04 Ekim 2019

Gotik bilim-kurgudan çağdaş trajediye, bir sinema zirvesi

Joaquin Phoenix'in Oscar'a aday olmakla kalmayıp ödülü götüreceği kesin gibi gözüküyor

JOKER
X  X  X  X  ½

Yönetmen: Todd Phillips
Senaryo: T. Phillips, Scott Silver
Görüntü: Lawrence Sher
Müzik: Hildur Guðnadóttir
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Robert De Niro, Zazie Baetz, Frances Conroy, Brett Cullen, Marc Maron, Mandla Bellamy, Bill Camp, Glenn Fleshler, Shea Whigham

Warner Bros filmi.

Joker dönüyor. Belli sayıda filmde bu adı taşıyan benzer kişilikler, özellikle üç oyuncuyla hatırlanır: Jack Nicholson, ‘merhum’ Heath Ledger ve Jared Leto. Geçerken söyleyelim: Hepsi Oscar’lıdır; ama Oscar’ı bu rolle kazanan sadece Ledger olmuştur.

Ve Joaquin Phoenix, üç kez Oscar adaylığı kazanmıştır. Bu rolle aday olmakla kalmayıp ödülü götüreceği ise bana kesin gibi gözüküyor.

Bu çılgın, abartılı, uçlarda dolaşan film, karşımıza Batman adlı kahramanın şehri Gotham City’yi getiriyor. Elbette NewYork anlayınız!..

İnsanlığa birçok şeyin yanı sıra dev gökdelenleri armağan etmiş bu kent, bu kez gerçekten zor bir dönem geçiriyor. Çok belli değil, ama 70’ler veya 80’ler olabilir. Kenti çöpler ve fareler sarmıştır; her yer pislik içindedir ve herkes sokaklardadır.   

Öncelikle Arthur Fleck’i tanırız. Yatalak annesiyle oturmaktadır; bir çocuk hastanesinde palyaçoluk yaparak küçükleri eğlendirmektedir. Annesi belki bu yüzden onu Happy- Mutlu diye çağırır.

Arthur bu ‘mutluluğu’ giderek sokağa taşır. Ve ortalıkta bir palyaço olarak dolaşmaya başlar. Ama bu en azından iki kez serseri takımından iyi bir dayak yemesiyle sonuçlanır: Pislik artık sokaklar kadar ruhları da ele geçirmiştir.

Böylece inanılmaz derecede zayıflamış ve iğne-ipliğe dönmüş bir Joaquin Phoenix’in hayat verdiği Joker, zavallılığın dibine indiği anlarda, bir palyaçonun en doğal eylemine sığınır: Gülmek. Ama öylesine bir gülmedir ki bu... Sanki ruhun derinliklerinden yükselen bir çığlık; işitilegelmiş en korkutucu kahkaha...

Üstelik ağzını eliyle yukarı, sonra aşağı çeken bir pantomim ustasının yarattığı ürkünç fiziksel değişim. Ve bir anda mutluluktan dehşete geçebilen bir surat.

Ve sonra, artık en fantastik, en bilim-kurgusal, en teknolojik filmlerin bile ana malzemesi haline gelen aile sırları motifi. ‘Kutsal aile’lerin geçmişte kalan günahları;

karmaşık ana- baba ilişkileri; Gotham’ın valililiğine sıvanan şüpheli iş adamı Thomas Wayne’nin ‘babalığı’ kuşkusu.   

Onca sevgisizlik içinde kat komşusu Sophie’yle yaşadığı aşk. Ki finale doğru bunun belki bir hayal olduğu hissettirilir. Palyaçonun o kadarcık sevgiye bile hakkı yoktur!.. Ve de sözüm ona bir dostun eline sıkıştırdığı silah, Joker için en kolay savunma, sonra da intikam aletine dönüşüverir.

Bu kendini kaptıran seyirciyi bir nehir gibi sürükleyen filmin sayısız erdemi var. Bir çizgi-romandan çıkmış bir kahramanla böylesine yoğun bir dram yaratmak; hatta trajediye doğru uzanmak... Araya komik ögeler de sokarak, bu alanda ilginç bir denge kurmak...  

 

Arada sinemanın ve müziğin kimi ustalarına saygı duruşunda bulunmak... Örneğin doğumunun 130. yılının kutlandığı şu günlerde Charlie Chaplin’i anmak: Modern Times- Asri Zamanlar adlı başyapıtıyla; ayrıca da aynı filmden gelen kendi bestesi Smile şarkısını bir leit-motiv olarak kullanarak... Birkaç Frank Sinatra klasiği dinletmek: Özellikle de That’s Life... Bir TV ekranında geçerken Fred Astaire’i şöyle bir göstermek... Kent sinemalarının afişlerinde Billy Wilder’in Ace in the Hole- Diri Gömülenler veya Brian de Palma’nın Blown Out filmlerini hatırlatmak....

Tüm bunlar Todd Phillips’in ilginç kariyerinde bir doruk noktasını işaretliyor. 2000’lerden başlayarak Road Trip- Geyik Muhabbeti, Starky&Hutch- Afili Aynasızlar, The Hangover- Felekten Bir Gece (üç filmle bir seriye dönüşmüştü), Due Date- Git Başımdan, War Boys- Vurguncular gibi gişe şampiyonu şen filmler yapagelmiş yazar-yönetmenin, böylesine yoğun ve sağlam bir film yapacağını düşünebilir miydiniz? Demek ki o yetenek orada duruyor, sırasını ve zamanını bekliyormuş!..

Joaquin Phoenix ise başarılı meslek yaşamında zirveye çıkıyor. Film hemen tümüyle onun üzerinde kurulu denebilir. Kim bilir ne çabalarla zayıflatılmış bedenini bir yay gibi kullanıyor; yüzüne sanki farklı maskeler yerleştirebiliyor. Ve eksiksiz bir kompozisyonla, karşımıza Batman’ların unutulmaz kahramanının başlangıç dönemini getiriyor.

Kariyerinde U Turn- Kaybedenler’den Gladyatör’e, Quills- Düşlerin Efendisi’nden Signs- İşaretler’e, Walk The Line- Sınırları Aşmak’dan  We Own the Night- Gecenin İki Yüzü’ne, The Master- Usta’dan Her- Aşk’a, İnherent Vice- Gizli Kusur’dan Sisters Kardeşler’e birçok unutulmaz film bulunan sanatçı, özellikle James Gray, Shyamalan, Paul Thomas Anderson  gibi yönetmenlerin gözdesi.

Ve perdede ‘tavşan dudağı’ denen şeyi taşıyan sayılı oyunculardan biri. Ki bir diğeri de Stacy Keach’dir... 

Aslında Puerto Rico kökenli bir ailenin beş çocuğundan biri olan Joaquin, genç yaşta ölen ağabeyi, bir melek kadar güzel olan River Phoenix’i de hatırlatıyor bizlere...Tam ün yaparken, 1993 yılında ve sadece 23 yaşında ölüp gitmişti. Hayranlarını tam bir mateme boğarak…

Filmin bir diğer kozu elbette ki Robert de Niro. Dev sanatçı bu kez bir TV sunucusunu oynuyor. Bir tür Jimmy Fallon...Ve nispeten kısa rolünde harikalar yaratıyor. Onu izlerken geçmişe dalıp, filmin aslında onu zirveye taşıyan Taksi Şoförü filmine ne kadar benzediği de akla geliyor: Yani yavaş yavaş çılgınlığa kayan bir NewYork taksi şoförünün hikâyesi...Ancak De Niro bu kez kurbanlardan biri olmaktan kurtulamıyor. 

Filmde beni rahatsız eden tek şey cinayetlerden biri oldu. Ama bunu yazmamam gerekiyor!.. Nasıl olsa göreceksiniz, tahmin edin bakalım!..


YARIN: PİRANHALAR

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

"
"