06 Mart 2021

Öğretmenim savcı, ben yine sanık…

O gün sessizce öfkelendim. Büyüyüp üç kuruş para için Yeşilçam'a berbat film senaryoları yazdığım günlerde sipariş üstüne yazdığım o ayıp kompozisyonu hep hatırladım

Bugünkü kişisel bir mavra.

Çooook eski bir anı. Bugün yazarken de, okunurken de gülümsetebilir. Ama ergenlik sivilcelerinden henüz kurtulmamış bir lise öğrencisinin yüreğinde acı, bilincinde ise öfke destekli bir uyanıştır…

Lisenin ilk sınıfındaydım. Galiba iyi bir öğrenciydim. Edebiyat dersinin bir parçası olan "kompozisyon"da ise sınıfın en iyisiydim. Hani "Adam olacak çocuk şeyinden belli olur" diyen bir halk deyişi vardır ya, onun gibi "İleride oyun yazarı, senaryo yazarı, sonra da gazete yazarı olacak çocuk da yazdığı kompozisyonlardan belli olur" filan dense yeriydi.

Şey…

"En sevdiğin ders hangisi" sorusuna "Dilbilgisi dersi" diye cevap vermiştim ve bıçkın arkadaşlarım "Manyak mısın oğlum sen? Dilbilgisi dersi de sevilir mi be" diye üstüme çullanmışlardı.

Ama ne yapayım. Dilbilgisi dersini sahiden seviyordum. Ayrıca kompozisyon yazmak benim için bir ödev değil, mutluluk veren bir uğraştı.

Nitekim büyüyünce elinden yazı yazmaktan başka iş gelmeyen birine dönüştüm. Bu sadece keyif hatta mutluluk veren bir iş değil. Bu ülkede başını belaya da sokan bir iş. Nitekim çok hapse girdim ve hepsinde (evet hepsinde) yazdıklarım yüzünden girdim.

Oysa daha lise öğrencisiyken "Bu yazı işinden uzak dur, Yoksa başın beladan kurtulmaz" diye "ilahi" bir uyarı gelmiş ama gençlik işte, kaptıramamış, kavrayamamışım.

Kavradığımda ise artık çok geç olmuştu

Neyse… Bugünkü mavraya geçelim...

* * *

Öğretmen bir kompozisyon ödevi verdi: Nasıl bir dünya hayal ediyorsunuz?

Akşam evde oturdum, özene bezene bir kompozisyon yazdım. Yazdığımı pek de sevdim.

"Çocukların oyun diye Yahudi evi taşlamaya gitmediği bir dünya istiyorum" diye yazmıştım. Doğup büyüdüğüm Ödemiş'te, komşu kasaba Tire'de çocukların böyle oyunları vardı. Oysa Yeşua amcanın kızı Klara benim ilk aşkımdı…

"Camiye gitmeyenlerin arkasından kimsenin kötü konuşmadığı bir dünya istiyorum" diye yazmıştım. Çünkü babam terzi Sadık'ın cami ile başı pek hoş değildi ve komşu esnaf amcaların, birkaç kez ve belki bana da kasten duyurarak, "Bu Sadık rakıyı diker, camiye uğramız. Cehennemlik adam vesselam" dediklerini duymuştum.

"Savaş olmasın" diye yazmıştım. Çünkü Kore savaşına katılan, yaralanıp ülkeye tek bacaklı dönen, dilenerek yaşayan sıvacı ustası Rıdvan abiyi pek severdim.

Çinliler ve Ruslar niye "düşman", Rumlar niye "kahpe", Araplar niye "kalleş" sorularıma tarih öğretmeni "Ne biçim sorular bunlar? Böyle sorular sorma" diye azarlayarak cevaplamıştı. O yüzden "Bütün insanların kardeş olduğu, kimseye Türk, Rus, Çinli, Yunan, Arap denmediği bir dünya istiyorum" diye yazmıştım ve sonra da başımı belaya sokan o cümleyi eklemiştim:

"Böyle bir dünya için ben dinimden de, milletimden de vazgeçmeye hazırım."

Ertesi gün öğretmen ödevleri topladı. Onun da ertesi gün, üstüne verdiği notları yazdığı kompozisyonlarımızı dağıtmaya başladı. Herkese ödevini geri verdi.

Benimki hariç.

"Hocam benim kompozisyon" dedim. Gözlerini bana dikti ve "Sen dersten sonra benim odama gel bakayım" dedi.

Adam edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra müdür muavinliğine de üstlenmişti. Yani kendi odası var. Ders bitti. Odasına gittim. Beni şöyle bir süzdü.

- Öğleden sonra jimnastik dersine girmeyeceksin. Ben hocanla konuşurum. Yine bu odaya geleceksin…

Tuhaf bir şeyler oluyor ama, çok deneyimsiz, çok gencim. Önemsemedim. "Peki hocam" deyip çıktım.

Jimnastik dersine girmedim. Müdür muavininin odasına gittim.

Edebiyat, tarih ve biyoloji öğretmenleri bir masanın ardına sıralanmışlar. Masanın önüne bir iskemle konmuş.

"Otur" dediler. O iskemleye oturdum.

Art arda sorular gelmeye başladı:

- Hangi kitapları okuyorsun sen?

- İşte ders kitapları…

- Yok onların dışında?

- Ha... Şey Pekos Bil, Mike Hammer, Tan Çocuk Ansiklopedisi…

- Öyle değil. Kitap…

- Şey… Pardayanlar, ha bir de en son şeyi okudum, Wilhem Meister'in Çıraklık Yılları'nı…

Saydıklarım onları kesmedi, İstedikleri bunlar değildi. Başka soruya geçtiler:

-Arkadaşların dışında büyüklerden kimlerle konuşuyorsun peki?

- Tufan abiyle. Hani avukat. Yazları onun yazıhanesinde çalışıyorum. Sonra yine avukat Kemal Akyüz abi, avukat Sacide abla…

- Peki Tayyare Parkı'nın ordaki tartıcı var hani. Boy ve kilo ölçüyor. Onunla konuşmadın mı hiç?

Dedikleri adamı görmüşlüğüm elbette var. Yolumun üstü sayılır durduğu yer. Belki 10 kuruşa boy ve kilomu da ölçtürmüşümdür ama konuşmuşluğum filan yok.

- Yok, onu tanımıyorum ki konuşayım.

(O tartıcıyı o zamanlar elbette tanımıyordum. Tanısam da önemini ve değerini bilemeyecek kadar genç ve hamdım. Ama yıllar sonra bir sömestr tatilinde Ödemiş'e geldiğimde tanıdım. İyi tanıdım. Nazım Hikmet'in Bursa Hapishanesi'nden koğuş arkadaşıydı, "Şu 1941 yılında" şiirinde adı sık geçen Beethoven Hasan'dı o. Hapishane cezası bittikten sonra o zamanki yasalar gereği bir süre de Ödemiş‘te "mecburi ikamet" cezasını tamamlamaya çabalıyordu. Sefil bir han (otel değil han) odasında yaşıyor ve taşınabilir bir tartı aygıtı ile karnını doyurmaya çabalıyordu. Bir de tartı aygıtına astığı bir transistörlü radyodan sürekli klasik müzik dinliyor ve dinletiyordu.)

* * *

Sorgu bitti.

Edebiyat öğretmeni çekmecesinden benim kompozisyonu çıkardı

- Peki bu kompozisyonu kimseyle konuşmadan kendi kafandan mı yazdın yani?

- Evet hocam. Tabii…

Bir süre aralarında fısıldaşarak konuştular. Sonra yine Edebiyat öğretmeni söze girdi:

- Bak şimdi, iyi dinle. Bu kompozisyonu yırtıyorum.

Sahiden de cart cart yırttı, masasının altındaki çöp sepetine attı. Sonra da devam etti:

- Şimdi bu gece yeni bir kompozisyon yazacaksın. Kahraman ordumuzdan, Türk milletinin düşmanlarından, milletimiz ve dinimizle iftihar ettiğimizden…

Biyoloji öğretmeni söze girdi:

- Dinimizi karıştırmasan da olur. Ama bak, sakın böyle şeyler yazma bir daha. Başın belaya girer. Anladın mı?

Henüz lâik, dinbaz, yobaz gibi kavramları iyi bilmiyorum. Ama "dinimizi karıştırmadan" ne yazmamı istediklerini anladım.

-Çıkabilirsin.

Çıktım.

* * *

Akşam oturdum, 23 Nisan'da okutulan şiirlere benzeyen bir kompozisyon döşendim. Yedeksubay üniformasını kuşanıp mahalleye gelen bitişik komşumuz Cemil Abi'yi, onun rap yürüyüşünü görünce nasıl heyacanlandığımı, anneme gidip "Anne büyüyünce ben de Cemil abi gibi subay olacağım" dediğimi filan ballandıra ballandıra anlattım.

(Cemil abi gelmişti ama öyle rap filan yürümemişti. Anneme subay olmak istediğimi filan da söylememiştim. Söylesem azarlardı. O benim mühendis olmamı istiyordu.)

Ertesi gün yeni "kompozisyonumu" öğretmene verdim. Şöyle bir göz attı. Evet, sadece göz attı. Üstüne 10 yazdı. Sınıfa kompozisyonu baştan sona okudu. Sonra da "İşte kahraman bir Türk çocuğunun kompozisyonu böyle olur. Hepiniz böyle yazmalısınız" buyurdu.

* * *

O gün sessizce öfkelendim.

Büyüyüp üç kuruş para için Yeşilçam'a berbat film senaryoları yazdığım günlerde sipariş üstüne yazdığım o ayıp kompozisyonu hep hatırladım.

O öğretmenleri de unutmadım ve onlar gibilerle hayatım boyunca çok karşılaştım. Hâlâ da karşılaşıyorum.

Herhalde sizler de…

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim