08 Nisan 2024
31 Mart 2024 seçimleri, Türkiye siyasi tarihinin önümüzdeki yirmi yılına etki etmesi muhtemel siyasetçi kadroların sahneye çıkışı açısından ayrı bir anlam taşıyor. Bazılarının zaten çıkmış oldukları o sahnedeki iddiaları, seçim sonuçlarıyla birlikte kademe atlamış oldu. İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, 31 Mart gecesinden beri ileri düzeyde temkinli sözler sarf edip, 2028’de Tayyip Erdoğan karşısına cumhurbaşkanlığı için rakip olarak çıkma arzusundan hiç bahsetmese de ülkenin her köşesinde bir haftadır başka bir şey konuşulmuyor. Daha doğrusu, seçim sonuçları konuşulurken mevzu ister istemez oraya varıyor. Tam da bu yüzden eşi Dilek İmamoğlu, bugün artık ülkenin en çok merak edilen insanlarından biri.
Dilek İmamoğlu ile bu söyleşiyi aslında 8 Mart Kadınlar Günü’nden beri planlıyoruz. Takvimi uyduramadığımız için bugüne kaldı, iyi ki de kalmış. Zira kuvvetle muhtemel Dilek İmamoğlu’nun 31 Mart’tan önce burada okuyacaklarınızın çok büyük bölümünü bu kadar açıklıkla dile getirmesi mümkün olmayacaktı. Bu söyleşi sayesinde Türkiye, Ekrem İmamoğlu’nun geçen hafta kaybetseydi dahi ‘bu yoldan’ dönmeme kararlılığında olduğunun teyidini bizzat eşinden almış olacak.
İlk kez tanışıp konuştuğum Dilek İmamoğlu, ‘kimseye eyvallahı olmayan insan’ tabirinin canlı formu diyebiliriz. Hem de bu noktaya küçücük yaşından itibaren baba evinde çatışa çatışa geldiği için o mağrur hali çok da sahipleniyor.
Kendini, ailesini, Ekrem Bey ile ilişkisini, duygularını filtresiz bir yerden anlatmaktan imtina etmeyişi, siyaseti izleyen herkes için sürprizli bir durum olacaktır. Ülke uzun zamandır bizi yönetenlerin hayatlarının konuşulamadığı kripto bir anlayışa kilitlendiği için Dilek Hanım’ın İmamoğlu evinin içinde yaşananları şeffaf biçimde aktarabilmiş olmasını tahmin ediyorum, ki hayret ederek ama çokça da gülümseyerek okuyacaksınız. Bir de tabii, Dilek İmamoğlu’nun siyasetin ne kadar içinde olduğunu ilk kez bu kadar net anlayacaksınız belki de…
Fotoğraflar: Derya Aydoğan
- Pazar akşamından başlayalım. 31 Mart nasıl duygularla başladığınız bir gündü ve nasıl tamamladınız?
Pazar günü sabah ben uyandım, bahçeye çıktım. Hava çok güzeldi sizin de bildiğiniz gibi. İki tane papağan kuşu gelmiş bizim bahçeye. Aslında bizim bahçeye de devamlı geliyorlarmış ama nedense o gün fark ettim. Bir paylaşım yaptım kendi özel sayfamdan, “Baharın müjdecileri geldi” diye. O gün gerçekten bir bahar geldi. Pazar günü elbette ki heyecanlıydım. Ama bu heyecan çok değişik bir şey, içinde bir endişeyi de barındırıyordu. Bu seçimi elbette alacağımızı biliyordum ama bir endişe de vardı o gün.
- Endişeliydiniz ama yine de emindiniz Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul seçimini kazanacağına. Nasıl bir farkla kazanmasını bekliyordunuz?
Ben kendime göre yüksek bir oran koydum ve bunu herkese söyledim; yüzde 60... Dedim ki; “Tabii birçok partiden adaylar olduğu için yüzde olarak onu tutturmak zor ama yine de ben hedefi oraya koyacağım. Şimdi siz buradan biraz aşağı inebilirsiniz. Birazcık aşağı inmenize izin veriyorum.”
- İddialı bir hedefmiş yüzde 60.
Biz bu dönem Ekrem ve ben ayrı ayrı çalıştık. Sahada gördüklerim sayesinde öyle bir hedef koydum. İnanılmaz kucaklandım. İnsanların gözlerindeki enerji oydu. Artık tamam, bu iş olmuş bitmiş, alabiliyorsunuz o enerjiyi onların gözlerinden. O sevgi alışverişini görünce orada artık şüpheye götürmeyen bir durum söz konusu olduğunu anladık. Ben ona dayanarak aslında o oranı koydum. Ben tabii anketçi değilim, yanılma payı olabilir. Ama kendi sezilerimle, kendi hissiyatımla koymuş olduğum bir yüzdeydi o. Seçimden önceki cumartesi günü sürekli kendime soruyorum; “Dilek, içindeki his ne diyor sana?” İçimde böyle garip bir his var huzursuz eden. Onun cevabını bulmaya çalıştım hep. Aslında bugüne kadar yaşadığımız o öğrenilmiş çaresizliğin içimizde bırakmış olduğu boşluğun kendisiydi belki o hissi yaratan. Akşama doğru, saat 17.00 olmadan, yani oy kullanma bitmeden ve sandıklar açılmadan o duygu tamamen içimden aktı gitti. İnsanlar oylarını kullandı. Sanki o bilgi geldi ve benim içimdeki o endişe, o boşluk duygusu tamamen aktı gitti. Ve tabii ki çok da güzel bir sonuçla karşılaştık pazar gecesi. İstanbul bazında çok fazla şaşırmadım, çünkü dediğim gibi zaten beklediğim bir şeydi. Ama bize sürpriz yapan bir iki tane çok güzel ilçemiz oldu. Onlar bizi çok sevindirdi. Havaya uçtuk hep beraber.
- Bir iki sürpriz ilçeyi de çok zorladı CHP. Fatih’te mesela, Ekrem Bey’in çok yakın çalışma arkadaşı Mahir Polat sadece 2,5 puan farkla kaybetti.
Kafa kafaya geldik ama bize geçemedi Fatih. Ama hiç önemli değil. Bence biz orada adayımızla birlikte bir mucizeyi başardık. Bu güven duygusu, bu inanmışlık duygusu, Fatih'i alamasak bile o kadar insanın güvenerek oy kullanması inanılmaz mutluluk verici.
- Biraz önce hatırlattınız, bu kampanya sırasında eşinizden ayrı saha çalışmaları yaptınız. Yirmi senedir Adalet Kalkınma Partisi’nin yönettiği ilçelerde, mahallelerde çok dolandınız. Bugün sonuçların detaylı analizi yapıldığında, aslında AKP’den CHP’ye oy geçişinin henüz minimal bir aşamada olduğunu söylemek mümkün. AKP’li seçmen daha ziyade sandığa gitmeyerek bu sonuçlara katkıda bulunmuş gibi gözüküyor. Ama sandığa giderek ya da gitmeyerek iktidar partisinin politikalarından duyulan hoşnutsuzluğu ortaya koymuş oldular. Bugüne kadar partinize karşı mesafeli duran seçmenlerdeki hareketi, siz ne şekilde fark ettiniz sahada? Size nasıl mesajlar verdiler?
Evet, gerçekten o kesimler bugüne kadar bizim partimize çok mesafeli duran kesimlerdi. Ama sahaya indiğinizde böyle olmuyor, insanlarla kucaklaştığınızda böyle olmuyor. Direkt olarak kabul ediyorlar. Ben mesela böyle hiçbir zaman, “Siz hangi partiye mensupsunuz, hangi partiden geliyorsunuz?” gibi bir soruyla karşılaşmadım.
Özellikle Arnavutköy ilçesine gittiğimde, ki oradaki sosyolojik yapıyı hepimiz biliyoruz, ben oradaki kadınlar tarafından daha çok kucaklandım. Bunun bence karşılıklı bir sevgi alışverişi ve insanların kendilerini birbirinde bulma hali. Bazen şöyle güzel bir bakış her şeyi anlatır ya, benim orada hissettiğim oydu. O kadınlarla, o çocuklarla birlikte hissettiğim, her şeyden, partilerden, ideolojilerden arınmış bir sevgi alışverişiydi. Güven duygusu çok önemli. Tabii, bu sanırım benden de kaynaklanan bir şey. Yani partinin dışında, ideolojinin dışında kabul gördüm ama o Arnavutköy’deki kabulün içinde elbette İBB’nin götürdüğü hizmetlerden duyulan memnuniyet de vardı. Şu sözleri çok duydum; “Çocuğum dağıttığınız sütle büyüyor. Sizin sayenizde dışarıya çıkabildik Dilek Hanım.” Bunun yanında “Hadi pilates de yapalım Dilek Hanım” diyenler de vardı mesela. Anne kart ve süt projesinin böylesi yoksulluğun yaşandığı bir dönemde halkı çok rahatlatan projeler olduğunu sevinerek gördük.
- Sizi dinlerken şunu fark ediyorum; siz elbette bir Cumhuriyet Halk Partilisiniz ama bir seçmenden ziyade bir parti yöneticisi gibi partiyi sahiplenerek konuşuyorsunuz. Tahminimden çok daha fazla işin içinde olduğunuzu anlıyorum. Yanlış mı anlıyorum?
Ben oy kullanmaya başladığım 18 yaşımdan beri Cumhuriyet Halk Partisi'ne oy verdim. Bütün hücrelerinde Cumhuriyet Halk Partisi'ni hisseden bir insan olduğumu size söyleyebilirim.
- Tabii çok inanarak oy vermişsinizdir ama o işin seçmenlik boyutu. Ama bugün Cumhuriyet Halk Partisi'nin İstanbul kampanyasında adeta kendi seçilmeye namzet bir siyasetçi gibi çalıştığınızı anlıyorum sözlerinizden.
Evet, evet. Kesinlikle bu kampanyanın içinde daha fazla rolüm vardı. Eskiden bir seçmendim, şimdi onlarla beraber çalışan bir insanım.
- 2019'da böyle değildi sanıyorum, değil mi? Zaten 2019’da Türkiye Ekrem İmamoğlu ile yeni tanışıyordu. Tabii ki kendisi Beylikdüzü çok iyi tanınıyordu ama Türkiye sathında ne o ne de siz tanınan kişiler değildiniz.
Öyle oldu evet. Ekrem Bey, Beylikdüzü'nden İstanbul Büyükşehir'e aday gösterildiğinde zaten yüzde 10’luk 15’lik bir tanınırlığı vardı. 31 Mart seçimlerine sadece 3 ayda hazırlandı. Hatta bu sürenin çok kısa olabileceğini ben özellikle dile getirmiştim, isyan etmiştim o zaman. Ama seçim iptal edilip de Haziran'da yeniden seçim yapılınca üç aylık bir zaman daha eklendi kampanyaya. Tam da benim istediğim gibi altı aylık bir kampanya yapılabildi ve o süreçte Ekrem İmamoğlu'nu bütün İstanbul tanıdı. Ve ben o süreçte mitinglerde ve sahada hep onunla birlikte olmaya çalıştım ama bu kadar değildi elbette.
- Demin sokakta gördüğünüz ilgiyi sevgiyi anlatırken Arnavutköy'den örnek verdiniz. Oralardaki ağırlıklı seçmen profilini düşündüğümüzde, farklı bir kadın görüntüsündesiniz. Burada ifadelerimi doğru kullanmak istiyorum çünkü muhafazakârlığın sadece dış görünüşle tanımlanmasını reddeden birisiyim. Ama sonuçta şöyle bir realitemiz var; seküler hayat tarzını tercih eden sosyolojik gruplarla muhafazakâr hayat tarzını benimseyenlerin siyaseten karşı karşıya geldiği bir dönem yaşadı Türkiye. Hatta iktidar partisinin bile isteye bu iki kesim arasında kutuplaşmayı teşvik eden bir söyleme sıkı sıkıya tutunduğu bir dönem geçirdik. Sizin muhafazakâr diye bilinen semtlerde, mahallelerde gördüğünüz ilgi halkın bu çatışmanın bir tarafı olmaktan yorulduğunu işaret olabilir mi? Sahada bu tür emareler gördünüz mü?
Evet kesinlikle öyle. Hepimiz insanız. Benim duygularımla Arnavutköy'de ya da Maltepe'nin ya da Fatih’in herhangi bir mahallesinde yaşayan kadınların duygularının çok farklı olduğunu düşünmüyorum zaten. Çünkü çocuk büyüten anne, eş durumundaki kadın, evlat durumundaki kadın… Sosyolojik olarak hangi kümede görülürse görsün benzer duygular yaşar. Hepimiz aynı insanlık hamurundan yoğrulmuşuz. Onun Fatih'te yaşıyor belki biçimleri farklılaştırıyor ama duygularda aynıyız. Farklıyız ama aynıyız. Dertlerimiz de aynı. Dolayısıyla ben onların ihtiyaçlarını, dertlerini gözlerinden okuyorum. Görünüşe bakmadığınızda, bütün o dışarıdaki kıyafetleri, konumu üzerinizden çıkardığınızda, herkesi çıplak olarak, sadece insan olarak gördüğünüzde birbirimizden hiçbir farkımız yok.
İnsanın yaşadığı yer kaderi olmamalı, doğduğumuz yer bizim kaderimiz olmamalı. “Coğrafyası insanın kaderidir” hiç kabullenmediğim bir cümle. Benim doğduğum yer, coğrafyam kaderim değil, yönetim benim kaderim olur, seçtiğim lider benim kaderim olur.
Ben nasıl bir lideri seçiyorsam, onun bana sunmuş oldukları benim kaderim olur. Ama ben o kaderimi değiştirebilirim. Dolayısıyla Arnavutköy'deki, Fatih'teki kadınlar da kaderlerini değiştirebilirler ki değiştirmeye çalıştılar bence çok büyük oranda. Oturup sohbet ettiğimizde şunu söylediler; “Dilek Hanım, biz artık evlerimizden dışarıya çıkmak istiyoruz. Bizim de sosyalleşmeye ihtiyacımız var. Tamam biz buralarda yaşıyor olabiliriz ama biz ötekileştirilmekten usandık artık. Nerede oturduğumu sorup Arnavutköy yanıtını aldıklarında bana kimsenin yüzünü çevirmesini istemiyorum artık.” Düşünün Arnavutköy'deki kadın bana bunu söylüyor. Bütün bu kadınlar artık çok bilinçli.
- Arnavutköy ilçesi AKP hükümetinin bir kalkınma hamilesi olarak hayatımıza soktuğu üçüncü havalimanı ve üçüncü köprünün olduğu yer. Kanal İstanbul yapılabilseydi geçeceği yerlerden biri Arnavutköy olacaktı. Ama Arnavutköy’deki kadınların size, o kalkınma hamlesini yurtdışına pazarlayan iktidarın yerel siyasetçilerinin kendi yüzlerine bakmadığını anlattığını söylüyorsunuz. Bunu size söyleyebilmeleri hakikaten enteresan.
Öyle hissediyorlar çünkü uğradıkları haksızlıkların farkındalar artık. Herkes her şeyin farkında olmaya başladı. Bu yeni bir uyanış diyelim bence biz buna. Güzel bir uyanış. Bu beni inanılmaz umutlandırdı.
- Ekrem Bey’in seçimden önce “Dilek aslında benden daha iyi esnaftır” diye bir demeci oldu. Bu bildiğimiz bir yanınız değil. Doktoranız var ve ‘doktor’ sıfatını kullanıyorsunuz ama akademik bir göreviniz yok, öğretim üyesi değilsiniz. Aktif bir iş yaşamınız olmadığını da biliyoruz. Ama ne zaman ne iş yaptınız onu bilmiyoruz. Üniversite sonrası hayatınız nasıl geçti onu bir netleştirmenizi isterim.
Aslında o dönem çok uzun bir dönem ama kısaca anlatmaya çalışacağım. Ekrem’in “Dilek benden daha iyi esnaftır” sözünden başlayayım. Bilmiyorum tabii ne kadar iyiyim ya da iyiydim ama o yolculuk ben daha ilkokuldayken başladı. Ben Trabzon’da 10 çocuklu bir ailenin 10. çocuğu olarak dünyaya geldim. Belki size bu çok garip gelebilir ama ben ilkokulu okurken bile çalışıyordum.
- Hiç garip gelmez. Türkiye'de çok insan var böyle. Nerede çalışıyordunuz?
Benim ailemin benden böyle bir beklentisi yoktu, kendi kişiliğim nedeniyle çalışmak istedim ve çalıştım. Babam ve üç ağabeyim zaten çalışıyordu. Annem çalışmıyordu, ablalarım çalışmıyordu. Yani bizim ailedeki kadınların hiçbiri çalışmıyordu ama ben ilkokula giden bir kız çocuğu olarak çalışıyordum. Tabii ki yaz tatillerinden bahsediyorum. Trabzon'un çok ünlü bir caddesi vardır, orada ağabeyimin iki katlı bir tekstil mağazası vardı. Ben ilkokul birinci sınıftan itibaren her yaz üç ay orada çalıştım. Dördüncü sınıfta artık ağabeyim anahtarı bana verdi, sabahları saat 7’de gidip dükkânı ben açmaya başladım. Ben mağazayı hazırlıyorum, açılışı gelip ağabeyim yapıyor. Biz öyle satışa başlıyorduk. Bilirsiniz esnaf kültüründe dükkânını gelip erken toparlayan düzenleyenin en bereketli dükkâna sahip olduğu düşünülür. İşte ben iş hayatına aslında öyle başladım denebilir.
- Çekirdekten yetişmesiniz yani…
Evet, aynen öyle. Sonra babam işlerini İstanbul’a taşıdı ve ortaokulda buraya geldik. Burada da durum değişmedi. Yine yazları üç ay babamın Yeşildirek'te bir handaki yazıhanesi gitmeye başladım. Ona orada destek veriyordum. Bu böyle evlenene kadar böyle devam etti.
- Evlendikten sonra mı başlıyorsunuz İstanbul Teknik Üniversitesi’nde turizm okumaya?
Üniversite sınavını kazanıyorum. Bizim evliliğimiz araya sıkışıyor. Ekrem'le evleniyorum ve eğitimime ara vermek zorunda kalıyorum. Selim doğuyor. Selim'den üç sene sonra ben tekrar okuluma geri dönüyorum. Üniversiteyi bitiriyorum.
- Hangi bölümü bitiriyorsunuz; turizm mi kamu yönetimi mi?
İstanbul Üniversitesi Turizm ve Otelcilik'te ben bir yıl okudum. Sonra geri dönüşüm oraya olmadı. Uzaktan eğitim ile Eskişehir Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirdim. Dört yıllık lisans eğitimimi orada aldım. Üniversiteyi bitirene kadar Selim de 8 yaşına geldi. Sonra Kadir Has Üniversitesi’nde yüksek lisansa başladım. Bütün derslerimi de verdim ama sene sonunda bu kez Semih’e hamile kaldım. Şimdi süreç hep böyle. Değişik bir şey yapmışım kendime, hayatıma. Böyle bir enteresanlık…Tezimi yazamadan bu sefer Semih’i büyütme telaşına girdim. Selim'in de o sene liseye hazırlık sınavlarına hazırlanma süreci başladı. Ona da ağırlık vermek zorunda kaldım. Tabii benim okul yine rölantiye girdi. Semih büyüdü. Bu arada Kadir Has’ta ara verdiğim dönemden sonra daha önce aldığım derslerin sayılmasıyla ilgili birtakım problemler yaşadım. Bu nedenle ve evime de yakın olduğu için Arel Üniversitesi’ne geçiş yaparak tezimi orada yazdım, sonra da doktoraya başvurdum. O arada Beren doğdu.
- Ekrem Bey de çok yardımcı oluyor akademik kariyerinize.
(Gülüyor) Beren’i büyütürken doktoramı yazdım. Yaklaşık 6 sene sürdü.
- Kamu Yönetimi’nin hangi alanıyla ilgili teziniz?
Doktora tezim liderlik üzerine. 22 Temmuz 2022'de doktora tezimin savunmasını verdim. Kabulünü aldım. Bu süreç 2022'ye kadar böyle devam etti. Aslında evlendikten sonra bir iki yıl yine abimle beraber çalışmaya başladım. Orası kısa bir dönem oldu, atlamayayım orayı da. Abimin şirketinin personel departmanında finansmanla ilgilendim. Sonra Semih sürekli hastalanınca ve kreşe uyumu söz konusu olunca yine işimi bırakmak zorunda kaldım. Sonra okula odaklandım. Bütün bunların arasında bir ara da Ekrem'in şirketinde muhasebede ona destek vermeye başladım. Sanırım bir iki yıl da onunla beraber çalıştım muhasebede. Arada bir de şöyle bir şey oldu; Beylikdüzü'nde bir köfte salonu açtık.
- Seçim öncesinde Murat Kurum ile Ekrem İmamoğlu arasında polemiğe neden olan köfteci o değil ama sanırım.
Hayır, o Ekrem'in 20’li yaşlarda Güngörendeki açtığı ilk köfte salonu. Benim bu bahsettiğim Beylikdüzü'nde hemen Migros'un arka tarafında ‘İmamoğlu Köfte Salonu’ adıyla açtığımız restoran. Bir buçuk sene ben işlettim orayı. İşte böyle annelik, öğrencilik, iş kadınlığı derken bu süreçler böyle geçti. Aslında biraz biraz hepsinden aldık.
- Türkiye'de ve dünyada pek çok kadının yaşadığı ikilemlerin bir özeti aslında hayatınız. Kendi ideallerini gerçekleştirmekle bir adama eş olmak ve çocuk bakmak arasında sıkışan milyarlarca kadından birisiniz. Türkiye gibi ülkelerde evliliğin içinde ağırlık o kadar çok annenin üzerine biniyor ki kadınların pek çoğu kariyerin ucunu bırakmak durumunda kalıyor.
Dediğiniz gibi aslında bu, toplumsal kültürün bize birebir yansıttığı bir şey de olabilir. Çünkü kadın olarak hayatta çok fazla destekçiniz olmuyor. Özellikle bizim toplumumuzun gerçeği bu. Kadın çocuğunu doğurduğunda tek başına büyütüyor. Ona göre kariyerini ayarlamak zorunda, iş hayatını ona göre ayarlamak zorunda. Hatta biliyorsunuz kadınlar bilinçli olarak bazı mesleklere yönlendirilir ki eve çocuğa çok vakit ayırabilsin. Biz erkekler gibi sadece bir hedefe odaklanıp o hedefe uğrunda yürüyemiyoruz. Biz hedefimizi koyuyoruz ama eteğimize bir sürü şey alarak o hedefe yürümeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bizim yürüyüşümüz erkeğe göre daha yavaş oluyor. Çünkü bizim ağırlığımız çok fazla. Çocuk ağırlığımız var, ev ağırlığımız var, aile ağırlığımız var, eşinizin ailesinin ağırlığı var. Açıkçası toplumun kadına vermiş olduğu sorumlulukların neticesi bu yavaş yürüme hali.
- Katıldığınız YouTube yayınından aldığım bir not da şu; “Kızımın babasıyla ilişkisinin benim babamla ilişkim gibi olmasını istemiyorum.” O konuşmada bir anahtar bırakmışsınız. O anahtar bana diyor ki; siz Dilek olarak Trabzon’da babanızın sizin için öngörülen yaşam tarzını benimsemeyerek kafanızın dikine gitmişsiniz. Muhafazakâr ailenin muhafazakâr olmayan kızısınız. O muhafazakâr yapının içinden seküler bir kadın çıkmış. Doğru mu okuyorum?
Babam gerçekten muhafazakâr. Kendi büyüdüğü ortama ve Trabzon'daki o kültüre inanılmaz değer veren birisi. Annem de öyle. Bu ortama doğan 10 çocuk var; 3’ü erkek 7’si kız. Ben sonuncu çocuğum. Benden önceki bütün abla ve ağabeylerim babamın kontrolüne çok güzel uyum sağlamış ve bunu hiç sorgulamadan yapmışlar. Kötü bir şey mi? Değil. Ama ben orada bir ayrık otu gibi çıkmışım işte. En küçük çocuk, en ayrık otu olmuş orada. Ben çok çok sorguladım Trabzon’un o muhafazakâr yapısı içerisindeki kadına bakış açısını. Bunu inkâr edemem. Belki tamam Türkiye'nin birçok yerinde vardır bu bakış açısı ama ben orada büyüdüğüm için orayı daha iyi anlatabilirim. Kadına yönelik o bakış açısı tamamıyla reddederek büyüdüğüm bir bakış açısı. Bana belki kendi ailem içinde çok fazla haksızlık yapılmadı. Çünkü zaten küçüğüm, zaten çok seviliyorum. Ama etrafımda başka kadınlara yapılan haksızlıkları gördükçe bunu sanki kendime yapılmış gibi hissettim her defasında.
- Siz bu sorgulamayı yaparken annenizin tavrı neydi?
Evde sözü geçen, ağırlığı olan bir adam babam. Bu bile bana doğru gelmezdi. “Anne burada sen de varsın, sen de emek veriyorsun, senin de sözün geçmeli” derdim. İçten içe annemi işlemişimdir hep, “Bak öyle yapma böyle ol” falan diye. Keza ablalarıma da hep aynı şeyi derdim. Tabii ben büyümeye başlıyorum, ergenlik dönemine geliyorum, babamla benim aramdaki uçurum gittikçe artıyor. Bir kız evlat olarak babamla aramda böyle bir mesafe olsun elbette istemem. Ama benim o asi ruhum geri adım atmama da engel oluyor. Çünkü gördüğüm bir yanlış var. Babam birazcık bize yaklaşsın diyorum. Hep kendi içimde bunu muhakemesini yapıyorum. Neden babam bize birazcık yaklaşmıyor?
Ablalarımı da şöyle suçladım; “Siz babamın her dediğine evet demeseydiniz, biraz sorgulasaydınız bana da alan açmış olurdunuz. Onlar da bana; “Sen niye böyle yapıyorsun? Senin yüzünden hep bu evde kavga çıkıyor” diyorlar. Yani ergenlik dönemini babamla köşe kapmaca oynayarak geçirdik. Tabii o da benle çok fazla yüz göz olmak istemiyor, tartışmak istemiyor. Böyle çekişmeli bir baba- kız ilişkisi yaşadık. Bunları yaşarken babamla uzaklaştık tabii ki, mesafemiz açıldı. İşte budur benim Beren’in babasıyla yaşamasın istemediğim şey.
- Babanızı küçük yaştan itibaren bir yere getirmeye çalışmışsınız ki sanırım bir yere gelmiştir ilişki artık ama çok uzun sürmüş o çatışma hali. Bugün nasıl kendisiyle ilişkiniz?
Çok uzun sürdü. Benden sonrakilere inanılmaz büyük rahatlık oldu. Torunlarının çocuklarını bile gördü babam. Benim yeğenlerim mesela onlar inanılmaz rahatlar bugün. Biz de babamla şimdi çok görüşüyoruz. Özellikle annemi kaybettikten sonra daha da bir düşkün oldu. Şimdi çok öpüşüyoruz, koklaşıyoruz. Beren büyürken benim çocukken yaşadıklarımı yaşamasın diye ben bunları Ekrem'le de konuşuyorum. Tabii baba birazcık kızını kıskanır. Ben de Ekrem’e diyorum ki; “Tamam sen kendi içinde kıskan tabii ana sana anlattığı her şeyi dinle. Beren gelip her şeyini sana anlatabilsin. O rahatlığı sende yaşayabilirsin.” Hatta ben bir tık daha yukarıya çıkıyorum ve diyorum ki; “Diyelim ki ben yarın öbür gün hayatta değilim. Kızımın derdini anlatabileceği, paylaşabileceği bir babası olarak sen varsın. Ondan her şeyi duymaya hazırlıklı ol.”
- Hazır mı Ekrem Bey, Beren’in anlatma ihtimali olan her şeyi dinlemeye?
Birazcık böyle “hık mık” ediyor tabii. Malum ergenlik dönemlerinde flörtler oluyor, hoşlanmalar oluyor. Beren de onları anlatmak istiyor, hatta istiyor ki “Anlatayım da babam da biraz kıskansın.” Bazen Beren bazı şeyleri bana anlatırken yüksek sesle anlatıyor ki babası da duysun. İstiyor ki babası kıskansın “Aaaa Beren” falan yapsın. Tabii ki Ekrem uzaktan dinliyor, e dinleyecek zaten. Ama çok fazla yorum yapmıyor.
- Duymazlığa mı geliyor?
Evet, evet. “Beren’ciğim hadi sen derslerinle ilgilen, onlara kafa yor. Haydi kızım” gibi şeyler söylüyor. Ama hayatın içerisinde her şey var. O yüzden her şeye hazırlıklı olmak gerekiyor. Erkek kadın fark etmiyor. Baba anne fark etmiyor. Çok özür diliyorum ama artık keskin hatlarla “Şu annenin görevi, bu babanın görevi” ya da “Baba şunu yapmaz” deme olayı bitmeli. Çünkü erkek kadın hepimiz hayatın içindeyiz. Birlikte yoğuruluyoruz. Dolayısıyla herkes her şeye hazırlıklı olmalı.
- Gelelim ‘cam tavanları kırma’ mevzusuna. CHP Genel Başkanı Özgür Özel bu kavramı seçim gecesi başka bir konjonktürde, CHP’nin yüzde 25 eşiğini aşmasına gönderme yaparak kullandı. Ama bu kavram ağırlıklı olarak feminist terminolojide “kadınların hak ettikleri üst düzey pozisyonlara atanmasını engelleyen görünmez bariyer” anlamında kullanılır. Siz bu kavramdan yola çıkarak ‘Cam Işığı Kesemez’ isimli bir kitap yazdınız. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın eşi olarak bu meseleyi gündeme almanız ve aldırtmanızın sebebi neydi?
Cam tavan, sizin de belirttiğiniz gibi daha çok cinsiyet eşitsizliği ifade etmek için kullanılan bir terim. Kadınlar olarak üç aşağı beş yukarı hepimiz cam tavanı hayatlarımızda yaşıyoruz. Belki birçoğumuz bunun terim olarak farkında değiliz ama bütün kadınlara hayat hikayesini sorduğunuzda hepsinin hayatlarının belirli bir dönemlerinde muhakkak karşılaştıkları cam tavanlar var. Biz kadınların hem iş hayatında hem de toplumsal hayatta bunları kırarak yola devam etmelerini istiyoruz. Evet kadınlar belki siyasetin içinde fiziksel olarak var ama beyin olarak birçok alanda yoklar. Karar alma mekanizmalarında yoklar. Kendi yönettiğimiz kurumda bunu kırmaya başlamamız gerekiyor diye düşündüm. Ve Ekrem'in de bu konuda benden çok farklı düşünmediğini bildiğim için bunu gündeme aldım. Biz bu projeyi hazırladık, o da bunu uygulamaya koydu. Raylı sistemlerin başında profesör bir kadın yöneticimiz var. İBB'de ilk defa bir kadın genel sekreter yardımcısı oldu Ekrem’in döneminde. İlk kadın itfaiye erimiz var, kadın metro sürücümüz var.
Bu arada çokça kreş açtık, yakında sayı 150’yi bulacak. Kreş sayısını arttırmaya da devam edeceğiz. Kadınları daha çok iş hayatında görebilmemiz için, daha çok sosyal hayatta görebilmemiz için, dışarda aktif olabilmeleri için kreşler şart. Dolayısıyla bunların sayısı gittikçe artırılıyor.
Benim bir de kız öğrencilerin eğitimine destek için İstanbul Vakfı çatısı altında 2021 yılında başlayan ‘Büyüt Hayallerini’ projem var biliyorsunuz. ‘İlham Veren Adımlar’ kitabının satışından elde edilen gelirle 2023- 2024 öğretim yılında 3000 üniversiteli kız öğrenciye eğitim bursu verdik. Çok mutluluk verici bir rakam bu. Biz kızlara sadece burs vermiyoruz, onların kişisel gelişimlerine katkı sağlıyoruz. Kendi alanlarına yönelik alanlarda staj yapmalarını sağlayarak onları iş hayatına hazırlamaya çalışıyoruz ki cam tavanlarını çok önceden farketsinler ve kırmaya başlasınlar. ‘Büyük Hayallerini’ projemin bir parçası olarak inşallah önümüzdeki dönemde bir kız yurdu açmayı düşünüyorum. Hem burs veren hem de kız çocuklara yurt sağlayan bir proje olarak ‘Büyüt Hayallerini’ tüm Türkiye geneline, hatta yurt dışına taşınsın istiyorum. Biz yerel yönetimlerde kadınların cam tavanlarını kırmalarına yönelik ne kadar çok çalışma yaparsak, yönetimlerimiz daha etkin ve üretici olacak diye düşünüyorum. Halihazırda kadınların katılımıyla yapılan çalışmaların sonuçları da zaten bu düşüncemi destekliyor.
- Geçen sene cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken CHP’nin kurduğu Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu olmuştu. Altılı Masa’da İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in başlattığı tartışmanın ardından eşiniz de ‘cumhurbaşkanı yardımcısı’ olarak sisteme eklenmişti. Bu sene 31 Mart’ta ortaya çıkan tablonun ardından toplumun kulak verdiği pek çok kanaat önderi açık açık “Geçen sene Kemal Kılıçdaroğlu yerine Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş aday gösterilseydi, Tayyip Erdoğan dönemi biterdi” yorumunu yapıyor. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz bugün? “2023’te aday Ekrem olsa sonuç başka olurdu” diyor musunuz?
Şimdi tabii ki geçen sene bir kaybediş oldu. Hepimiz çok büyük hayal kırıklığına uğradık. Bugün başarıdan sonra evet herkeste böyle bir genel kanaat var ama o dönemin ruhu, şartları, konjonktürü gereği öyle olması gerekiyordu.
- Konjonktür belki başkaydı ama üzerinde tartışma yaşanan isimler yine aynıydı. O günden bugüne farklı siyasi aktörler girmedi denkleme. Ekrem İmamoğlu rakibine 11 puan, Mansur Yavaş ise rakibine neredeyse 30 puan fark atarak kazandı. O nedenle sorumu yeniden soruyorum; Millet İttifakı’nın adayı Kemal Bey olmasaydı, Tayyip Erdoğan’a karşı Ekrem Bey ya da Masum Bey yarışsaydı sonuç değişir miydi sizce?
Onu bilemiyorum. Çok net cevaplanabilecek bir şey değil. O dönem gerçekten öyle olması gerekiyordu ve öyle oldu. Belki bu dönemin ruhu böyle bir başarıyı kabul ediyor artık. Ya da böyle bir başarının artık bugün dışarıya vurması gerekiyordu. Bence çok da fazla artık o geçmişe takılmamak gerekiyor. Biz bu başarıyı elde ettik hem Ankara, hem İstanbul, hem Türkiye genelinde. Muhteşem bir başarı.
- Ama sonuçta Türkiye'yi dört sene daha başka bir parti ve onun lideri yönetmeye devam edecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendi partisinin yönetmediği belediyelere engel çıkartmaya devam edebileceklerini bu seçimden önceki kampanya sürecinde alenen söyledi.
Biz ona takılmıyoruz ama. CHP bu seçimde, bütün Türkiye'de birinci parti olarak çıktı ve bu inanılmaz gurur verici. Belki bir sene önce olacaktı ama şimdi oldu. Bugün olması gerekiyormuş. Bence bugünü milat kabul edip, bugünden sonraya bakmak gerekiyor. CHP'ye çok fazla iş düşüyor. Bütün yerel yönetimlere çok fazla iş düşüyor.
O pazarı pazartesiye bağlayan gece biz sabah 5’e doğru uyuduk. Uyumadan önce Ekrem’e kurduğum ilk cümle şudur; “Bu kesinlikle çok güzel bir başarı. Bunu hakkıyla, layıkıyla yerine getirmek gerekiyor. Gerçekten çok çalışmak gerekiyor. Kaybedilen belediyelere de ağırlık vermemiz gerekiyor artık.” Ama sonuçta bugün biz kazandık, çok güzel bir zafer elde ettik. Bundan sonrasına bakmamız lazım. Eminim ki Türkiye genelinde Genel Başkanımız da böyle bakıyor. Bir Cumhuriyet Halk Partili olarak bu partimi ülkede birinci partiyi gördüm ya benim mutluluğum tarif edilemez.
- Daha seçim zaferinin yaşandığı gece Ekrem Bey’e söyledikleriniz beni yine o YouTube’daki programda Ekrem Bey’in söylediklerine götürdü. Sokaktaki seçmenden ya da parti içindeki tartışmalarda muhataplarından aldığı eleştirden daha fazlasını sizin kendisine yönelttiğini söylemişti. Zaferin ardından söylediklerinize de bakınca Ekrem Bey’in evde hep böyle bir hizaya çekilir durumu var sanki...Siyasetçi Ekrem İmamoğlu’nun en çok eleştirdiğiniz yanı nedir? Ya da mesela bu son kampanya sırasında eleştirdiğiniz bir şey oldu mu?
Bu son süreçte çok güzel bir kampanya yönetti. Tabii ki bunun belki eksikleri vardır, konuşabiliriz ama ben çok güzel bir kampanya yönetildiğini düşünüyorum. Benim onda tek eleştirdiğim şey biraz sağlığını ihmal ediyor olması. Biraz ihmal etti sağlığını. Zaten bu tempoda spor ve yemek konularında hiç düzeni kalmadı da uyku da çok az uyudu. Dört beş saatlik uykularla götürdü bütün süreci. Ama tabii öyle de olması gerekiyordu, öyle olmasaydı biz bugün bu başarıyı elde edemezdik. Artık sağlığına biraz dikkat etmesini isterim. Ama benim eleştirim bitmez. Ben her daim eleştiri yaparım. Bizim toplumumuz eleştiri sanki hep negatif bir şeymiş gibi anlar. Ama aslında eleştiri birini bitirmek ya da aşağı çekmek için değil aksine güç vermek için yapılan bir şeydir. Yani ben Ekrem’e ne yapmaması gerektiğini söylediğimde mutlaka yapması gerekeni de söylüyorum. “Tamam, bunu eleştiriyorsun peki yerine ne koyalım?” diye sorar o da her zaman. Ben de o zaman diyorum ki “Böyle yapsan daha iyi olur, şöyle yapsan daha iyi olur.”
- Dinler mi sizi?
Bence dinliyor. (Gülüyor)
- Ama siz bir şey söylediğinizde çok da reaksiyon vermiyor, doğru mu anlıyorum?
Tabii çok net bir şekilde “Tamam hayatım öyle dediğin gibi yapalım elbette” gibi bir cevap almıyorum. Ama arkadan işin işleyişini takip ettiğimde görüyorum ki benim söylediğim kulağında küpe olarak kalıyor. Böyle de olmalı, ben böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Buradaki bizim çıkış amacımız belli; bu ülkeyi refaha ulaştırmak, bu ülkeyi Atatürk'ün önümüze çizdiği gibi çağdaş ve medeni seviyeye ulaştırmak. Ben Ekrem siyasete girdiğinde de...
- Siz de Ekrem Bey'le beraber siyasete girmişsiniz bence…
O siyasete girdiğinde ben ona şunu söyledim; “Eğer Beylikdüzü’nde gerçekten fark yaratacaksan, gerçekten Beylikdüzü’nün çehresini değiştireceksen gir bu işe. Ama yapmayacaksan hiç bizi siyasete bulaştırma.” Ben bunu yine bir mentor edasıyla söyledim diye düşünüyorum, Ekrem'i biliyorum çünkü. Bir işe başladığında kendini o işe nasıl adayacağını, nasıl hakkını vermeye çalışacağını ve nasıl gecesini gündüzüne katacağını çok iyi biliyorum. Tanıyorum çünkü kendilerini. Kendileri tanıdığım olur. (Gülüyor)
Sonuçta gerçekten de Beylikdüzü'nü inanılmaz değiştirdi, çok güzel hizmetler verdi. Zaten o başarısı onu İstanbul'a taşıdı. İstanbul'da da çok güzel hizmetler yaptı ve yapmaya da devam edecek, etmeli. Ben var olduğum sürece bu böyle olacak.
Çocuklarım özgür bir ülkede yaşamak istiyorlar. Benim büyük oğlum 26- 27 yaşında, diğeri 18 yaşında bu sene üniversite sınavına gelecek. “Nasıl bir ülkede yaşamasını istiyorsun?” diye bana sorarsanız, özgür, çağdaş, hür, istediği eğitimi alabileceği, özgür olabileceği bir ülkede yaşamasını isterim. Niye gitsinler yabancı ülkede yaşasınlar? Bizim o imrendiğimiz ülkelerden neyimiz eksik? Bizim onlardan fazlamız var. Sadece yönetimsel olarak 30 yıldır bir kapanmışlığımız var. Ama biz bunu kırabiliriz ki kırdık. Kırdık biz bu cam tavanları.
- Ekrem Bey Beylikdüzü'nde ilk aday olduğunda öyle demiş olmanızdan yola çıkarak şunu sormak istiyorum; 31 Mart seçiminde İstanbul’u kaybedeceğini hiç düşünmemişsiniz ama diyelim ki Ekrem Bey geçen hafta seçimi kaybetmişti, “Çok yorulduk, yıprandık, bırak bu siyaseti de evimize dönelim” der miydiniz?
Ya çok samimi söyleyeceğim size, hiç kaybetmeyi düşünmedik. Bende de Ekrem’de de hiç öyle bir düşünce hiç olmadı. Olmazdı da hadi oldu ve biz bu seçimi kaybettik…Öyle olsa da biz bir şekilde yolumuza devam edecektik.
- “Kaybetsek bile artık siyasetten dönüş olmazdı” diyorsunuz.
Olmazdı.
- Ekrem İmamoğlu’nun artık belediye başkanlığından öte bir yola girdiğini düşündüğünüz için mi söylüyorsunuz bunu? Artık hedef ülkeyi yönetmek mi?
Ekrem olduğu için söyleniyorum, inanın. Bunca sohbetten sonra benim samimiyetime inandığınızı düşünüyorum. Ekrem olduğu için değil, dışarıdan bir göz olarak bakarak söylüyorum, kuruyorum bu cümleyi; Ekrem ve Ekrem gibi siyasetçilere bu ülkenin çok ihtiyacı var. Başka türlü olmayacak çünkü.
- 2019'da bir moda dergisi “İstanbul'un First Lady”si başlığıyla sizi kapak yapmıştı. Lider eşleri daima merak edilir, fotoğraflanır, gazeteciler söyleşi yapmak ister. Ama o kapakta yer aldığınızda sadece bir belediye başkanı eşiydiniz. Bugün artık “Türkiye’nin Ekrem’e çok ihtiyacı var” diyorsunuz. Yani iddianın büyüklüğü sizin sözlerinizde de gizli. Siyasetin bizzat için değilsiniz ama çok ilgilisiniz ve anlıyorum ki geçen beş sene içerisinde her şeyin içinde olmuşsunuz. Lider eşleri sosyal sorumluluk projeleri yürütür, onlarla ilgili konuşur ama genelde siyaset konuşmaz. Oysa gördüğüm kadarıyla siz çok doğal bir biçimde siyaset konuşuyorsunuz. Tabiri caiz ise siyaset derinizin altına işlemiş. İmamoğlu’nun seçim kampanyası sırasında sizin sahada eşinizden ayrı da çalışmanızı bir kampanya stratejisi olarak düşünmüştüm. Ancak şimdi daha iyi anlıyorum ki bu sizin de tercihiniz, siz siyasetin içinde olmayı seviyorsunuz.
Evet, öyle. Siz cümlelerinizi kurarken ben lise dönemime gittim. Üsküdar'da Halide Edip Adıvar Lisesi'nde okuyan Dilek’e döndüm. Lise son ve üniversite hazırlık döneminde benim hayatım Kuzguncuk, Üsküdar, Beylerbeyi, Kadıköy, Moda, Bağdat Caddesi’nde geçti. Bizim arkadaş grubuyla Kadıköy'de gittiğimiz birkaç mekanımız vardı. Her hafta toplanırdık ve sürekli siyaset konuşurduk. O zamanki siyaset konuşan Dilek neyse, aslında bugün siyaset konuşan Dilek o. Ben bugün konuşurken oradaki Dilek sürekli gözümün önünde. Aslında sürekli oradaki Dilek konuşuyor.
Evet, aktif olarak siyasetin içinde değilim, bir siyasetçi değilim ama her zaman siyasetin içindeyim. Çünkü yaşadığım yere, yaşadığım şehre, ülkeye çok fazla sorumluluk duygusu hisseden bir kadınım. Çünkü yaşadığımız ülke bizim geleceğimiz. Dolayısıyla geleceğimizi ne kadar iyi inşa etmeye çalışırsak, yanlışlarımızı ne kadar çok düzeltmeye çalışırsak o kadar daha güzel ve ferah içinde yaşarız. Ben böyle bir ülkede yaşamak istiyorum. O zaman da öyleydi, o zamanki Dilek de öyleydi, bugünkü Dilek de böyle. Sanırım bu mücadele hep böyle devam edecek. Kendimi siyaset konuşurken çok da yabancı hissetmiyorum. Bu ülkeye karşı sorumluluk duygusu hisseden herkes aslında siyaset konuşuyor ama aktif siyaset yapmıyorlar. Konuşalım da zaten. Konuşmaya ne kadar çok devam edersek ve ne kadar çok konuşursak, bizi yönetecek olan insanları o kadar iyi analiz edip, doğru kararlar veririz.
- Aslında lider eşleri konusunda sadece Türkiye’de değil dünyada da benzer bir algı var. Kimse çok alışık değil lider eşlerinin bu kadar rahat siyaset konuşmasına. Onlara hep başka alanlar ve sınırlar çizilir. Hatta Michele Obama farklı bir tarzı var diye çok yadırgandı, eleştirildi. Eşinden bir adım önde olmaya cüret etti - ki burada ‘cüret’ kelimesini aynı sizin ‘eleştiri’ kelimesini kullandığınız gibi olumsuz değil olumlu anlamda kullanıyorum. Siz de siyaset konuşmaya cüret ediyorsunuz, “Bütün bunları konuşabilirim ve bu benim hakkım, zaten de böyle olmalı” diyerek. Söylediklerinizi ben böyle okudum, yanlışsa düzeltin lütfen.
Yok, çok doğru okudunuz. Biraz önce hatırlattığınız o dergiye verdiğim röportajda şöyle bir cümle kullanmıştım; “Dilek olarak asla özgürlüğümden vazgeçmem, yapmak istediklerimden asla vazgeçmem.” Asıl mesele bu. Ben bir kariyer çizmedim kendime ama hiçbir şey yapmadan evde oturan bir Dilek de olamam. Bu potansiyel kendiliğinden ortaya çıkıyor, çünkü içerde o var zaten. Bu konuda benim her zaman çok titizlendiğim, çok dikkat ettiğim nokta ise başkasının alanına girmeme. O çizgiyi korumaya çalışıyorum.
- Ekrem İmamoğlu’nun alanına girmemeyi kastediyorsunuz.
Evet, bu eşimin alanı olabilir. Ben aslında ne yapıyorsam o yaptığım şeyle kendimi gerçekleştirmiş olayım, mutlu olayım. Ekrem siyaset yapan bir insan. Asla onun alanına girip, onun alanına müdahale etmek istemem. Ama kendi yapmak istediklerimi de elbette hiç kimseye zarar vermeden yapmak isterim. Potansiyelim varsa açığa çıkarmak isterim tabii ki.
- 2019’da sizi hiç tanımıyorduk. Daha o günden birileri eşinizin o seçimdeki rakibi Binali Yıldırım'ın eşi Semiha Yıldırım ile fotoğraflarınızı yan yana koyup ikinizi dış görünüş üzerinden kıyaslayan çirkin sosyal medya paylaşımları yapmıştı. Bunun üzerine siz de çıkıp demiştiniz ki; “Eğer bir aşağılama ya da güzelleme yaptıklarını sanıyorlarsa bilmeliler ki beni de aşağılıyorlar. Çünkü ben Sayın Semiha Yıldırım’ın fotoğrafına bakınca kendi annemi, kendi ablamı görüyorum. Onların tercihi de böyle. O yüzden bu paylaşımı hiç iyi niyetli bulmuyorum.” Geçen beş sene içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, siyaseten eşinize çok yüklendi. Hatta Ekrem Bey Erdoğan’ın kendi ismini anmaması karşısında çeşitli espriler yaptı. İki adam arasında bir gerilim hattı var sanki. Ama sonuçta Ekrem İmamoğlu beş sene boyunca İstanbul’u, Erdoğan da dört sene daha Türkiye’yi yönetecek. Siz Ekrem İmamoğlu’nun eşi olarak orada bir hat, bir kanal açma yönünde adım atar mısınız mesela Emine Hanım nezdinde? Yoksa “Ben o topa girmem” mi dersiniz?
Aslında biz 2019'da seçildikten sonra birçok davetimize Emine Hanım'ı davet ettik. Sizin şu anda sorduğunuzu biz o zamandan beri yapmaya başlamıştık zaten. Kadınlar Günü etkinliklerimize davet ettik kendisini. Beş senedir özel günlerde kendisine mesaj iletiyorum. Yani benim böyle bir iletişim kurma çabam var. Ama bugüne kadar olmadı, gerçekleşmedi.
- Emine Erdoğan hiçbir davetinize geri dönmedi mi?
İlk Kadınlar Günü etkinliğimizde mektup geldi. Çok da güzel bir ‘teşekkür’ mektubu aldım Emine Hanım'dan. Onun dışında herhangi bir iletişimimiz olmadı. Ama bundan sonra tabii ki olur. Neden olmasın? Yine biz teklifimizi götürürüz. Birlikte olmak isterim. Emine Hanım’la birlikte projeler yapalım isterim. Çünkü kendisi de sonuçta ülkenin tanıdığı, çok değerli bir insan. Ve çok da güzel projeler de yapıyor. Kız çocukları için, kadınlar için projeler yapmak isterim kendisiyle.
- Tabii siz proje bazında birlikte olmaktan bahsediyorsunuz… Olur da bir gün ortak proje geliştirme yönündeki olumlu yanıt alırsanız Emine Erdoğan’dan, siyasetteki gerilimli ortamın yumuşamasına katkısı olur mu bunun sizce?
Kesinlikle katkısı olur. Sadece bir proje bile gerçekleştirsek beraber, onun bile Türkiye'deki bu gerilimli ortamı yumuşatacağını düşünüyorum. Bizim birlikteliğimiz, iletişimimiz tabii ki inanılmaz derecede iyi gelir Türkiye'ye. Zaten bu ülkedeki barışın, sükûnetin, sevgi dilinin ve birbirimizden farklı olmadığımız mesajının 86 milyonda karşılık bulması için ilk önce kadınların bunu başarması gerekiyor. Bunun yolu kadınlardan geçiyor. O yüzden kadınların daha çok ön planda olmasını istiyorum ben. Biz bunu Emine Hanım'la başarabiliriz. Noktayı koyuyorum burada.
- Manşeti de verdiniz zaten.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |
“HTŞ şu an Türkiye’ye müzahir, doğru davranılırsa Türkiye’nin kontrolünde olur. Şam’da ilk görüntünün sivil bir görüntü olması daha doğru olurdu... Bahçeli’nin öne çıkardığı süreçte ilerleme olursa PYD ile görüşülebilir. Kobani, Kamışlı, Haseke’ye çekilirlerse böyle bir şeyden korkmanın anlamı yok”
Emevi Camii’ne girip namaz kılma opsiyonu zaten olmadığı için soruyu şöyle sorayım; Esad düştükten sonra Şam’a giderek sokakta Colani ile birlikte gezen ilk üst düzey yabancı yetkili CIA Direktörü William Burns olsaydı ne düşünürdük?
“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”
© Tüm hakları saklıdır.