20 Ocak 2023

Hollywood'un karanlık tarihine görkemli bir uzanış

Çok uzun, dengesi tartışmalı bu film, her şeye karşın sinemaseverlerce görülmeyi hak ediyor

BABİL

X X X X

(Babylon)

Yönetim ve senaryo: Damien Chazelle
Görüntü: Linus Sandgren
Müzik: Justin Hurwitz
Oyuncular: Brad Pitt, Margot Robbie, Diego Calva, Jean Smart, Olivia Wilde, Phoebe Tonkin, Lukas Haas, Li Jun Li, Eric Roberts, Tobey Maguire

Paramount filmi, 2022

Sinemanın, daha doğrusu Hollywood'un tarihi üzerine yapılagelmiş birçok ilginç film vardır. Şöyle bir hatırlarsak: Sunset Bulvarı'dan Singin' in the Rain - Yağmur Altında'ya, Bir Yıldız Doğuyor'dan (ki tam 3 kez çekildi) Barton Fink'e, Mulholland Drive'dan Bir zamanlar Hollywooda'ya, The Player - Oyuncular'dan Hollywoodland'e...

Babil geliyor ve birçok açıdan tüm bu filmlerden farklı ve alabildiğine iddialı bir yapım olarak ekranları dolduruyor. 3 saat 10 dakikalık bir uzunluk; geniş bir ekran; zaman zaman çok fazla ışık almış görüntüler... Birçok türle flört eden ve insanı sürekli şaşırtan bir sinema. Ama özellikle has sinefillerin (bu sinemasever demek: yoksa filmin başındaki 'filli sahneler'le ilgisi yok!) sonuç olarak bayılacağı bir film

Film California'nın Bel Air yöresinde açılıyor. 1926 yılındayız; henüz siyah-beyaz ve sessiz bir sinema egemen; büyük stüdyolar ve gelişmiş bir teknoloji yok. Hatta o tepeye yazılmış ünlü Hollywood yazısı bile gözükmüyor. Filmler dağda-bayırda ve kırsalda çekiliyor: birkaçı birden yan yana ve iç içe olarak...

Bu arada bir film için bir filin kullanılması gerekiyor. Onun hele bir tepeye taşınması, filmin belki en komik sahnelerini doğuruyor: hele hayvanın tüm içidekileri bir teknisyenin suratına boşaltması. (Asıl gereken sözcüğü kullanamıyorum!)

Ama işin farklı bir dünyası da var. O da inanılmaz bir eğlence; bir cinsellik, içki, uyuşturucu alemi; bir ahlaki ve vicdani çöküş sergilemesi. Fransız deyimiyle, tam bir orji... Öylesine ki, aynı anda birçok kişinin birlikte dans, seks, teşhir, düzüşme, cümbüş, yerlerde sürünme ve akla gelecek-gelmeyecek birçok eylemi birlikte yaptığı, utanma duygusunun tümüyle yitirildiği bir hayal alemi. Filmin kolay unutulmacak sahneleri arasında yer alan...

Film 1926 yılında başlıyor. Yarım saatlik bir uzun bölümden sonra ekranda beliren BABYLON yazısıyla birlikte, asıl öyküye geçiyoruz. 'Yaratıcı olmalı, ilham vermeliyiz' diyerek arayışlar içinde olan bir kalabalık, o ilkel koşulları aşıp daha sağlam bir sinema arıyor. Örneğin ışık konusunda... Hava kararıncaya dek bitirilmesi gereken çekimler var. Ve o ışığı kaçırmamak için çıkan yangın bile önemsenmiyor, işe devam ediliyor!..

Sonra 1927 yılı ve sesli film olayı geliyor. Al Jolson adlı ünlü şarkıcının oynadığı Caz Şarkıcısı filmiyle birlikte... Ve 1928'de sesli film çekimleri başlıyor. Büyük zorluklar içinde... En küçük bir gürültü çekimi durduruyor; çok uzun (bence aşırı uzun) bölümlerde bunun nasıl bir azap olduğu anlatılıyor.

Ve asıl kahramanlar birer ikişer arz-ı endam ediyor. Taşralı Nellie LaRoy (Margot Robbie) yıldızlığa doğru yavaş yavaş yükseliyor: kişiliğini giderek yitirmek ve sonunda fıttırmak pahasına... Daha deneyimli Jack Conrad (Brad Pitt) eski başarılarının gölgesinde yavaş yavaş yok oluyor. Meksika kökenli genç Manny (Diego Calva) yakışıklılığıyla dikkat çekse de, kolay kolay bir baltaya sap olamıyor. Ama sonunda direnen ve ayakta kalan tek karakter de o oluyor. Kaderin cilvesi...

Film Hollywood denen ve o zamanlar nerdeyse köy manzarası arz eden o kasabanın gelişimi üzerine görkemli bir parabol. Fazla uzun, yer yer aşırı tekrarları var. Ama o kadar çok şey anlatıyor ki... Siyahilerin özellikle müzik sayesinde Amerikan toplumuna yerleşmeleri; 1928'de ilk sesli film galasındaki heyecanla simgelenen o önemli devrim; o inanılmaz aile ilişkileri: Nellie'nin zavallı ve ezik babasıyla (Eric Roberts) acılı ilişkisi. Ki onun katıldığı o 'yılanlı bölüm' inanılmaz bir etki yaratıyor seyircide...

Ve de bizlerin Digiiturk'teki Hacks dizisiyle tanıyıp sevdiğimiz, buradaysa yazar Elinor'u canlandıran Jean Smart'ın kendisine yakınan Jack Conrad'a söylediği ve filmlerin temsil ettiği ölümsüzlük üzerine o müthiş sözler. Çok özetlemeyi denersem; "Melekler ve hayaletlerle birlikte sonsuza dek yaşar, o filmler. Ve 50 yıl sonra bile bir ekrana yansır ve sizleri ölümsüz kılar." Sinemanın önemi bundan daha iyi belirtilebilir mi?

Sonuç olarak mükemmel olmayan, kusursuz sayılamayacak çok özel bir filmle karşı karşıyayız. Örneğin bir başka zaafı hikâyenin sadece kimi kişilerinin gerçek olması. Yapımcı Irving Thalberg veya adları anılan sayısız ünlü gibi: Charlie Chaplin'den Greta Garbo'ya... Ama çoğunluğun buna uymayan biçimde düşsel kişilikler olması. Hikâyenin ana mesajı ise belki de şu olabilir: "İnsan ne yapsa kaderinden kaçamaz." Finalde 1952 yılına dek uzanan hikâye, anlatılanların çok sonrasına, en sonundaysa daha yakın tarihten önemli kimi filmlere şöyle bir değiniyor.

Sadece üç film yönetmiş olan ve bunlardan La La Land - Aşıklar Şehri'yle tüm gönülleri fetheden yazar-yönetmen Damien Chazelle, yanına yine yakın dostlarını almış: görüntü ustası Linus Sandgren ve besteci Justin Hurwitz. Doğrusu çok da iyi etmiş...

Oyuncuların hepsi mükemmele yakın. Ama özellikle Margot Robbie -ki yer yer Sophia Loren'i hatırlatıyor... Hele onun bir kadın yönetmenin kaprisleriyle sürekli ve farklı ağlama emirleri alması. Ve bunları aynen yerine getirmesi... Jean Smart, Eric Roberts gibi eskilere, sonlarda çıkan ve James McKay'i canlandıran, sinemanın ölümsüz Spider Man - Örümcek Adam'ı Tobey Maguire da dahil edilmeli. Dönemin modalarından gözüken lezbiyenliğin filmdeki temsilcisi Çinli Lady Fay Zu'daki Li Jun Li da ilginç bir oyuncu. Ama belki en akılda kalan oyuncu, hikâyenin tek 'survivor- hayatta kalan'ı olan Manny Tores'teki Diego Calva. Bugün 32 yaşında olan Meksikalı oyuncunun da sanırım geleceği var.

Özetle... Çok uzun, dengesi tartışmalı bu film, her şeye karşın sinemaseverlerce görülmeyi hak ediyor.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kaderin elinde sönüp giden bir şarkıcının dramı

Özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken filmlerden...

Tenis, rekabet, cinsellik ve eşcinsellik

Filmin cinsellikle eşcinselliği birleştirdiği, giderek sinemada sporla seksi inceliklerle sunan filmlerin başına geçtiği açık