MOONAGE DAYDREAM - DAVİD BOWİE
X X X X
Yönetim ve senaryo: Brett Morgan
Belgesel-müzikal/ Univcrsal filmi, 2022.
|
Çılgın bir haftanın belki en ilginç ve özgün filmi bir belgesel. Brett Morgan'ın hayali, senaryosu ve eşsiz yönetimiyle ve çok zengin bir arşiv içeren Bowie vakfının himayesiyle ortaya çıkmış 240 dakikalık bu film, benim bugüne dek görebildiğim en zengin, sınırsız ve fantastik belgesel olup çıkmış.
Müzik yanıysa rock müziğini ve Bowie'yi biraz olsun bilip sevenler için tarife ihtiyaç duymayan bir hazine. Gerçi kendi adıma Bowie benim gözde müzisyenlerimden biri olmadı. (Ki bunun hikâyesini hazırladığım yeni bir kitapta anlatmaya çalışacağım). Bu yüzden film beni özellikle ilgilendirdi.
Film tümüyle fantastik bir sinema örneği gibi açılıyor, ve gizemli görüntüler dekorunda bize Tanrı, insanoğlu ve onların ilişkisine ünlü filozof Nietzsche açısından bir bakışı yansıtıyor.
David Bowie 1947 Brixton doğumlu bir İngiliz sanatçısı. Daha 14 yaşındayken model olarak sahneye adım atmış. Gençken son derece yakışıklı, sarışın, zayıf, ince bedenindeki kırılganlığı müziğe ve belagate olan merakıyla sağlamlaştıran kendine özgü bir ikon, bir müzik ilahı. Zaman zaman sahneye ürkünç denebilecek aşırı bir makyajla çıkan, eteğinin altındaki çıplak bacaklarını teşhir eden, hep bir biseksüel izlenimi veren, ama daha çok androjen (cinsiyetsiz) sayılmış, ömrünün sonlarındaysa 'hayatının kadını'nı bulunca evlenmiş biri.
Ve konserleriyle ünlü. Renkliye karışan siyah-beyaz görüntülerle izlediğimiz, giderek karşımızda tüm boyutlarıyla canlanan, müzik dehası olduğu gibi bir konuşma, fikir yürütme, hayatı yorumlama tutkunu da olan David'i kitleler konserleriyle keşfedip ona tutuluyorlar. O konser mekanlarını dolduran gençlerin -özellikle de kızların- yıllar boyu çekilmiş belgesellerden gelen hali kolay anlatılamaz. Bunun için de konserleriyle bütün dünyayı dolaşıyor: özellikle 70-80'li yıllarda... Kendi deyimiyle "sevgisiz bir aileden gelme" durumunu gidermek için, bir stadyumlardaki büyük kalabalıklarla buluşuyor denebilir.
Daha 1970'lerde bir gazeteci onun "21. yüzyılın müziğini yaratacak kişi" olduğunu yazıyor. Ona "Tanrı'ya inanır mısınız?" diye soranlara "Ben bir enerji biçimine inanırım" diye yanıt veriyor. Bir dönemde Budist olmuş, Japon'ların Kabuki tiyatrosuna ilgi duymuş. Elbette Beatles, Rolling Stones, Mick Jagger, Bob Dylan gibi adlara, hatta birlikte çaldığı John Coltrane gibi bir cazcıya da hayranlık duyuyor. Ayrıca resim ve heykel yapıyor, yazılar-hikayeler yazıyor.
Sahnedeyse ondan her şey beklenir. En garip şeyler de... Örneğin elinde tuttuğu bir kafatasıyla sevişiyor!.. Uzun süre kaldığı (ve üç albümünü doldurduğu) Berlin'de Almanlara ve Türklere sesleniyor; onların portrelerini çiziyor. Hatta rock, glam rock, art rock, pop rock türlerini içeren bestelerinde Türk müziğinin de etkisi olduğunu yazan kaynaklar var. Singapur, Hong Kong, Bangkok gibi egzotik diyarlara bile gidiyor. Ve "benim için sanat sürekli arayıştır" diyor.
O ilginç fiziğiyle sinema da ona ilgi duyuyor. The Man who Fell to The Earth,The Hunger, Merry Christmas Mr. Lawrence, The Prestige gibi kült filmlerde oynuyor; Broadway'da sahneye çıkıyor. Sesi kadar özgün fiziğini de gayet iyi kullanıyor. Yalnız bu filmlerin hikâyede gereğince anıldığını söyleyemem.
Bir aralar geri planda kalıyor. Sonra 1983 yılında parlak bir dönüş yapıyor. Ardından İman adlı melez bir kadınla tanışıyor, ve evleniyorlar. İşte sonunda gerçek aşk!.. Ve yine harika besteler, unutulmaz konserler. 2016'da ABD'deki ölümüne dek... Ki New York'ta cenazesi isteği üzerine yakılıyor.
Tüm bunlar perdede hayal bile edilemez bir zenginlikle anlatılıyor. Öyle klasik bir sanatçı belgeseli beklemeyin... Arada öylesine çok şey gösteriliyor ki... Onunla yapılagelmiş birçok TV söyleşisinden seçilmiş bölümler; sinemanın en önemli yönetmenlerinden -Murnau, Buster Keaton, Fritz Lang, Nagisa Oshima, Stanley Kubrick, Nicholas Roeg- filmlerinden kareler...
Ve belki en önemlisi, Bowie'nin müziği. Birçok şarkısını zamanında çekilmiş belgelerden dinlemek, sinemada izleyegeldiğimiz en zengin müzik belgeselini ortaya koyuyor. Kendi adıma onu iyice tanıdım- bunca yıl sonra... Ve bu rötara üzüldüm.
Daha genel bakarsak... Böylesine zengin, yaratıcı, müzik üzerine olsa da hemen tüm sanatları kapsayan, bize böylesine orijinal bir kişiliği tüm boyutlarıyla tanıtan bir başka belgesel hatırlayamadım. Bunlara asgari bir ilginiz bile varsa, bu başyapıtı kaçırmayın derim.
Yarın: CENNETE BİLET
Atilla Dorsay kimdir?
Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.
On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.
Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.
Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.
1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.
Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.
Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.
Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.
Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.
Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.
TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.
Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".
Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.
Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.
Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.
Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Sonbaharda Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adıyla yeni kitabı okurla buluşacak. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...
|