereye varmak istiyor, bilemiyorum. Ama bu süreçte CHP’yi hedef göstermek, CHP’yi çözümü engelleyici bir faktör olarak göstermek çok ucuz ve toplumda da hiçbir karşılığı olmayacak bir kara propaganda. AKP- MHP Kürt meselesinin demokratik çözümü için hangi adımı attı? Samimi olsalar, bir adım atsalar, CHP toplumsal barış için Mecliste beş adım atar.
Ahmet Türk bahsine gelince; Bahçeli’nin 1 Ekim’den beri yaptığı çıkışlarla yarattığı kutuplaşma, iktidara yeniden kayyım uygulamasını başlatma alanı da açmış olabilir. Bahçeli bunun için mi bu çıkışları yaptı? Sanmıyorum. Ama öyle anlaşılıyor ki, iktidar, Bahçeli’nin yarattığı tepkiyi kayyımla dindirmeye çalışıyor veya fırsatını bulmuşken kayyım atıyor. Dolayısıyla Ahmet Türk’ün ismini istismar eden birileri varsa, o da iktidar koalisyonu içindedir. Biz elbette bu hukuksuzluk karşısında Ahmet Türk’le de Gülistan Sönük’le de dayanışırız. Halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atamak, halkın seçme ve seçilme hakkını rafa kaldırmaktır. Biz bunu kabul etmeyiz. Karşı durmaya da devam ederiz. Sorgularız, herkes de sorgulamalıdır.
- DEM Partililer de sizin kadar sorguluyor mu?
Bence onlar da sorguluyor tabii ki. Türkiye’nin toplumsal barışa duyduğu ihtiyaçla iktidarın çizmeye çalıştığı rota arasında büyük bir fark var. Yani iktidar toplumun ve Türkiye’nin değil, kendisinin ihtiyaçlarına göre hareket ediyor. Bu sadece AKP iktidarıyla sınırlı bir hata da değil. 1990’lı yılların başında bu sorunun çözümü için yol alınabilecekken, tamamen askeri yöntemlerle bambaşka bir yol çizildi. Bir milyonu aşkın insan yerinden edildi. Faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, yargısız infazlar…Nihayetinde Öcalan da yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Peki bitti mi? Tedavisini yapmadığınız yaraya pansuman işler mi! Veya “açık bırakalım yarayı, kendiliğinden kabuk bağlar” diyorsunuz. AK Parti’nin ilk yıllarında yaptığı buydu. Peki kabuk bağladı mı yara? 2003’te ABD’nin Irak işgaline kadar da bu meseleyi bölgesel boyutta çözmek Türkiye’nin elindeydi. Ama bu yapılmadı ve sonuçta 2010’larda meselenin Suriye boyutu, 2020’li yıllarda da İran boyutu eklendi ve iş Türkiye’nin kontrolünden çıkmaya başladı. Halbuki Türkiye kendi içinde demokratik bir çözüm modeli geliştirseydi bugün Suriye veya İran Kürtlerinin bir kazanım elde etmesine kâbus senaryosu olarak bakılmazdı. Türkiye artık bu sorunla 2030’lara yol alamaz.
- Kürtlerin ‘Büyük Kürdistan’ dediği parçaların Türkiye dışındaki ülkelerde statü kazanma yolunda olduğundan bahsederek tam olarak ne demek istiyorsunuz?
Bu ülkeyi yönetenlerin tarihsel korkularının, barışçıl ve demokratik yöntemlerle bertaraf edilebileceğinden bahsediyorum. Eğer Saddam Hüseyin Kürtlere zulmetmeseydi, ABD işgal güçlerine ilk direnen Kürtler olacaktı. Eğer Beşar Esad Kürtlere zulmetmeseydi, Kürtler dışsal tehditlere karşı Şam’ın yanında yer alırdı. Aynı şey İran için de geçerli, Türkiye için de. Kürtler yaşadıkları ülke sınırları içindeki devletleri kendi devletleri olarak göremiyorlar. O yüzden Özgür Özel, “Kürtlere devlet teklif ediyorum, Türkiye Cumhuriyeti devletini” dedi. Bu, iktidarın uygulamaları sonucu Kürtlerin devletle olan duygusal bağının ne kadar zayıfladığına işaret etmek için söylenen bir sözdü ve son derece yerindeydi. Sayın Bahçeli “İç cepheyi güçlendirelim” diyor. Evet, biz de diyoruz ki; bunun yolu Kürtlerin seçme ve seçilme hakkını askıya alan kayyım uygulamalarıyla, baskılarla, zulümlerle, şantajlarla, ağzını açana ‘terörist’ yaftası yapıştırmakla olmaz. Evet, iç cepheyi güçlendirelim ama bu ancak tüm yurttaşlar kendilerini eşit, özgür hissettiklerinde mümkün olur. Herkes bu devletin kendi devleti olduğunu hissettiğinde iç cepheniz güçlenir. Aksi halde bölünme, dış müdahalelerden etkilenme korkusu devam eder.
- Devlet Bahçeli’nin henüz o meşhur Öcalan çağrısını yapmasından 12 gün önce Amberin Zaman Al Monitor’da Öcalan’ın Kandil’deki PKK yöneticileriyle telefonla görüştürüldüğü iddiasına yer verdiği bir haber yazdı. Haberde şu ifadeler yer aldı: “Al Monitor, Kandil’deki PKK kaynaklarıyla da WhatsApp üzerinden iletişim kurdu. Kaynaklardan biri, ‘Yeni bir barış sürecinin başladığını söyleyebiliriz’ dedi.” Oysa o sırada henüz Öcalan avukatları ve ailesiyle dahi görüştürülüyordu. Yeğeni Ömer Öcalan’a ancak 24 Ekim’de İmralı’ya gitme izni verildi.
PKK o iddiayı yalanladı. Öte yandan o sırada, Öcalan 44 aydır avukatlarıyla ve ailesiyle görüşmüyordu. Ama onlarla görüşmüyor olması devlet yetkilileri görüşmediği anlamına gelmez. Bence mutlaka bir temas vardır. Zaten her gün devlet yetkilileriyle beraber aslına bakarsanız. Tabii ama benim kastettiğim temas cezaevi müdürünün ötesinde bir temas. Bugün düzeyini bilmesek de bir takım devlet görevlileriyle görüştüğünü tahmin edebiliriz. Zaten eğer bu görüşmeler yapılmıyorsa, o da devlet bakımından bir eksikliktir. Ama sonuçta bu görüşmeler oluyorsa bile Öcalan Bahçeli'nin bu söylediği sözler karşısında şaşırmıştır.
- Samimiyetine inanmış mıdır peki?
Ben en başta söyledim, Devlet Bahçeli gibi bir liderin sınırlarımızın ötesindeki gelişmelere dikkat çekerek iç barışa ihtiyacımız olduğuna vurgu yapmasını çok değerli buluyorum. Çünkü bir kaygıyı ifade ediyor. İç barışımızda bir sorun olduğunu da teslim ediyor, yani bunu yıllar sonra da olsa görmüş olması önemli. Türkiye'nin bu meseleyi artık taşıyamadığını görmüş olması kendi içinde çok değerli ve önemli. Dolayısıyla bu artık geri dönülmez bir noktadadır. Ama bana gör Bahçeli’nin önerdiği yöntem doğru bir yöntem değil. Kaç kez silah bıraktırma deneyimleri oldu ve doğru yöntemlerle ilerleyemediği için hep akamete uğradı. Toplumsal barış ihtiyacına dikkat çekeceksiniz ama önerdiğiniz yöntem toplumsal kutuplaşmayı ve karşı cepheyi çok daha tahkim edecek. Bu doğru değil. Yani dikkat çektiği ihtiyaç doğru ama önerdiği yöntem doğru değil.
Bir de tabii asıl muhatap kim? Bahçeli’nin sözlerinin asıl muhatabı Adalet ve Kalkma Partisi ve Erdoğan’dır. Oysa onlar vekil tayin ettikleri Bahçeli üzerinden bir siyasi risk üstlenmeden adım atmaya çalışıyorlar. Bahçeli söz söylüyor, onu ölçüyorlar, anında bir cevap vermiyorlar, bir hafta on gün sonra sahipleniyorlar. Karşıtlık görünce de Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i tutuklatıyor, işte Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün yerine kayyım atıyorlar.
Bakın, siyasi simgeler çok önemlidir. Kayyım atadığınız Mardin’deki siyasetçi kim? Ahmet Türk. Bu süreçte kendisine mutlaka ihtiyaç duyacağınız bir siyasi aktör. Yine kayyım atanan Halfeti neresi? Öcalan’ın memleketi. Üç DEM Parti belediyesine kayyım atadığınız tarih nedir? 4 Kasım, yani Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarının 2016’da gözaltına alındığı tarih. Tam da o gün yapıyorsunuz. Bunları böyle tesadüfen olduğunu ben düşünmüyorum. Bu kadar çok tesadüf bir arada olmaz yani.
- Eğer hakikaten bu semboller üzerinden Adalet ve Kalkınma Partisi bir mesaj vermek istediyse, nedir o mesaj?
Kürtlere şunu diyorlar; “Bize mecbursunuz, bizim dediğimiz çizgiye gelmezseniz daha da kötüsünü yaparız.” İşte bizim karşı olduğumuz yöntem bu çünkü bu yöntemle barış gelmez. Bu bir siyasi şantajdır. Adalet Kalkınma Partisi’nin bu tür siyasi şantajlarına ben şaşırmıyorum. Dediğim gibi bu son süreçte tek şaşırdığım şey Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclise davet eden sözleri oldu.
- Ekrem İmamoğlu’nun Esenyurt Belediyesi önündeki protestosuna DEM Parti Eş Başkanı Tülay Hatimoğulları da katıldı. CHP otobüsünün üzerinde konuştu. Sonra Genel Başkanınız Özgür Özel, Ahmet Türk’le dayanışmaya Mardin’e gitti. DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’ın o gün orada sarf ettiği “Ne kayyum ne de zulüm Kürdistan topraklarında asla karşılığını bulmayacaktır” sözleri nedeniyle soruşturma başlatıldı. “Bütün bunlar CHP bu kareye girsin” diye kurgulanıyor diye düşünenler var. Hükümet günü geldiğinde CHP’yi ‘bölücülükle’ suçlayabilmek için siyasi bir tuzak mı kuruyor olabilir mi size göre de?
Biz, Kürt seçmenlerle kurduğumuz bağdan rahatsız değiliz ki. Bizim kurduğumuz bağdan rahatsız olan Adalet ve Kalkınma Partisi. Tülay Hatimoğulları’nın CHP otobüsü üzerinden Esenyurtlulara hitap etmesi ve bu haksız uygulamaya karşı çıkması bizim açımızdan değerli bir şey. Genel Başkanımızın Ahmet Türk'ün görevden alındığını öğrendikten sonra oraya giderek Ahmet Türk'le birlikte bu hukuksuzluğa karşı çıkmış olması son derece değerlidir. Adalet ve Kalkınma Partisi bundan da rahatsızdır. Tuncer Bakırhan'ın açıklamaları kendisini ilgilendiren bir şey, kendi değerlendirmesi. Onu değerlendirmek bana düşmez. Genel Başkanımız, Mardin’de kendi konuşmasını yaparken Bakırhan’ın değerlendirmelerinden habersizdi. Sanki haberi varmış gibi yansıtılması çok hakkaniyetsiz. Zaten öğrendikten sonra da o görüşlerle mutabık olmadığını ifade etti.
- Ama sonuçta AKP 2023 seçimleri öncesinde CHP ile DEM ilişkisini negatif propaganda malzemesi olarak kullandı ve büyük ölçüde başarılı oldu. Korku siyasetinin bugün yeniden çalışmayacağı konusunda nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Çalışmaz. Sonuçta Adalet ve Kalkınma Partisi'nin mutlak liderliğinde yapılan bir seçimdi. Erdoğan bir kere daha seçildi, parlamentoda çoğunluk elde ettiler. Ama seçmen o seçimden sadece 10 ay sonra Adalet ve Kalkınma Partisi'nden ‘dur’ dedi. Biz de Kürt seçmenle ya da DEM Parti ile kapalı kapıları arasında saklı gizli ilişki kurmadık. Açık yaptık sonuçta. Genel Başkanımız hep şunu ifade etti; “Eğer biz DEM Parti’yle bir iş birliği yapacaksak, Kürt seçmenle iş birliği yapacaksak bunu milletten saklayarak yapmayacağız.” İşte Esenyurt’ta yaptığımız ‘kent uzlaşısı’ ortada. İstanbul’da Kürt seçmen en kıymetli aktörlerden birisi adayken, gitti Ekrem Bey’e oy verdi. Eğer bu strateji doğru işletilseydi Arnavutköy’ü de alacaktık, belki Fatih’i de alacaktık. Belki 26 belediye 32’ye çıkacaktı. Bizim seçmenimiz de 31 Mart sonrasında bu strateji sayesinde iktidara yaklaştığımızı gördü. Parti içerisinden veya parti dışından bu sizin hatırlattığınız türde rahatsızlıkların ifade edilmesini CHP'nin başarılı olmasıyla ilgili buluyorum ben.
- O zaman Esenyurt olayı sonrasında CHP Genel Merkezi’nde “DEM Parti ile ilişkimizi gözden geçirelim” türünde bir tartışma başlamadı, öyle mi?
DEM ayrı bir siyasi partidir, kendisinin ayrı bir siyasi parti programı vardır, ayrı hedefleri vardır. CHP ayrı bir siyasi parti. Ama sonuçta Türkiye'de demokratikleşme, toplumsal barış, adalet arayışı gibi konularda iş birliği olabilir. Nitekim işte yerel seçimlerde o iş birliği belli yerlerde oldu ve bize kazandırdı. Şu an ‘buradan geri adım atalım’ gibi bir tartışma yok. Bu şartlar içerisinde biz doğru yaptığımıza inanıyoruz. Ama siyaset değişebilir. Bir önceki çözüm sürecine geri dönmek istiyorum. 2012 yılında ben CHP Genel Başkan Yardımcısıydım. Hükümet süreci başlattığında biz parlamentoyu adres gösterdik. O zaman Meclis Başkanı olan Cemil Çiçek'e gittik CHP olarak. “Biz AK Parti’yi ikna edersek toplumsal mutabakat için, Mecliste çözüm için de- facto bir komisyon kurar mısınız?” diye sorduk. “Gidin AK Parti’yi ikna edin, ben kurarım” dedi. Esaslı bir metin hazırladık ve birçok kesimden de görüş aldık ve o çerçeve metnini hazırladık. 12 Haziran 2012 tarihinde Erdoğan'dan randevu istedik. Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu ile gittik ve teklifimizi sunduk. Cevap olarak “Biz bu çalışmaları AK Parti ve CHP olarak Meclis dışında yapalım” dediler. Dolayısıyla da o komisyon kurulamadı. Meğerse o sırada Öcalan'la bir görüşme varmış. Genel Başkanımız Kılıçdaroğlu, “Ben sana açık çek veriyorum” dedi. O da karşılığında “Senin çekine gerek yok” diyerek elinin tersiyle itti.
Hem kayda geçsin hem de yayınlasın diye söylüyorum. 21 Mart Nevroz’unda Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın mektubunu okudu biliyorsunuz. O çağrıya paralel olarak MİT’te bu işin hazırlığı yapılırken bir parlamenter komisyon kurulması konuşulmuş. Açık kaynaklardan konuşuyorum. MİT’te “Nasıl bir komisyon olmalı?” diye tartışılırken “Sezgin Tanrıkulu’nun 25 milletvekiliyle parlamentoya sunduğu araştırma önergesi var, o araştırma önergesini temel alalım” demişler. Sonra birden bir salı günü bir haber geldi bize. Dediler ki “Adalet ve Kalkınma Partisi Ramazan Can'ın önderliğinde CHP'nin önergesine imza atıyor. CHP'nin önergesini kendi önergeleri olarak Genel Kurul’a getirecekler.”
- Nasıl yani?
Sorun şu; bizim önergemizi indiriyorlar. Oysa kendi önergelerini aynı şekilde yazıp kendileri getirebilirler. Aynısını yazarlar, bir cümlesini değiştirirler, kendi grup önerileri olarak getirebilirler. Onu yapmadan bizim önergemize imza atıyorlar. Bu aslında Meclis tahammüllerine de aykırı bir şey yani.
- Bunu neden yapıyorlar?
CHP zor durumda kalsın diye. Ben hemen AK Parti Grup Başkanvekili Ayşe Nur Bahçekapılı’yı aradım. BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken’i de aradım Ayşe Nur ile konuşması için. İdris bana döndü ve dedi ki “Vallahi ikna edemedim.” Ben yeniden aradım Ayşe Nur’u ‘yapmayın’ diye. Dedi ki “Size gol atacağız.” Dedim ki ona “Bak bu gol meselesi değil, yazık edersiniz.” Nitekim benim birinci imza sahibi olduğum, komisyon kurulmasına ilişkin önergeyi kendileri getirdiler. Tabii bu şartlarda CHP üye vermedi o komisyona çünkü bizim önerdiğimiz yöntemin dışında kuruldu. Kürt meselesi çözülecek diye büyük bir heyecanın olduğu bir dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi ‘bunun siyasi rantını sadece ben alacağım’ diye Meclis hattını heba etti. Bütün ihtiyacımız o gün de aynı şeydi bugün de aynı şey; barış süreçlerinde siyasi aktörler önemlidir ama toplumsal bir mutabakat olacaksa gelin bunu parlamentoda güvence altına alalım. 2013’te parlamentoyu işin içine katmadılar. Bugün yine mesele aynı.
- Sizce işin parlamento boyutu konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Devlet Bahçeli aynı sayfada mı? “Erdoğan için bu mesele hayat boyu iktidarda kalmanın anahtarı olmaktan ibaret” dediniz. Peki ya Bahçeli’nin hakikaten de bir iç barış derdi var mı?
İlk günlerde sanki Bahçeli ‘devletin geleceğini’, Erdoğan da kendi geleceğini kurtarmak için böyle bir yola girer diye düşünülüyordu. Yani Erdoğan kişisel, Bahçeli ise daha devlet merkezli düşünerek Kürt sorununun çözümü konusunda bir yol arayışında, diye düşünülüyordu. Fakat geçen haftaki konuşmasıyla Bahçeli aslında bütün meselenin Erdoğan’ın yeniden seçilmesini sağlayacak anayasal düzenleme olduğunu bir bakıma gösterdi. Ayrıca aynı Bahçeli, “Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Kürt sorunu yoktur” dedi. Sorun yoksa, çözüm de yoktur. O yüzden ben diyorum ki; bence onda da niyet yok.
Keza, bakın, Selahattin Demirtaş Kürt siyasetinin son yıllarda ortaya çıkardığı en etkili isimlerden biri. Tam 8 yıldır hapiste olduğu halde toplum üzerinde, yeni kuşaklar üzerinde çok etkili. Eğer bu meseleyi çözmeye niyetiniz varsa, Demirtaş ve arkadaşlarını serbest bırakıp yeni bir rüzgâr estirirsiniz. Bu yapılması en kolay ve hukuken de gerekli olan bir adımken, neden Edirne- İmralı ikiliği yaratmaya çalışıyorsunuz? Öcalan’ı Meclis’e davet edip, Meclis’ten alıp hapse götürdüğünüz Demirtaş’ı niye bırakmıyorsunuz? Kaldı ki Demirtaş kara propaganda ile hedef gösterildiği suçlardan değil TBMM de ve meydanlarda söylediği görüşlerinden ceza aldı ve uygulanmayan AHİM kararı da var. Buna özellikle dikkat çekiyorum, çünkü bunların hepsi birer samimiyet testi, birer turnusol kâğıdı.
- Selahattin Demirtaş size göre de Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği için mi cezaevinde?
Erdoğan’ın kişisel kin ve öfkesi söz konusu olduğunda, devlet aklını nasıl bir kenara bıraktığını çok iyi biliyoruz. Elbette Demirtaş’ın hapiste olmasının en büyük nedenlerinden biri Erdoğan’ın kişisel öfkesi. Ama diğer yandan da Türk ve Kürt toplumunu etkileyen, hayatı boyunca eline hiç silah almamış, hukukçu, genç, on parmağında on marifet, hitabeti güçlü bir Kürt siyasetçinin öne çıkmasını da istemiyorlar. Bu yüzden Demirtaş’ı sistematik olarak şeytanlaştırmaya çalıştılar. Ama sonuç ortada, Demirtaş’ın popülaritesi, ona saldırıldıkça artıyor, artacak. O hapiste tutuldukça daha da büyük, daha etkili bir aktör olacak.
- Peki partinizin içinde bir liderlik yarışı var mı yok mu? Siyasi bir gelişme olduğunda Özgür Özel bir tepki veriyor. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş ayrı ayrı tepki veriyor. Ve bazen de hepsinin tepkilerinin içeriği ve tonu farklı oluyor. Dolayısıyla da ‘çekişme görüntüsü’nün tam olarak önüne geçilemiyor. Dışardan görüntü bu, içerden nasıl görünüyor?
CHP çoğulcu bir parti. Her konuda herkes aynı düşünmüyor ama sonuçta herkes bu çatı altında siyaset yapıyor. İkisiyle de birebir görüşen biri olarak ve konulara dair bilgi sahibi olarak söylüyorum Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel arasında yoldaşlık hukukunun gerektirdiği ölçüde bir bağlılık var. Ben içerden bildiğimi, gördüğümü söylüyorum. Mutlaka birbirlerine danışıyorlar, bir eleştiri de varsa bunu o yoldaşlık uyarınca birbirlerine söylüyorlar. Şunu söyleyebilirim; başka bir liderlik arayışı olduğu konusunda ortaya çıkan söylentiler doğru değil. Siyasi gündemle ilgili çok kritik konularda Özgür Bey hem Ekrem Bey’in hem Mansur Bey’in görüşünü alıyor. Bunu, bilgiyle söylüyorum.
- Esenyurt’a kayyım atanmasına tepki ve Ahmet Özer’e sahip çıkma konusunda Mansur Yavaş’ı ikna etmeye mi çalıştı Özgür Özel?
Mutlaka konuşmuşlardır. Nitekim Mansur Bey ertesi günde yani sonuçta beş maddelik esaslı bir açıklama da yaptı. Esenyurt’a bir cenaze töreni nedeniyle gelemediğini de açıkladı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanımız Mansur Yavaş parti hukukunu iyi bilir ve ben bugüne kadar ona ters düşen bir şey yaptığını görmedim. Bizlerin bazen bazı konularda yöntem konusunda ayrı düştüğümüz olabilir. Ama sonuçta hepimiz CHP çatısı altında siyaset yapıyoruz ve CHP'yi iktidar yapmak için çabalıyoruz.
- Mansur Yavaş’ın CHP’den kopmasına kadar gidebilecek bir rahatsızlık içinde olduğunu düşünmüyorsunuz, öyle mi?
Kesinlikle. Öyle bir süreç onun aklından bile geçmiyordur. CHP dışında bir siyasi arayışı olduğu düşünmüyorum. Hatta böyle bir arayışı olmadığı konusunda bir şüphem yok. Benim gördüğüm; Mansur Bey’in CHP dışında bir arayışı, bir fikriyatı, bir çalışması kesinlikle yoktur. En azından bugün itibariyle söylüyorum.
Genel Başkanımızın bütün belediye başkanlarımızla yakın diyaloğu var. En kritik anlarda hepsiyle görüşür. Sadece Mansur Bey değil, Mersin, Adana, İzmir, Aydın Belediye Başkanlarımız önemli siyasi aktörlerdir.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |
Emevi Camii’ne girip namaz kılma opsiyonu zaten olmadığı için soruyu şöyle sorayım; Esad düştükten sonra Şam’a giderek sokakta Colani ile birlikte gezen ilk üst düzey yabancı yetkili CIA Direktörü William Burns olsaydı ne düşünürdük?
“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”
“Buzdolabından çıkan bir şey yok, buzdolabındaki çürümüş gitmiş. Kürtler ‘Türk milleti’nin zaten asli unsuru; birçok ulus yok, tek bir ulus var, Öcalan’ın söyledikleri kabul edilebilir değil. Ama Anayasa’da etnisiteden arındırılmış bir Türk vatandaşlığı tanımı yapılabilir… Seçim yenilenirse Erdoğan bir kez daha ama son kez aday olabilir, Anayasa’nın tanıdığı istisna tek defalıktır”
© Tüm hakları saklıdır.