02 Kasım 2019

Devrim ah devrim... Peşinde koşmamışlara adam mı derim!..

Filmin iki ünlü yazarın öykülerini koşut olarak anlatma seçimi cesur bir karar

MERHABA GÜZEL VATANIM
X  X  X

Yönetmen: Cengiz Özkarabekir
Senaryo: Ahmet Ümit
Görüntü: Faik Çayır
Müzik: Cem Erman
Oyuncular: Yetkin Dikinciler, Serkan Altıntaş, Ahmet Ümit, Berna Laçin, Pelin Batu, Umut Beşkırma, Levent Üzümcü, İskender Bağcılar, Mehmet Tokat, Alper Türedi, Kutay Şahin, Adnan Kürkçü, Ayhan Bozkurt, Edis Atiker, Enes Kava

Merhaba Güzel Vatanım gerçekten de ilginç bir film. Tümüyle başarılı olduğu söylenemez; ama öyle ögeler içeriyor ki, değme başarılı filmden daha çok izlenmeyi hak ediyor.

Film yalnızca Türk edebiyatının değil, Türkiye gerçeğinin ve yakın tarihinin önemli iki insanını biraraya getiriyor: Nazım Hikmet ve Ahmet Ümit. Elbette bu iki ünlü yazarımızın koşut biçimde anlatılmış öykülerle yan yana (ve iç içe) getirilmeleri önce şaşırtıcı geliyor.

Hele 1902- 1963 arasında yaşamış Nazım’la 1960 doğumlu Ümit’in aralarındaki çağ farkı düşünülürse... Biri giderken öbürü geliyor neredeyse... Özellikle Ahmet Ümit’in tam yaşam öyküsünü bilmiyorsanız... (Ki itiraf edeyim, ben de bilmiyordum: Onu dostlarım arasında saydığım halde…)

Ama neler varmış. Bu yarım yüzyılı aşkın farkla dünyaya gelmiş iki sanatçımızın ortaklaşa paylaştığı...Hemen özetlemek gerekirse: İkisi de taşralı ve neden sonra İstanbul’a geliyorlar. İkisi de gençliklerinde kendilerini komünizme adıyor ve eksiksiz birer devrimci oluyorlar. İkisinin de yolu bir biçimde Moskova’ya düşüyor; orada geçirdikleri yıllarda keskin bir vatan özlemi çekiyorlar.

Ve ikisinin de orada düşleri tuzla buz oluyor. Eskiler ‘sıtkım sıyırıldı’ der ya, tam o biçimde... Bunun Nazım için Sovyet rejiminin en parlak günlerinde, Ümit içinse çöküşe çeyrek kala, yani 1989’dan sadece birkaç yıl önce olması fark etmiyor. Marx’ın asıl ideallerinin gerçekleşmediğini, insanlar arasında eşitlik kurulamadığını, özgürlüğün hep yüksek dağların ardında kaldığını anlamaları gecikmiyor. Ve ideolojik bir şok yaşıyor, hayatlarını yeniden kurmayı deniyorlar.

Elbette büyük farklılıklar da var. Nazım’ın çektiği o büyük çileyi kim çekti; kim yıllarını uzun hapislerde, duvarların ardında geçirdi!.. Belki en çok Yılmaz Güney’den söz edilebilir ve orada koşutluk aranabilir.

Yine de bu gerçekten ilginç bir film. Belgeselden gelme yönetmen Cengiz Özkarabekir, Ahmet Ümit’in senaryosunu büyük emekle, zengin bir kadroyla, yüzlerce figüranla, değerli fotoğraflar ve yürek titreten belgelerle ve de akıcı bir anlatımla perdeye getiriyor. Ve ortaya yalnızca ‘eski tüfek’lerin değil, temelde sol düşünceye eskiden ya da şimdi gönül vermiş, insanların eşitliğine inanmış, o sosyalist ruhu biraz da olsa korumuş herkesin görmesi gereken bir film çıkıyor.

Hele Nazım için hemen yalnızca Biket İlhan imzalı Mavi Gözlü Dev (2007) filminden başkasını yapamadığımız düşünüldüğünde...Gerçi o da çok iyi bir filmdi: benim 100 Yılın 100 Türk Filmi kitabıma aldığım...

Böylece film boyunca, o filmde de oynayan Yetkin Dikinciler’in büyük bir duyarlılıkla canlandırdığı Nazım’ı en kritik anlarında yakalıyoruz. İlk başta yar-ü vefakarı Va-Nu (Vala Nurettin) ile birlikte, ‘Refik tarafından’ (Refik Erduran anlayınız!) sağlandığı belirtilen küçük bir tekneyle Karadeniz’e açılmasını izliyoruz. Ama sonra gerilere kayıyor, onun Kurtuluş Savaşına bizzat katılmasına, yeni kurulan Türkiye Komünist Partisi’ne üye olmasına, ilk Moskova yolculuklarına tanık oluyoruz. Ki birinde iki yıl kalıyor.

1928’de komünistler için bir af çıkıyor, o da ülkesine dönüyor. O efsane olan şiirler, o oyunlar, İpek Film için yazdığı senaryolar...

Sonra yine hapis, afla çıkış, yine Moskova. Bu kez üç buçuk yıl kalacak, gerçek vatan hasretini tadacak, Mayakovsky gibi dostlar ve de birçok düşman edinecektir. Ve artık dünya çapında bir üne ulaşacaktır. Şöyle der: “Rus halkıyla birlikte sosyalizmi kurmaya geldik”. Ama bunun bir hayal olduğunu anlaması gecikmeyecektir.

Döndüğünde ve 1938 yılında yeniden tutuklama, yargılama ve tam 25 yıllık bir hapis cezası...Ve bizler bunları izlerken acıyla hatırlıyoruz: Sevgili ülkemizde, sanata ve sanatçıya karşı devlet destekli bir adaletin her devirde, her zaman nasıl kısıtlayıcı, acımasız, hatta ölümcül bir tavır aldığını. Bugün de aynen süren biçimde...

Ve Nazım artık umutsuzdur. Şöyle der: “Amaçları beni ağır ağır öldürmek, duvarların ardında çürütmek!”. Orada diğer mahkumlarla tanışır: Kemal Tahir, Orhan Kemal, ressam Balaban...Arada gelip geçen kadınlar. Annesi ressam Celile, ilk büyük aşkı Piraye, sonra Münevver, en son da Vera.    

1950’de basın ve sanat destekli bir kampanyayla serbest kalır. Ama ne zamana dek? Ve böylece baştaki Karadeniz yoluyla kaçış macerası başlar. Hüzün ve hasret içinde öleceği Moskova’daki son ikametine dek...

Öte yandan Ahmet Ümit vardır. Doğduğu Gaziantep şehri bir zamanlar ‘küçük Moskova’ diye anılan... Çünkü öyle emeğe dönük, öylesine sol bilinçli bir halkı vardır ki... 70’lerde “Faşizme geçit yok” sloganlı gösterilere katılıyor, peşlerine düşen polisten kaçmak için girdikleri sinemada dönemin ünlü seks filmlerinden biriyle karşılaşıyor ve kahkahayı basıyorlar: Devrim ararken pornonun ortasına düşmek... Herhalde Ahmet’in gerçek anılarından biri olmalı!..

Ama zamanları daha çok ‘morg ve mezarlıklarda geçiyor’. Ölen arkadaşlarını aramak için...Ve Ahmet ilk hapsini alıyor: iki yıl...Girdiği örgütte ölenler için yazdıkları ‘fazla edebi’ diye eleştiriliyor. Bunun asıl yolu olduğunu kim bilebilirdi ki...Bizzat kendisi dahil...

1971 muhtırasından 12 Eylül günlerinde mücadele sürüyor. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ağlıyor, kankası Enver Kurt’la birlikte “Polis Huzurun Güvencesidir” yazan karakollardan kurtulamıyorlar.

Yayınlanan ilk eseri olan şiir kitabıyla birlikte hayatına Vildan hanım ve ondan olan kızı da giriyor. Ve sonra ilk hikayesi. Ve de ünlü romanları. Onu yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın en iyi polisiye yazarları arasına sokan...

Filmin iki ünlü yazarın öykülerini koşut olarak anlatma seçimi aslında cesur bir karar. Çünkü benzer yanları kadar benzemezlikleri de var. Üstelik bunu yaparken aralarında bir tür diyalog kurmak ve sanki onları iletişime geçirmek daha da cesur.

Ama bunun tüm gerçeküstücülüğüne rağmen, sonuç olarak seyirci için hayli sürükleyici durduğu söylenebilir. Her birey farklıdır, her kader apayrı bir hikayedir. Ama onları birleştiren ögeler de mutlaka vardır. Ve her biri, diğerini daha iyi anlamamıza yardım eder.

Filmin ilginç bir kadrosu var. Dediğim gibi ‘mavi gözlü dev’ Yetkin Dikinciler yine işbaşında...Tek sorun onun yıllar boyu hep ayni kişi tarafından oynanması. Ama seyirci, hele filmin temsil ettiği belgesel/dram karışımı içinde, sanırım bunu hoşgörüyle karşılayacaktır.

Ahmet Ümit farklı. O Allah’a şükür aramızda ve kendi kendisini oynuyor. Gençliğiniyse sempatik bir oyunla Serkan Altıntaş karşımıza getiriyor. Genç bir kadro enerjik biçimde filme katılıyor. Umut Beşkırma’nın Va-Nu’sunu, Levent Üzümcü’nün Mayakovski’sini de sevdim.  

Kadınlardansa en çok Münevver’de Pelin Batu’yu beğendim. Ve niye daha çok film yapmadığını merak ettim. Berna Laçin’in Piraye’si de iyi. Faik Çayır’ın görüntüleri, Cem Erman’ın biraz aşırı kullanılmış olsa da müziği filme önemli katkılarda bulunuyor.

Devrim, ah devrim... Gençliğinde olsun onun peşinde koşmamışlara ben adam mı derim!.. İşte en azından onların görmesi gereken bir film...


Yarın: TERMİNATOR- KARA KADER

Not: Milliyet Sanat’d bu ayki yazım Luchino Visconti’nun Venedik’te Ölüm filmi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

Son dönemin en büyük düş kırklığı getiren filmi

Her şeyin sonuç olarak bir özenti gibi durduğu "Hain"de, cesetler birbiri ardına geliyor. Sonu yok sanki... Sonunda bir tek başkan, yani Haldun Dormen sağ kalıyor. Acaba ona olan saygıdan mı dersiniz?

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

"
"