23 Ağustos 2019

Çağdaş Amerikan ustasından yine kışkırtıcı bir film

Bu, çok hikâyeli bir bulmaca-film; zaman zaman dağılıyor

Bir Zamanlar Hollywood’da
X X X ½

Yönetim ve senaryo: Quentin Tarantino
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Leonardo Di Caprio, Brad Pitt, Margot Robbie, Emile Hirsch, Margaret Qualley, Timothy Olymphant, Austin Butler, Dakota Fanning, Bruce Dern, Luke Perry, Mike Moh, Al Pacino, Damian Lewis, Nicolas Hammond, Rafal Zawierucha, Damon Herriman, Lena Durham, Mikey Madison, Kurt Russell, Zoe Bell, Michael Madsen

Columbia-Sony Pictures yapımı

Tarantino dönüyor. 1992’den beri dokuzuncu uzun filmiyle. Bir önceki The Hateful Eight’ten dört yıl sonra...Ve de verdiği söze göre, kariyerini kapamadan önceki sondan ikinci filmi...

Tarantino, malum, Amerikan sinemasına 90’lardan beri belli bir canlılık, hatta diriliş getiren önemli bir sinemacı. Öyle ki, popüler olan her şeye düşkünlüğüyle ve filmlerini kaplayan parlak cilayla, ardına hemen geniş ve genç bir hayran kitlesi almayı başarmıştı. Ve birçok ağırbaşlı yazara göre ‘sinemayı Tarantino’yla başlatan’ yeni bir seyirci yetişmişti.

Bense yaşıma-başıma rağmen temelde onu sevenlerden oldum. 1996’da çıkan 100 Yılın 100 Filmi kitabıma, onun ikinci filmi olan Pulp Fiction’u da katmıştım. Bilmiyorum, bu kitabın ülkemizde en çok satan sinema kitabı olmasında (sekiz baskı!) bunun da katkısı olmuş mudur!..

Bu yeni opus, tüm Tarantino ögelerinin yeni bir karması olarak karşımıza geliyor. Yani türlerin harman edilmesi; sinemanın geçmişine olan açık sevgi ve saygının, o canlı nostaljinin her an kendini duyurması... Senaryonun alabildiğine konuşkan olması; tarihin belli bir dönemine eğildiğinde o dönemin iyi bilinen gerçekleriyle, sanki bir çocuk sorumsuzluğu içinde oynayabilmesi...

Aynı biçimde kamerasına egemenliği; sinema duygusunun diriliği; oyuncu seçiminin ve yönetiminin sağlamlığı. Ve başka şeyler.

Bu kez yakın ve kesin bir tarihte ve de coğrafyadayız: 1969 yılının Los Angeles’i… Burada ününü bir önceki on yılda TV dizileriyle yapmış aktör Rick Dalton (Leonardo Di Caprio) ve onun değişmez dublörü Cliff Booth’u (Brad Pitt) tanırız.

Dönem değişmiştir. Dalton artık yorgun, hatta bitkin bir ‘loser’dır, tam bir ezik... Değişen her şeyden nefret etmektedir: Birden peyda olan hippie’ler; Vietnam karşıtı protestolar; serbest aşk ve kaçınılmaz takipçisi ilk porno filmler; gücünü hep sürdüren ırkçılığa karşı başlayan çıkışlar. Ve kendini alkole dayanan bir zırhla korumaya çalışarak...

Cliff ise çok daha neşeli, çağdaş ve özgürlükçüdür. Gerçek bir yeteneği yoktur; ama tam bir yaşam sevinci ve hoşgörüsü vardır. Gelip geçen hippie’lerden kimileriyle uzaktan da olsa kırıştırıp sonra yakınlaşacak kadar...O da yaşlanmıştır, ama iyi biçimde...

Ve hayat sürmektedir. Örneğin tipik Hollywood tarzı filmlerin yanı sıra, dışardan gelen sanatçılar da yükselmektedir:

Hollywood hep olduğu gibi yeteneklerin Kabe’sidir. Aralarında Roman Polanski de vardır: Ünlü Polonyalı sanatçı kapağı Fransa’dan sonra ABD’ye atmıştır. Hem çalışmakta, hem eğlenmektedir: Özellikle genç, güzel ve (sonradan ortaya çıkacağı gibi) yaşı küçük kızlarla...

Ve Polanski, kader bu ya, Rick ve Cliff ikilisinin Beverly Hills’deki evlerinin yanı başına taşınır: O dönemdeki sevgilisi Sharon Tate’le (Margot Robbie) birlikte... Ki hatırlayınız: O malikane Charles Manson adlı azgın ve kaçık birinin liderliğindeki bir grup hippie tarafından basılacak ve Sharon Tate ile arkadaşları canavarcasına öldürülecektir. Seyahatte olan Polanski’nin kurtulması tesellisiyle...

İşte film bu dönemi ve bu olayı veriyor. Dönemi verişi hayli etkileyici. Tüm özellikleriyle Los Angeles: Düzinelerce dönem modeli araba kadar film afişlerinin de bize görselleştirdiği bir çağ. Ve tüm renkleriyle canlanan bir Melekler Şehri...

Ayrıca değişen Hollywood; özellikle Western veya savaş filmlerinin dizilerden görkemli yapımlara aldığı yol... Dublörlük (stunt- man) mesleğine bir saygı duruşu...

Ve her şeyiyle Amerika: Sermayenin değişmez gücü; hep var olan ırk sorunları; her döneme damgasını vuran şiddet...

Ve de Tarantino’nun özel merakları: İtalyan sinemasına, özellikle de spaghetti-Western’e olan düşkünlüğü. Gerçi Sergio Leone’yi pek anmıyor, ama hemen ardından gelen Sergio Corbucci’ye sevgisi büyük: Rick’i onun ailesinden gelen biriyle (kızı?) evlendirecek kadar!.. Ama bu filmin adı da zaten Leone başyapıtlarını hatırlatmıyor mu? Bir Zamanlar Batı’da, Bir Zamanlar Amerika’da...

Etrafta Bruce Lee veya Steve MacQueen dolaşıyor: Benzerlerine oynatılmış... Ve sanal kahramanlarımızla tanışıyorlar...Yaşayan oyunculardansa Al Pacino veya Bruce Dern’e ciddi karakterler sağlanıyor. Ama kimileri de şöyle bir geçip gidiyor: Kurt Russell, Michael Madsen veya Brenda Vaccaro’yu fark eden var mı?

Ama filmin zaafları da var. Öncelikle bu, çok hikâyeli bir bulmaca-film. Bu yüzden zaman zaman dağılıyor ve 160 dakikalık uzunluğu içinde seyirciden ciddi bir yoğunlaşma çabası istiyor.

 Belki en büyük sorun finali. Çünkü finalde o ünlü toplu cinayet anlatılıyor. Ama Tarantino bu; tarihe veya polisiye kayıtlara uyar mı? Çok şey belli etmeden söylemem gerekirse, bu final da bildik ve beklenen biçimde gelmiyor.

 Ama zaten o, bırakınız bir polisiye olayı, yakın tarihin en önemli olayı sayılan ikinci dünya savaşına bile farklı bir final yakıştırmış değil miydi? İnglorious Bastards- Soygunlar Çetesi (2009) filminde, o Nazi büyüklerine bilinen akibetleri yerine Paris’in eski bir sinema salonunda öyle bir son uygun görmüştü ki... Ben o zaman “Sanki bir Yahudi’nin elinden çıkmışa benzeyen bir ‘wishful thinking- keşke öyle olsaydı’ etkisi arıyor” diye yazmıştım. Burada da benzer şeyler söylenebilir.

 Ama işte, bu Tarantino. Kim ne derse desin, son dönemin en özgün, en şaşırtıcı, en kışkırtıcı yönetmenlerinden biri. Üstelik bunu ‘sanat’ yaftasının arkasına sığınmadan yaparak; adına pop-kültür denen şeyin ve kitle sinemasının en çok bilinen ögelerini kullanıp, ortaya özgün bir yaratış koyuyor.

 Müzik ayrı bir alem. Özgün ve yepyeni bir fon müziği yok. Ama arada sayısız filmden müzikal alıntılar var. Bernard Hermann, Lalo Schiffrin, Elmer Bernstein, Hugo Montenegro, Maurice Jarre, Ennio Morricone gibi film bestecileri... Simon&Garfunkel, Rolling Stones, The Mamas and the Papas, Deep Purple, Aretha Franklin, Joe Cocker, Neil Diamond gibi şarkıcılar.

 Ve de Summertime, Mrs Robinson, Mac Arthur Park, California Dreaming, The House that Jack Built gibi klasikler... Bunlardan çok popüler (ve çok da sevdiğim) The Green Door şarkısını bilin bakalım kim söylüyor...Evet, bizzat Leonardo di Caprio!..

 İşte böyle bir film. Tüm bu özellikler büyük bir filme yol açmıyorsa da, yeterince ilgiyle izlenen bir film çıkıyor.

 Ama belki de Tarantino’nun en iyi filmlerinin artık geçmişte kaldığını söylemek gerek. O da bunu biliyor olmalı ki, yakında vedaya hazırlanıyor.


YARIN: KOD ADI: ANGEL

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

ABD'deki hayali bir savaşın korkunçluğu tam şu günlere denk düşüyor

Dünyamızın savaş denen korkunç olaya sayısız ülkede esir düştüğü şugünlerde, bu film önemli bir eleştiri sayılabilir

Bir korku klasiğinin ilk günlerine dönüş

Bu türü sevenler ve özlemiş olanlar için iyi bir seyirlik sayılabilir

Hindu kültüründen gelen kendine özgü bir kitle filmi

Karşımızda gerçekten hayli değişik bir film var. Hem anlattıkları; hem anlatma biçimleriyle...