Friedrich Nietzsche, "On Truth and Lying in a Non-Moral Sense" (1873) adlı eserinde, bir insanın değerini sineğinkiyle eş tutarak 18. yüzyıl varoluş zincirinde hayvanlardan üstün görülen birey algısını sorgular. Yönetmen Özcan Alper ve senarist Murat Uyurkulak'ın 59. Altın Portakal Film Festivalinde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini alan Karanlık Gece'si de insan hayatını hayvandan üstün tutmuyor. Nitekim, ataerkil kasabada iki canlı türü de hem av hem avcı.
Film, nesli tükenen karakulağın ve bir gece ansızın linç edilip obruğa atılan Ali'nin aranmasını paralel anlatıyor. Av Koruma Kontrol sorumlusu Ali, elinde defter kalem ormanda hâlâ hayatta olduğuna inandığı karakulağın izlerini sürüyor. Ali'nin babası ise ölü oğlunu çaresizce obruk obruk arıyor. Üstü örtülmüş cinayetin faillerinden İshak, yedi yıl sonra hasta annesine bakmak için kasabaya dönüyor ve vicdan azabıyla arkadaşının cesedini arıyor. Ali de karakulak gibi soyu tükenenlerden. Hiçbir canlıya zarar vermeyen, sesini bile yükseltmeyen ve kasabanın geleneksel erkek rollerine uymadığı için avlanan bir genç.
Sadece kasabanın şiddet kültürüne uymayan Ali değil, hayvanların da katledilmesi kınanıyor. Film, domuz avındaki vahşeti gösteren Kurak Günler gibi tüfeklerle bir kamyonetin arkasına hınçla doluşmuş ve hayata olan öfkelerini geyiklerden çıkaracak erkeklerle başlıyor. Ayı kapanlarını kaldıran Ali'ye, "ailelerimizin rızkıyla oynama, çocuklarımızın yemeğini hayvanlar mı yesin," diye çıkışıyor bir kasabalı. Fakat film, bir canlının yaşama hakkını diğerinden üstün tutmuyor. İshak'ın Kurban Bayram'ında bıçaklanmış köpeği, Ali'nin linç edilmiş bedeni kadar hazin.
Üstümüze gelen karanlık dağlar, İshak'la birlikte Ali'yi ararken iple yavaş yavaş indiğimiz derin obruk, bize Platon'un mağara alegorisini anımsatıyor. Nitekim kasabalılar, Platon'un mağarasında zincirlenmiş ve dolayısıyla dış dünyadaki nesnelerin sadece duvardaki yansımasını gören tutsaklar gibi kör. Irk, cinsiyet, tür önyargıları kendi karanlıklarını görmelerini engelliyor. Afrikalıları yamyama benzetenler, İshak'ın kız arkadaşıyla flört eden Ali'yi adeta yiyip bitirip kemiklerini obruğa atıyor. Mesai saati dışında dağda gezen Ali'nin "terörist" olduğundan şüphelenenler, terör estiriyor. Bir erkekle gölde yüzen Ali ile "şey" olarak dalga geçenlerin ne ve kim oldukları belli değil. Vicdan azabıyla Ali'nin bedenini arayan İshak'a, "uzaklaş git biraz hava al, sana bir haller olmuş," diyen muhtar, suçu örtüyor. İshak da parçası olduğu linç kültürünün kurbanı olacağını göremiyor.
Platon'un mağarasından çıkıp ışığı görebilmiş filozof nasıl döndüğünde dışlanıyorsa, karanlık geceyi aydınlatmak isteyen İshak da cezalandırılıyor. Pınar Deniz'in oynadığı Sultan, eski sevgilisi İshak'a, Ali'nin Kuyucaklı obruğunda olduğu notunu bırakarak onu ölümüne sürüklüyor. Ali'yi bulma ümidiyle obruğa inen İshak'ın ipini suç ortakları kesiyor. Böylece obruk, Ali gibi İshak'ı da yiyip yutuyor. Bir cinayet daha karanlıkta kalıyor.
Filmin sonunda, obrukta terk edilmiş İshak'ın yanı başında, Ali'nin peşine düştüğü karakulağı görüyoruz. Karakulakta arkadaşının yansımasını gören İshak, sanki maktulüyle aynı sonu yaşadığı için huzurlu. Obruğun içine süzülen ışığa bakarken gözleri ışıldıyor ilk defa. Sorgusuz sualsiz öldüresiye dövdüğü arkadaşıyla artık baş başa.
Karanlık gecedeki tek ışık, linç sahnesinde Ali'nin dikkat çekici sarı yağmurluğu. Karanlıkta birbirine benzeyen siyah giyimli, esmer, gözü dönmüş erkekleri seçemiyoruz. Ama Ali, kumral ve renkli gözlü. Üniversitede okumuş, araştırmacı, Sultan'a matematik öğreten genç adeta modernitenin sembolü. Nasıl bir gece Azrail gibi arkadaşının kapısını çalan İshak'ın ıstıraptan titrediğini görüyorsak cici, temiz yüzlü, eğitimli maktulün de karanlığını görebilmeliydik. Yağmurluğun aydınlatamadığı bir karanlıkta kaybolabilirdik. Gerçi bir kartopu uğruna 2015 yılında öldürülen gazeteci Nuh Köklü'ye adanan filmde neden karanlıkların birbirine geçemediği anlayabiliyoruz. Berkay Ateş ve Cem Yiğit Üzümoğlu'nun gözlerinden yayılan ışık içimize işliyor. Bugün filmi tek başıma seyrettiğim salon dolsun ve seyirciler bu muhteşem ekibin ışığıyla aydınlasın istiyorum.
Naz Bulamur kimdir?
Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.
Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.
Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.
|