20 Ocak 2016

Zor zamanlarda düşünce, imza ve/ya yazı

Faşizm, basit olanın, ne olduğu kesin olarak belli olanın, tartışmasız doğruların yüceltildiği bir rejimdir

Basitlik, faşist estetiğin en önemli özelliğidir. Faşizm, basit olanın, ne olduğu kesin olarak belli olanın, tartışmasız doğruların yüceltildiği bir rejimdir…Oysa akademinin varolma nedeni bizatihi basitliğe karşı verilen bir mücadeledir. Akademi, düşüncenin katmanlarını aralarken insanları da özneleştirir, özgürleştirir.

Barış İçin Akademisyenler bildirisini Nurcan Baysal’ın T24’teki yazısının (17 Ocak 2016) başlığında söylediği gibi “ama”sız, “fakat”sız desteklemek gerekiyor. İfade özgürlüğü göstergeleri hızla dibe vurmakta olan Türkiye’de bugün bu desteğin çeşitli mecralarda ifade edilmesinin önemi çok büyük. Bildiri sonrasında akademisyenlere yönelik hakaretler, gözaltılar, işten çıkarmalar, tehditler ve  -söylemeye dilim varmıyor- bazı akademisyenlerin üniversitedeki odalarının kapılarına konan kırmızı çarpı işaretleri, orada istenmediklerine ilişkin mide bulandırıcı mesajlar…  Bunların olduğu demokratik rejimlerde yer yerinden oynar ve oynamalıdır da… 1128 akademisyene Türkiye’den ve dünyadan verilen destek nar misali çoğalmakta ancak bunun yanı sıra ciddi bir nefret söylemine maruz kaldıklarını da çok açık. Tarihte bütün bu olan bitenin akla getirdiği çok sayıda benzer gelişme var. Avrupa faşizmlerinin sık sık akıllara geldiği bir atmosfer içindeyiz.

 

Kitap yakmak, düşünce yakmak…

 

Nazi dönemine ilişkin belgesellerden belleğimde kalmış olan en etkileyici görüntülerden birinde 1933 Bahar’ında Humboldt Üniversitesi’nin hemen karşısında bulunan Bebelplatz’da binlerce kitabı koskoca bir ateş topunun içinde yakan kızgın bir gürûh vardır. Derslerimde de gösterdiğim ve bu nedenle yüzlerce kez izlediğim bu sahne bende her seferinde zor zaptettiğim bir isyan ve derin bir hüzün uyandırır. Kitapların yakılması başlı başına acı veren bir görüntü. Bunun bir üniversite mahallinde gerçekleşiyor olması ise çok daha sarsıcı. İsyan ve derin bir hüzün arasındaki gelgitler şüphesiz bugün yaşadığımız gelişmelere de eşlik ediyor.

Benimle aynı yaşta birçok insan gibi ben de askeri rejim dönemlerinde yakalanmamak için, evlerinde bulunan yasaklı kitapları mecburen banyoda yakan sosyalistlerin hikayelerini dinleyerek büyüdüm. 1980 askeri darbesi öncesi ve sonrasında ODTÜ’de öğrenciydim. Her gün okulun girişinde üstümüz başımız aranırdı. Siyaset Bilimi bölümü öğrencileri olarak yanımızda taşıdığımız ders kitaplarımızın her an başımıza bela olmasından korkardık. Kimliğimizde “bölümü” kısmında “siyaset” ifadesinin yer alıyor olması bile başlı başına bir sorundu. Çünkü siyaset yasaktı... Türkiye’de birçok demokrat o zamandan bu yana tam da bu yüzden canla başla  siyasal alanı savunmuştur. Devletin diğer kurumlarının ezdiği Meclis’in ve sivil toplumun yaşam alanına sahip çıkmıştır. Bugün ise siyasal alandaki egemen aktörlerin ifade özgürlüğüne zincir vurduğu günlerden geçiyoruz. Temel meşruiyetini seçmen hegemonyasından alan, kurumları çökmekte olan  siyasal rejimlerin, çoğunluk fetişizmine düşmeleri ve  farklı çıkan seslere tahammül edememeleri hiç şaşırtıcı değil. Yeni Türkiye birçok açıdan eski otoriter dönemleri hatırlatıyor. Ancak bu kez devletin siyaseti yutması ile değil de bir siyasal partinin devleti yutması ile karşı karşıyayız.

 

Basitliğin yüceltilmesi ve
entelektüel düşmanlığı

 

1933’de Bebelplatz’da yakılan kitaplar, Türkiye’de banyolarda yakılan kitaplardan farklı olarak “mecburen” değil, Alman ruhunu yeterince temsil etmedikleri, siyasal rejimin devamına bir tehdit olarak görüldükleri için yakıldılar. O yüzden de kamusal alanda, göstere göstere, neredeyse şölen gibi bir ritüel ile yakılmışlardı. Kitapları yakanlar, Hitler’in Kavgam başlıklı kitabının ihtiyaçları olan tek kitap olduğunu düşünüyorlardı.  Tek istedikleri önlerine çizilmiş bir güzergahı ya da lideri izlemekti. Evet, muhakeme etmek değil de izlemek istiyorlardı. İyi birer izciydiler.  Muhakeme yerine izleme iradesine prim veren bir eğitim sisteminde yetişmişlerdi. Düşünce katmanlarının aralanıp nefeslenmesini kafa karışıklığı olarak değerlendiriyor, basit ve hemen anlaşılır olan bir düşünce ve estetiği özlüyorlardı.  Basitlik, faşist estetiğin en önemli özelliğidir. Faşizm, basit olanın, ne olduğu kesin olarak belli olanın, tartışmasız doğruların yüceltildiği bir rejimdir. Platon’un tasvir ettiği  mağaradaki konforlu esarete geri götürür insanları. Oysa akademinin varolma nedeni bizatihi basitliğe karşı verilen bir kavgadır. Akademi, düşüncenin katmanlarını aralarken insanları da özneleştirir, özgürleştirir. İşte bundan dolayıdır ki faşist rejimler, akademiyi zaptu rapt altına almayı, kendi basit kodlarına indirgemeyi çok önemserler. Akademi de medya gibi düşürülecek bir kaledir. Zaten o da düştüğünde artık yolun sonuna gelinmiştir.

Bugün Bebelplatz’da Sigmund Freud, Stefan Zweig, Karl Marx, Rosa Luxemburg gibi yazarların kitaplarının yakıldığı mekanda Micha Ullman isimli bir sanatçının yapıtı bulunuyor. Bu yapıtta meydanın zeminine yerleştirilmiş cam bir pencereden yer altında içi boş kitap raflarıyla dolu bembeyaz bir oda izleniyor.. Özellikle gece içinde yanan ışık ile son derece etkileyici bir görüntüsü var. İşin yanındaki bronz plakada ise şair Heinrich Heine’nin kitaplar bu meydanda yakılmadan neredeyse bir yüzyıl önce söylediği o ünlü söz yer alıyor: “Kitapların yakıldığı yerde gün gelir insanlar yakılır.”

Bana göre okumak (kitaptan veya ekrandan) herşeyden önce düşüncenin katmanlarını araladığı için önemlidir. Okuyarak düşünceye nefes aldırmak mümkün. Düşünce, katmanları havasız kalınca, akıl fikir küçülüyor. İşte o zaman insanlar, ya bendensin ya da düşmanımsın gibi bir kutuplaşmaya savruluyorlar. Çocuklara daha ismini sormadan  hangi takımı tuttuğunun sorulduğu bir memleket kültürü de elbette bu kutuplaşmayı kolaylaştırıyor. Öyle ki hep “kimden yana” olduğumuzu konuşuyoruz. Önce bir bilelim kimden yanayız, sonra ona tam teslim olacağız adeta... Benim gençliğimde “al beni, sar beni, götür cehenneme” diye sözleri beni dehşete düşüren bir şarkı vardı; bu ara sık sık onu hatırlıyorum...(sanırım sözler şarkının devamında “vur beni, öldür beni, yeterki terketme” diye daha da dehşet verici hale geliyordu). Yeter ki düşünmeyelim, okumak, öğrenmek zorunda kalmayalım… biri söylesin ne yapılacağını, biz de izleyelim şeklinde özetlenebilecek olan yaklaşım epeyce yaygın. Türkiye’deki eğitim sistemi her zaman muhakemeden ziyade izlemeyi öne çıkardı. Buna karşı verilen bunca mücadele, eğitim ile ilgilenen sivil toplum kuruluşlarının müthiş emek isteyen bunca mücadelesine rağmen hala izciliğin yüceltildiği bir toplum burası. Bitmiyor, bitmiyor…bir ömür geçti, ne canlar yitirildi, ne dillerde tüy bitti, bitmiyor…

Bugün 1128 akademisyenin içine düşürüldüğü durum kitapların yakıldığı 1933 Almanya’sını akıllara getiriyor. Burada da yakılan şey düşüncedir, ifade özgürlüğüdür. Zihinlere korku saçılmaktadır. İfade özgürlüğü, demokrasilerde en temel özgürlükler arasındadır. Olmadığı yerde, düşünce küçülür, militerleşir, toplumda kavga egemen olur. Herkes safını alır ve kendini sorgulamayı bir kenara bırakır. Söz biter. Zaten sözün bittiği noktaya doğru bir süredir yol alıyorduk. Sözü söyleyenin kimliği sözün  kendisinden daha önemli bir hale gelmişti. Hepimiz biliyoruz ki entelektüel düşüncenin katmanlarına olan rağbet epeydir azalmıştı. Zaten herkes herşeyi biliyordu; bir de şu kafa karıştıran entelektüeller olmasa daha iyi olmayacak mıydı? Evet veya hayır demeyi bile beceremeyip “yetmez ama evet’”gibi bir karışıklık bile yaratmışlardı bu entelektüeller; ne biçim insandılar bunlar? Bunları çok duyduk ve daha da duyacağız gibi görünüyor. Faşizan düşünce tek bir yerde değil, çok ama çok yaygın. Eleştiri öldü, söz bitti, tekil durmaya ise kesinlikle geçit yok. Akademin içinde bile meslektaşlarının kapılarına nefret sözcükleri yazanların olduğu bir ülke... Öyle ki bir gün herkes ya düşman olacak ya da farklılığa saygılı bir dayanışma yerine, boğucu bir dayanışma içinde bireyselliğini yitirecek gibi görünüyor. Böyle bir ortamda eleştirel düşünceyi muhafaza etmek giderek olanaksız hale geliyor..

Murat Belge, Taraf gazetesi’nde (17 Ocak 2016) şöyle  yazdı: “Faşist ideolojilerin değişmez bir özelliği ‘aydın düşmanlığı’dır. Çünkü faşizmin tabanı genellikle hayatın kendisine verdiklerinden mutlu olmayan alt orta sınıftır. Böyle bir kitlede ‘aydın düşmanlığı’ yaratmak çok kolaydır. Hele Türkiye gibi bu tabakalar arasında zaten yıllardır varolan bir uçurumun varolduğu bir toplumda bunu çok kolay büyütebilirsiniz.” Bugün Türkiye’de düşünceyi terör ile kıyaslayanların cesaretlendirdiği aydın düşmanlığı toplumdaki karşılığını kolayca bulacaktır. Akademiyi de, medya kuruluşları gibi zor günler bekliyor. Gün ifade özgürlüğüne koşulsuz olarak sahip çıkmanın, düşüncenin tektipleştirilip, ya bendensin ya da düşmanımsın gibi bir kutuplaşmaya hapsedilmesine direnmenin günüdür. Kâh imza ile, kâh yazı ile…

 

İfade özgürlüğünde yüksek çıta
demokratik toplumun gereğidir

 

İfade özgürlüğü uzun yıllardır  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin çeşitli davalarında ele alınan ve özellikle nerede sınırlanacağı konusunda sayısız tartışmayı da birlikte getiren bir konu. Bu davaların en anahtar önemde olanlarından birisi 1976 tarihli Handyside davası’dır. Bu dava, içinde cinsellik barındıran konuların yer aldığı ve iki Danimarkalı yazar tarafından çocuklara yönelik olarak kaleme alınan bir kitabın İngiltere’de Handyside isimli yayıncı tarafından yayınlanması etrafında kopan fırtına sonrasında gündeme geliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu davada verdiği kararın anahtar bir karar olarak kabul edilmesinin temel nedeni bu kararın içinde “demokratik toplum”a ilişkin yaptığı tanımdır. Bu tanıma göre ifade özgürlüğü, toplumun ilerlemesi ve her insanın gelişmesi için  esas koşullardan biri olan demokratik toplumun ana temellerinden birisini oluşturur. Bu ilke sadece toplumu rahatsız etmeyen, olumlu karşılanan veya ilgilenmeye değer bulunmayan bilgi ve düşünceler için değil, Devlet’i ve toplumun bir kesimini gücendiren, şok eden ve rahatsızlık veren bilgi ve düşünceler için de geçerlidir. Demokratik bir toplumun olmazsa olmazları olan çoğulluk, tolerans ve geniş fikirliliğin gereği böyledir.

Handyside davası ifade özgürlüğünün Devlet’i ve toplumun bir kesimini gücendiren, şok eden ve rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğunu öne çıkardığı için anahtar bir davadır. Bana göre Barış İçin Akademisyenlerin bildirisi böylesi gücendiren, şok eden, rahatsız eden bilgi ve düşünceler içermiyor. Ama belli ki hükümet ve toplumun bir kesimi için durum böyle değil. Bu nedenle bugün ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalarda, Handyside davası’nda vurgulanan, demokratik toplum özelliklerine azami dikkat edilmesi gereğini hatırlamakta fayda var.

 

İfade özgürlüğü tartışmalarına ışık tutacak 10 ilke

Oxford Üniversitesi’nden Timothy Garton Ash’in önayak olduğu ve birçok dilde yayınlanan websitesinde ifade özgürlüğü tartışmalarına temel olabilecek 10 ana ilkeye yer veriliyor. Bu ilkeler çerçevesinde kamusal alanda tartışılabilecek konuların mümkün olduğunca hukuk alanına taşınmamasına vurgu yapılıyor ve buna yönelik olarak kamusal görüşme (public deliberation) alanının geniş tutulması hedefleniyor. Şiddete teşvik dışında ifade özgürlüğüne hiçbir sınır koymamaya çalışan bir yaklaşım benimseniyor (bu noktada insan ister istemez barış istemek ile akademisyenlerin kanında banyo yapmayı istemek arasındaki farkı düşünmeden edemiyor). Burada benim de çok önem verdiğim bu ilkeleri sıralamanın hem bulunduğumuz noktanın vahametini daha iyi anlamak hem de karmaşık bir konuyu -sırf Zeitgeist bunu gerektiriyor diye basitleştirmeden- aktarmak açısından yerinde olacağını düşünüyorum:

  1. Yaşam Kaynağı: Biz –tüm insanlar- kendimizi özgürce ifade edebilmeli, bilgi ve fikirleri araştırma, erişme ve iletmekte sınır gözetmeksizin özgür olmalıyız.
  2. Şiddet: Şiddet içeren herhangi bir tehditte bulunmadığımız gibi şiddet yanlısı hiçbir sindirme politikasını da kabul etmiyoruz.
  3. Bilgi: Bilginin yaygınlaştırmasına dair hiçbir tabuyu kabul etmiyor, bilgiyi yaygınlaştırmak için her fırsatı değerlendiriyoruz.
  4. Basın: Yeterli bilgiye sahip olarak karar alabilmek ve siyasal hayata tümüyle katılabilmek için sansürsüz, çoğulcu ve güvenilir bir basın talep ediyoruz.
  5. Farklılık: Her tür farklılığımıza dair kendimizi açıklık ve nezaketle ifade ediyoruz.
  6. Din: İnanç sahibi kişilere saygı duyuyoruz ama bu inancın içeriğine koşulsuz saygı duyduğumuz anlamına gelmiyor.
  7. Gizlilik Hakkı: Gizliliğimizi koruyabilmeli ve itibarımızi zedeleyecek iftiralara karşı çıkabilmeliyiz, fakat kamu yararı için özel hayatımızın incelenmesine de engel olmamalıyız.
  8. Devlet Sırrı: İfade özgürlüğüne yönelik ulusal güvenlik gibi sebeplerle uygulanmaya çalışılan her tür kısıtlamaya karşı çıkabilmeliyiz.
  9. Icebergs: Kamusal ve özel güçlerin gayrimeşru saldırılarına karşı Internet’i ve diğer iletişim sistemlerini savunuyoruz.
  10. Cesaret: Kendimiz için karar veriyoruz ve bunun sonuçlarıyla yüzleşiyoruz.

 

Tek tek okuyup, üzerinde uzun uzun düşünülecek ilkeler. Web sitesinde her biri uzun uzun tartışılıyor. Okuyup ögrenmek ve tartışmaya katılmak mümkün. Düşünceniz bol katmanlı ve özgür olsun…herşeye rağmen.

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yaşlılık ve kadınlık; ya da geleceğimiz ve yapay zekâ mı demeli?

Yaşlanmayı teslimiyet değil de bir tür direniş olarak tasvir edebilirsek eğer, belki de o zaman yaşlıları olumsuz ve pasif varlıklar olarak değil de Nazım Hikmet'in ifadesi ile, bir "isyan bayrağı gibi güzel" özneler olarak görebilmenin kapısını da aralayabiliriz

Yeni demir perde

Eski demir perdeyi diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkeler inşa etmişti. Günümüzdeki yeni demir perdenin mimarları ise demokrasiler

"Çıkış" mümkün mü; çıkanlar nasıl çıktı?

Özgür olmayan, yani demokrasi olmayan otoriter bir rejimde seçimler ile hükümet değişikliği olabilir mi? Sanırım bugünün Türkiye'sinde yanıt bekleyen en önemli sorulardan birisi bu

"
"