ZÜBEYDE - ANALAR VE OĞULLAR
X X X ½
Yönemen: Cenk Yaz Senaryo: İlber Tekinsoy Görüntü: Ersan Çapan Müzik: Abdurrahman Tarikçi Oyuncular: Aslıhan Güney, Alican Yücesoy, Emre Kınay, Sitare Akbaş, Turgay Tanülkü, Devrim Has, Wilma Elles, Ayberk Atadar, Ulviye Karaca, Ece Baykal, Emre Zengin
CJENM yapımı, 2023
|
İşte Cumhuriyetimizin 100. yılına son derece yakışan bir film. Mustafa Kemal’in ilk yıllarını -yani Atatürk olmasının öncesini- annesi Zübeyde Hanım ve tüm ailesi aracılığıyla sunan ve birçok açıdan kendine özgü bir film. Buna çok özetle ‘ulusal bir biyografi denemesi’ de denebilir.
Film, Olimpos Dağı eteklerinde geçen açılış bölümlerinden sonra adım adım ilerliyor. 1881’in –yani Ata’nın doğum yılının- Selanik’ini görüyoruz. Hemen söyleyeyim: o dönemin Balkan doğası da eski kentleri de olağanüstü biçimde gösterilmiş. Olasılıkla o kentlerin en eski bölümlerine gidilerek...
Ve bir doğum sahnesi. Zübeyde Hanım doğuruyor. Tam 6 çocuğundan biri olan Mustafa’yı... Öncesine gidersek... Mustafa Kemal’in anne soyu, Karaman’dan gelerek Selanik ile Manastır’ın arasında bulunan Vodina Sancağı’na bağlı Kayalar nahiyesine yerleşmiş, sonra da hala kaplıcaları ile tanınan olan Langaza’ya geçmiştir.
Ve sonra, o masmavi gözlü güzel kadın, daha 14 yaşındayken devlet memuru Ali Rıza Efendi’yle evlenmiş. O çağ için normal bir şey... Önce doğan ilk üç çocuğundan sonra Mustafa dördüncü çocuk olarak dünyaya geliyor. Ardından da Makbule ve Naciye doğacaktır. Kimilerini film boyu gördüğümüz bu kızlı-erkekli çocukların tam dördü değişik tarihlerde vefat ediyorlar. Yine o dönemin sağlıksız atmosferi ve tıp açısından geriliği yüzünden...
Gelelim Mustafa’ya... Bizler onu önce beşikteki bebek olarak görürüz. Sonra birkaç yıl aralarla büyümesini izleriz. Hasta çocuklarla dolu, bazen 3-5 cenazenin birlikte kaldırıldığı Selanik’te matem yılları yaşanır. Bu arada Ali Rıza Efendi de 1888 yılında öbür âleme göçer. Zübeyde, çocuklarından özellikle Mustafa’ya özel bir ‘ihtimam’ gösterir. Mustafa da o mavi gözlerini koruyarak adım adım büyür. Çeşitli dönemin Mustafaları öylesine benzeşirler ki, çekim ekibinin çabası gerçek bir alkışı hak eder.
Sonra okul sorunları yaşanır. Hep olduğu gibi... Artık delikanlı olmuş Mustafa, kendisine kötü davranan Arapça hocasından usanıp ‘zabit olmak’ ister. Zübeyde’nin itirazlarına karşın bu gerçekleşir: askerliğe ilk adım.
O arada kocasız kalan ama güzelliğini (en azından filmdeki Aslıhan Güner kadar!) koruyan Zübeyde Hanım'a yeni bir talip çıkar: Ragıp Bey. Zübeyde Hanım gönülsüzce olsa da kabullenir.
Sonra o belalı yılları aralıklarla izleriz. Mustafa’yı üvey babayla mutsuz rakı içerken, ilk meyhane veya pavyon deneyimlerini yaşarken görürüz... 20. yüzyıla gireriz; 1908’deki Meşrutiyet ilanı, 1910’lardan itibaren yaşanan Balkan faciası...1915 yılında o facia dolayısıyla İstanbul Akaretler’de yapılan toplantı... 2. Dünya Savaşı, Çanakkale zaferi, o aralar yarbay olan Mustafa Kemal’in hayatını kurtaran göğsündeki cep saati mucizesi... Artık Zübeyde’den çok, Kemal ekranı işgal etmeye başlar. Durmuş-oturmuş, yaşını-başını almış, Alican Yücesoy’un tüm yakışıklılığı ve benzerliğiyle bizleri mest ettiği dönem...
1918 yılında ana-oğul Halep’te yeniden buluşurlar. Sonra 1922’de Adapazarı; Kemal’in Kocatepe zaferi...O sırada gazinin annesinden gelen tesbihi dudaklarına götürmesi gözleri yaşartabilir. Ve asıl büyük zafere kalamadan, Zübeyde’nin 14 Ocak 1923’de geliveren ölümü...
Tüm bunlar perdede dolaylı ama önemli bir Cumhuriyet destanı yaratıyor. Hep tartışılan ama bir türlü en olgun haliyle ortaya çıkamayan bir "Atatürk" filmi yerine, daha erken dönemin bir Mustafa Kemal destanı. Filmin adına eklenen Analar ve Oğullar deyişi, bize bunun bir aksiyon değil, daha çok duygusal bir aile filmi olduğunu hatırlatıyor. Belki belli ölçüde idealize ve estetize edilmiş, ’millileştirilmiş’ bir film. Ama o ölçüde de melankolik olan... O mavi gözleri artık hiç unutmayacak, destanlaşmış olayların yanında bu ana-oğul sevgisini de hatırlayacağız.
Bir yanı daha var filmin...Çökmüş bir imparatorluktan çağdaş, modern, laik bir cumhuriyet çıkarmış Atatürk’ün, en azından anacığının o ulvi güzelliğinin ardında yatan inanca, mistik düşünceye ve din duygusuna nasıl sevgiyle baktığını gösteriyor. Bitmeyen bir Atatürk düşmanlığıyla onu hep din karşıdı gibi göstermeye çalışan ve bu demode çabadan asla vazgeçmeyen tüm o imamların, o sözümona hocaların, o siyasilerin de bu filmi görüp, o derin ve içten hissiyatına katılmasını dilerdim.
Bu arada filmin çoğu yepyeni yaratıcılarına da tebrikler.
Yönetmen Cenk Yaz, senaryoyu yazan İlber Tekinsoy, görüntüleri çeken Ersan Çapan, müziği yapan Abdurrahman Tarikçi (biraz aşırı kullanılmış olsa da...) Oyunculardan, özellikle Zübeyde’de Aslıhan Güney, olgun Mustafa Kemal’de Alican Yücesoy, Ragıp beyde Emre Kınay... Ayrıca Sitare Akbaş, Devrim Has...Ve tüm o muhtelif yaşlardaki Mustafa’ları mavi gözlü kılmış teknik elemanlar. Hepsine bravo...
Ah Özerman, ah!..
Evet, bu çığlığı çok eski dostum Erkan Özerman için koparıyorum!...
1938 doğumlu, Galatarasay mezunu, Paris’te özel eğitim görmüş bu arkadaşım, yıllar boyu Türkiye-Fransa ilişkilerinin en gönüllü emekçilerinden olmuştu. Ülkemizde Best Model yarışmalarının da kurucusuydu ve yıllar boyu güzel hanımlarla yakışıklı gençleri Türk modern yaşamına kazandırmıştı.
Erkan Özerman
Yine yıllar boyu onu Cannes şenliklerinde de bulmuştum. Bir özelliği kimi sinema yazarlarını tersine, salonu asla terketmemesi, ne olursa olsun filmi sonuna dek izlemesiydi. Ayrıca yakın zamanda sevgili dostu Dario Moreno için yazdığı kitap da önemlidir.
Bir özelliği daha vardı. Telefonda karşısındakine pek kulak vermeden, motor gibi konuşması ve bunu bitmez biçimde sürdürme alışkanlığı... Ama bana son telefonunda bunu düşünmeye fırsatım olmadı. Çünkü hayli kederli bir sesle sanki bir veda konuşması yaptı. Kemoterapisinin sonuç vermediğini, yakında aramızdan ayrılacağını söyledi. Hatta bana bıraktığı mirası bile ekledi: Büyük plak arşivinden kimi dostları gibi bana da pay ayırdığından söz etti.
Erkan Özerman ve Atilla Dorsay
Ne yapayım? Ne konuşurken ne söyleyeceğimi bildim ne de şimdi... Allah gecinden versin. Ve sevgili Erkan, daha çook aramızda kalsın...
Atilla Dorsay kimdir?
Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.
On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.
Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.
Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.
1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.
Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.
Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.
Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.
Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan... " sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.
Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.
TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.
Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".
Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.
Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.
Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.
Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak 2022'de Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar, onu tamamlayan Övgüler, Yergiler, Atışmalar ise 2023'de çıktı. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...
|