08 Mart 2024
Yazının başlığına "Geleceğimiz ve Yapay Zekâ" ifadesini eklememin nedeni yazıya ilgiyi artırmak içindi…yani bu yazıda kesinlikle yapay zekâdan ve geleceğimizden söz etmiyorum. Eğer başlık sadece "Yaşlılık ve Kadınlık" olursa, yazının okunmayacağını düşündüm; belki en azından ilk paragrafın okunmasını sağlayabilirim düşüncesiyle bu başlık oyununu oynadım. Okumayı burada bırakmak isteyenlerden özür diliyor, kendilerine iyi günler diliyorum… Bundan yaklaşık iki yıl önce İzmir'de gerçekleşen 4. Uluslararası Geriatri Kongresi'ne, "Yaşlılık ve Kadın" temalı Açılış Konferansı'nı vermek üzere davet edilmiştim.* Bir Geriatri Kongresi'nde böyle bir konuda konuşacağımı söylediğimde, bazı arkadaşlarımın yüzlerini buruşturduklarını fark etmiştim; hatta "niye canım sen yaşlı mısın ki?" diyenler olmuştu. Eğer "gençlerimiz ve geleceğimiz" gibi bir konuda konuşacağımı söyleseydim, birçoğunun gözleri parlardı diye düşünüyorum. Oysa yaşlılık deyince hemen konuyu geçiştirdiler, bana ne söyleyeceğimi sormadılar bile, merak etmediler. Bu meraksızlık bile başlı başına önemli gelmişti bana.
Simone de Beauvoir'in 1949 tarihli Second Sex (İkinci Cinsiyet) kitabındaki ünlü sözleri ile ifade edersek: "kadın doğulmaz, kadın olunur," yani kadın olmaya ilişkin kodlar, davranış biçimleri, doğduktan sonra öğrenilir. Toplumsal anlamda kadın veya erkek dediğimizde işte bu sonradan öğrenilen kodlara işaret ediyoruz. Yaşlılık ve kadın konusuna ise "eşitlik" ve "saygı" kavramlarını vurgulayarak girmenin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çoğunlukla neyi sevip sevmediğimiz üzerine konuşuyoruz. Saygı, muhtemelen daha kalın ve ağır bir kavram olduğundan, daha az dile getiriliyor. Oysa ben, toplumsal cinsiyet olarak kadınlık söz konusu olduğunda, saygının altını çizmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Aretha Franklin'in o ünlü şarkısında, her harfin üzerine basa basa söylediği gibi R-E-S-P-E-C-T yani S-A-Y-G-I. Çünkü kadınlar eşitlik talep ediyorlar ve eşitliğe giden yol ise sevgiden değil, karşılıklı saygıdan geçiyor. Kadınların başına gelen birçok kötülüğü onları sevdiğini söyleyen insanlar gerçekleştiriyorlar. Kadına yönelik şiddetin arkasında çoğu kez onları seven aileleri, eşleri var.
Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Merkezi'ndeki arkadaşlarıma birkaç yıl önce anlattığım, kişisel bir anım var. Saygının önemini bu anıdan söz ederek anlatmayı seviyorum. Uzun yıllar önce, Amerikalı bir arkadaşım bana Zora Neale Hurston'un bir romanını hediye etmişti. 1937'de yayımlanan, Their Eyes Were Watching God (Gözleri Tanrıyı İzliyor) başlıklı bu kitap Afrika kökenli Amerikan edebiyatının en önemli yapıtlarından birisi olarak kabul ediliyor. Kitapta, Janie adındaki köle bir kadının yaşamının iniş çıkışlarına yer veriliyor. Janie, sözde kendisini seven erkeklerin şiddetine uğramış bir kadın. Ancak hayatına giren bir kişi var ki, işte o Janie'nin yaşamının içindeki umut kıvılcımı gibi bir karakter. Bu kişinin ismi Teacake ve onun en ayırt edici özelliği Janie'ye saygı duyması. Ona saygı duyarak, Janie'ye o güne kadar hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapıyor. Elbette onu aynı zamanda seviyor ama öncelikle onun bedenine, aklına, ruhuna ve kararlarına saygı duyuyor. Teacake karakteri benim bu romanı okuduktan sonraki yaşantımda hep saygıyı simgelemiştir. Bana bu romanı hediye eden ve yıllar önce, erken yaşta kaybettiğim sevgili arkadaşım Andrew ile doktora çalışmalarımız sırasında sık sık heyecanlı akademik tartışmalarımız olurdu ve bu süreçte birbirimizden çok şey öğrenmiştik. Bana kitabın içine "Teacake'e" diye yazarak hediye etmişti; yani tüm tartışmalarımıza rağmen ona saygı duyup, dinleyip, ondan öğrenmeye çalıştığım için bana son derece ince bir teşekkür hediyesiydi bu kitap. Arkadaşım da benim için Teacake idi; müthiş bir dinleyici ve insanın düşüncelerini çoğaltan bir dost idi. Teacake elbette bir sembol... Sizi olduğunuz gibi kabul eden, bedeninize, aklınıza saygı duyan herkes Teacake aslında...
Günümüzde, kadınların maruz kaldığı şiddetin arkasında onları eşit değil, çiçek gibi kırılgan, korunmaya, kollanmaya muhtaç gören bir düşünce yatıyor. İşte bu yüzden feminist kadınlar korunmak, kollanmak değil, eşitlik istiyorlar. Eşitliğin yolu ise saygıdan geçiyor. Elbette sevgi önemli ancak saygı olmaz ise olmuyor. Saygıya yaptığım vurguyu kadın ve yaşlılık konuları arasında bir köprü olarak kullanmaya ve kadınlara olduğu gibi yaşlılara da saygı ile yaklaşmanın önemine işaret etmek istiyorum. Saygı duymak ile kastettiğim, insanın karşısındakini eşit bir özne olarak görmesi. Yani saygı derken, el öpmenin, kapı tutmanın, yer vermenin ötesinde bir konudan söz ediyorum.
Kadınlık ve yaşlılık üzerinde düşünmeye başladığımda, her ne kadar benim alanım olmasa da akademik refleksler ile, konu ile ilgili yayımlanan akademik dergilere göz attım. Yayımlanan birçok dergi arasında Journal of Women and Aging dikkatimi çekti. Bu dergi içindeki makalelere ve özellikle de Türkiye'den akademisyenlerin meslektaşları ile birlikte kaleme aldıkları katkılara baktığımda, örneğin, Türkiye'de kadınların menopoz ile ilgili algıları, Covid döneminde menopoz semptomları ve stres algıları, Türkiye'de kent merkezlerinin dışında menopozun başlama yaşları ve bunu etkileyen faktörler, en önemli yaşlılık sorunları (geriatric giants) olarak tanımlanan idrar kaçırma, düşme, hareketsizlik, bunama gibi sorunlar ile ilgili çalışmalar karşıma çıktı. Bütün bunlar geriatri çalışmalarının genişliği ve ne kadar çok disiplinden bilim insanını ilgilendiren bir alan olduğu ile ilgili ipuçları veriyor.
Örneğin, sözünü ettiğim dergide (Journal of Women and Aging) Hatice Balcı Yangın, Kamile Kukulu ve Gülşen Ak Sözer (Akdeniz Üniversitesi) tarafından yayımlanan makalede ("The Perception of Menopause Among Turkish Women," 22: 290-305, 2010) Türkiye'de kadınların menopoza "olumsuz" yaklaştığına işaret ediliyor ve kadınların menopozu bir kayıplar dönemi (annelik döneminin, çekici olmanın, bedenin duruşunun, evlilik ilişkisinin, cinselliğin, fiziksel enerjinin kaybı) olarak algıladığına işaret ediliyor. Menopoz, kayıplara ilişkin, olumsuz bir algı olarak karşımıza çıkıyor. Bu algıyı tespit eden bilim insanları, sağlık merkezlerinde, hastanelerde menopoz ile ilgili davranışsal ve eğitimsel modellerin geliştirilmesini ve bunlardan beslenen protokollerin yaygınlaştırılarak menopoz ile ilgili olumsuz algıların kırılmasını öneriyorlar. Elbette menopozu yaşayan bir kadın olarak menopozun Türkiye genelinde olumsuz olarak algılandığını öğrendiğimde pek de şaşırmadım. Yaşlılığa ilişkin olumsuz algılar hem yaşlanan kadınlar hem de erkekler için geçerli. Ancak kadınlar ve erkekler bu olumsuzluğu farklı yaşıyorlar. Yaşlanmak ve bedenlerinin değişmesi karşısında kadınlar toplum tarafından utanma hislerine itilirken, erkekler de gerek cinsel gerekse de toplumsal roller anlamında performanslarının düşeceği endişesi yaşıyorlar. Artık beğenilmemek korkusu yaşlanmaya eşlik ediyor. Bu hislerden beslenen koca bir estetik ve ilaç endüstrisi ise günden güne büyümeye devam ediyor.
Yaşlı kadınların toplum nezdinde yaşlı erkeklerden daha az makbul olduklarını gözlemliyoruz. Susan Sontag, artık bir klasik olan, "Yaşlanmanın Çifte Standartı," ("The double standard of aging," (Saturday Review, Eylül 1972) başlıklı makalesinde bu konuya değiniyor. Sontag'a göre yaşlanmanın çifte standardı kendisini en acımasız haliyle cinselliğe ilişkin düşüncelerde gösteriyor. Çünkü bu noktada kadınların aleyhine çalışan bir dinamik var. Ergenlikten 30'larına kadar kadınlar sürekli bir cinsel ilginin odağı oluyorlar. Ancak zamanla bu ilgi azalıyor. Erkekler yaşlandıkça ve güçlendikçe, hâlâ ilgi görebiliyorlar ama yaşlanan kadınlara duyulan ilginin düşüşe geçtiği gözlemleniyor. Elbette istisnalar vardır ancak Sontag genel eğilimlerden söz ediyor ve toplum nezdinde erkeklerin değerlerinin yaş ile arttığına işaret ediyor. Bunun arkasında erkeklerin genellikle hayatta "ne yaptıkları" ile kadınların ise "nasıl göründükleri" ile değerlendiriliyor olmaları yatıyor. Sontag kadınların aynalara daha fazla baktığına çünkü buna şartlandıklarına, küçüklükten itibaren nasıl göründüklerine büyük önem vermeye yöneltildiklerine işaret ediyor. Yaşlı bir erkek yanında genç bir eş ile görünüyorsa ona gıpta ile bakılırken, aynı durumda olan yani genç bir erkekle birlikte olan yaşlı kadın ayıplanacak birisi olarak görülebiliyor.
Yaşlı kadın, heykelci Auguste Rodin'in La belle qui fut heaulmière isimli eserinde temsil edildiği gibi…sarkan göğüsler, kırışmış boyun ve eller, bel kıvrımları belli olmayan gövde ile karşımıza çıkıyor. Fiziksel özellikleri yaşamları boyunca öne çıkarılan kadınlar, yaşlanan bedenlerinden utanmaya itiliyorlar. Çocuklara anlatılan korku hikâyelerindeki cadılar genellikle yaşlı ve kadın oluyor. Yani yaşlı kadınlar bir yandan acınacak bir durumda, öte yandan da cadı olarak görülebiliyorlar… bB pasiflik ve saldırganlığın bir arada olması ayrımcı bakış açısının oldukça belirgin bir özelliği… Sontag kadınların bu kodlara direnebileceklerinin ve yaşlanmayı doğal olarak kabul edebileceklerinin altını çiziyor. Aslında günümüzde birçok kadının bunu yaptığını da gözlemliyoruz. Ancak yine de Sontag'ın 50 yıl önce işaret ettiği sorunların bugün hala yaşamımızda yer aldığını da söylemek durumundayız.
Günümüzün otoriter pratikleri kadınları tekrar tekrar nesneleştiriyor; yıllar boyu emekle kazandıkları hakların, kendi bedenleri üzerindeki kontrollerinin ellerinden alınmasına yol açıyor (örneğin, son dönemde ABD Yüksek Mahkemesi'nin kürtajı yasal hak haline getiren Roe vs Wade kararını geçersiz kılması, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çıkması gibi). Sontag'ın 1972'de yazdıkları bugün yeniden anlam kazanmış durumda. Kadınlar, daha önce kazanılmış olan haklar için, bugün yeni baştan mücadele veriyorlar. Kazanılmış olan haklara ilişkin mücadeleleri bugün hatırlayanlar ise yaşlı kadınlar… Dünyanın her yerinde 60-70 yaşın üstünde olan ve eskiden verilmiş hak mücadelelerine katılmış kadınların, bugün nelerin kaybedilmekte olduğunun çok daha fazla farkında olduklarını düşünüyorum.
Yaşlanmanın genelde "eyvah yaşlanıyorum" ifadesi ile dile getirilmesi yani olumsuz olarak algılanması kapitalizmin üretkenliğe verdiği önem ile ilgili. Bu önem çoğu kez bir "gençlik fetişizmi" olarak karşımıza çıkıyor. Gençlere değer ve önem vermek gerektiğine ilişkin mesajlar sürekli karşımıza çıkıyor ama yaşlılara değer vermek gereği pek dile getirilmiyor. Belki bazı arkadaşlarımın "yaşlılık" konusunda konuşacağımı söylediğimde yüzlerinde beliren ilgisizlik de bunu simgeleyen bir durumdu. Genelde "yaşlı" olanlardan kaçıyor, onları ötekileştiriyoruz -yani biz onlar gibi değiliz diye düşünüyoruz… Daha o kadar yaşlanmadık ya da yaşımız onlar kadar olsa da biz daha genç görünüyoruz... "Genç görünmek" bir iltifat, birisi ile ilgili "çok yaşlanmış" demek ise bir çeşit sınıfta kalma hani neredeyse başarısızlık ifadesi olarak kullanılıyor. Yaşlıları daha ziyade onlara atfedilen sıkıcılık, bedbahtlık, işe yaramazlık ve yalnızlık duyguları ile baş başa bırakıyoruz. Toplum genelinde yaşlı insanlara karşı umarsız olup, onlardan kaçmak oldukça yaygın. Umursamamak veya aldırmazlık bir ötekileştirme şekli. İnsanlar yaşlılardan kaçarak belki de bir süre sonra başlarına gelecek olandan kaçıyorlar ama bu yaşlılığın başlarına geleceği gerçeğini değiştirmiyor.
Toplumda yaşlılara yönelik genel yaklaşımın içinde iki yüzlülük var: Bir yandan onlara "saygı" gösteriliyor, öte yandan adeta bebeklermiş gibi bir eda ile onlar ile konuşulduğunu gözlemliyoruz. Yaşlılara gösterilen saygı bir nebze otomatik yani düşünmeden yapılıyor; el öpmek, kapı tutmak, yer vermek gibi…Bu davranışlar elbette önemli ancak ben saygı derken bu davranışlardan ziyade, yaşlıları dinlemeye, onların geçmişlerini anlamaya, öğrenmeye dair yani onları özne kılan bir saygıdan söz ediyorum. Örneğin, benim annem bir tıp doktoru. Çocuk doktoru olarak birçok insanın üzerinde emeği var. Eski hastalarından onu arayanlar olunca çok mutlu oluyor. İleri yaşlılık döneminde ve yanında sürekli ona destek olan insanlara ihtiyacı var. Bugün ona günlük yaşantısında destek olanlar, onun bir zamanlar doktor olarak nasıl titiz çalıştığını, işini ciddiye alan, yaptığı işe bağlı bir insan olduğunu elbette bilmiyorlar. Oysa bilseler ona sevginin yanında saygı da duyacaklar ve belki de onunla "bak canım hadi artık yemek saatin geldi, yemeğimizi yiyelim" diye konuşmayacaklar. Bu ifade kötü bir ifade mi? Elbette değil, hatta sevgi dolu bir ifade olduğunu söyleyebiliriz. Ancak onu bebekleştiren, pasifleştiren, özne olmaktan çıkaran bir ifade… Yaşlılar ile onları bebekleştirerek konuşma şekli için -Orwell'in 1949'ya yayınlanan 1984 başlıklı distopik romanında sözünü ettiği Newspeak'den (yeni dil) ilham ile- elderspeak (yaşlı dili) diye söz ediliyor. Bu dili kullanmamak mümkün ve hiç de zor değil aslında ama çok yaygın olarak kullanılıyor. Örneğin, kendisine "Doktor hanımcım" diye hitap edilebilir, "sen" yerine "siz" denilebilir... Yaşlıların bakımına destek verenler dünyanın en sabır gerektiren ve zor işlerinden birisini yapıyorlar. Öncelikle bunu teslim etmek gerek. Zaten yaşlıları bebekleştirerek konuşmayı sadece onlar değil, neredeyse herkes yapıyor. İnsanlar, yaşlılar ile konuşurken bir bebekle konuşur gibi sesler çıkarıyorlar; onları birer özne olarak görmüyor ve pasifleştirerek yaklaşıyorlar. Oysa insan olmanın en önemli özelliği özne olmak.
İnsanlar yaşlılara yönelik bu davranış ve tavırları muhtemelen iyi niyetle ve sevgiyle benimsiyorlar. Ancak bir yandan el öpmek gibi otomatik davranışlar ile yaşlılara "saygı" duyarken, bir yandan da onları bebekleştiren ve pasifleştiren bir yaklaşım içinde olmak kendi içinde bir tezat ve iki yüzlülük barındırıyor. Oysa, onların insan olarak yaşadıkları geçmişe bir nebze dikkat vermek ve bu geçmişteki yaşanmışlıklara, bir meslekleri olsun veya olmasın, saygı duymak çok önemli. Bunu sadece yaşlılar için değil, toplumdaki her kesim için yapmak önemli. Burada sözünü ettiğim saygı otomatik ya da düşünmeden benimsenen davranışlardan ziyade dinlemeye, anlamaya yani karşındakini özne olarak görmeye dair… Özetle, saygı duymanın emek gerektiren bir eylem olduğuna işaret etmeye ve saygı kavramının içini doldurmaya çabalıyorum. Saygıyı o kadar kalın bir kavram olarak görmek yerine yaşamın içine sokmayı öneriyorum. Sevmek ve saygı duymak aralarında tercih yapılacak eylemler değil; her ikisi birlikte olabilir ve birlikte olursa çok daha iyi olur diye düşünüyorum.
Simone de Beauvoir'ın, Old Age (Yaşlılık: Son Çağ) başlıklı kitabı 1977'de yayımlanmıştı (bir de 1970'te yayınlanan The Coming of Age ya da Yaşlılık: İlk Çağ kitabı var). Beauvoir bu kitabında yaşlıları bebekleştirme, pasifleştirmeye olan eğilimi eleştiriyor ve toplumun yaşlılara yönelik büyük sessizliğine işaret ediyor. Bugün bu kitabın yayınlanmasının üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçmiş -peki değişen bir şey var mı? Yaşlılık üzerine son dönemde yayınlanan yeni yazılar, Beauvoir'in sözünü ettiği sessizliğin artık kırıldığına, sessizliğin yerini yaşlılık üzerine giderek artan araştırma ve söylemlerin aldığına dikkat çekiyorlar. Ancak bu söylemlerde hala yaşlılara "dışarıdan" ve "yukarıdan" bir göz ile yaklaşıldığının ve yaşlıların kendi seslerine yeterince yer verilmediğinin altını çiziyorlar (Kate Kirkpatrick ve Sonia Kruks, "Old not Other," Aeon, 14 Haziran 2022). Hatta insan sağlığına ilişkin yeni buluşlar ile yaşamlar uzayınca, yaşlıların sayılarının giderek artmasından (ki bunun için "gri tsunami" ifadesi kullanılıyor) endişe ile söz edenler hiç de az değil. Kapitalizm bize her konuya "faydacı" bir göz ile yaklaşmayı öğretiyor. Böyle olunca da insanların uzun yaşamaları ve yaşarken üretken olmamaları ülke ekonomileri için bir endişe konusu olarak bile görülebiliyor. Oysa o uzun yaşamların sakladığı, toplumun ilgisine mazhar olmayan nice sırlar ve yaşam dersleri var.
Elbette, her yaşlılık aynı şekilde yaşanmıyor. Ekonomik koşullar, kültürel iklim, hatta siyasi rejimlerin niteliği yaşlılık ile ilgili algıları etkiliyor. Erken yaşlılık sorunları ile ileri yaşlılık sorunları son derece farklı olabiliyor. Elbette analiz için genellemeler yapıyoruz ancak tekil hikayeleri de analizlere katmanın değerli olduğunu düşünüyorum. Yaşlıların tekil hikayeleri kendi içlerinde birçok değer ve anlam barındırıyor. Yaşlılara yönelik politikalar üretirken onların özne olduklarını unutmayıp, seslerine ve dile getirdikleri tekil hikayelere kulak vermenin önemli olduğu kanısındayım. Elbette temsili demokrasilerde vekilliğe yani başkalarının adına konuşmaya yer var ama bunu yapmadan önce temsil edilen insanların sesine, söylediklerine kulak vermek gerekiyor. Temsili demokrasiler insanlara yön vermekten ziyade, onlardan yön, yani geri besleme almaya dairdir. Demokrasiler insanlara nasıl mutlu olacaklarını söyleyen sistemler değildir; demokrasi insanların mutluluğu kendi diledikleri şekilde arayacakları kanalları açık tutan bir sistemdir. Benzer bir yaklaşım ile yaşlılara nasıl mutlu olacaklarını söylemek yerine onlara kulak vermenin önemine işaret etmek istiyorum; onlara duyduğumuz saygı en azından bunu gerektiriyor.
Yaşlanmayı en güzel anlatan dizelerin yazarı Nazım Hikmet, çoktandır şaşıp kalmayı unuttuğunu dile getirirken şöyle der: "Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni." Yaşlanmak artık şaşırmamaya dair bir olgu. Şaşkınlığın gözleri gerçekten genç. Birkaç sene önce T24'te yazdığım "Yaşlanmak" (7 Ağustos, 2019) başlıklı yazıda yaşlanmayı -her ne kadar imkânsız olsa da- masumiyete geri dönmeye çabalamak ile ilişkilendirmiştim… ya da yaşlanmayı masumiyetten oldukça uzak olan dünya düzenine karşı bir "direniş" olarak tasvir etmiştim. Yaşlanmayı teslimiyet değil de bir tür direniş olarak tasvir edebilirsek eğer, belki de o zaman yaşlıları olumsuz ve pasif varlıklar olarak değil de yine Nazım Hikmet'in ifadesi ile, bir "isyan bayrağı gibi güzel" özneler olarak görebilmenin kapısını da aralayabiliriz.
* Bu yazı o konferansta yaptığım konuşmanın kısaltılmış halidir. Açılış Konferansı Prof. Dr. Turan Örnek anısına yapılmıştı. Beni konferansa davet ederek, bu konu ile ilgili okuyup bilgilenmeme vesile olan ve kendisini tanıyanlar için gerçekten çok özel bir insan olan Prof. Dr. Fehmi Akçiçek'e içten teşekkürlerimle.
Eski demir perdeyi diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkeler inşa etmişti. Günümüzdeki yeni demir perdenin mimarları ise demokrasiler
Özgür olmayan, yani demokrasi olmayan otoriter bir rejimde seçimler ile hükümet değişikliği olabilir mi? Sanırım bugünün Türkiye'sinde yanıt bekleyen en önemli sorulardan birisi bu
Trump karşıtlarının tam bir seferberlik içine girdiği bu seçim Demokratlara yeterli bir oy fazlası sağlayacak mı göreceğiz. Ancak şurası bir gerçek ki, ABD'yi sancılı bir seçim sonrası dönemi bekliyor. Sonuçta, siyaset bilimcilerin ve birçok vatandaşın haklı olarak sorduğu soru şu: "eğer oyların çoğunu alan aday Başkan olamıyor ise, o zaman neden seçim yapıyoruz?"
© Tüm hakları saklıdır.