14 Mart 2020

Başarıdan çok, açık bir düş kırıklığı...

Filmin açık zaafları, tüm bu başarılı yanları unutturuyor. Ne yazık!..

MÜRİT    

X  X

(The Lodge)

Yönetmen: Severin FialaVeronika Franz 
Senaryo: Sergio CasciS. Fiala, V. Franz
Görüntü: Thimios Bakatakis
Müzik: Danny Bensi, Saunders Jurianas
Oyuncular: Richard ArmitageAlicia SilverstoneRiley Keough, Jaeden Martell, Lia Mc Hugh

Amerikan filmi.

Kimi yabancı eleştirmen veya sinefillerin övgülerini kazanan bu filmi, kendi adıma hiç sevemedim. Üstelik genelde korku filmlerine ve psikolojik gerilimlere olan merakıma rağmen...

Aslında açılışı hayli etkileyici. Oldukça lüks bir evde bir aile dramı yaşanmaktadır. Laura adlı genç bir kadın bir büyük bunalımın içindedir; iki çocuğuna sığınma çabaları da boşunadır

Nedeni anlaşılır; gazeteci olan kocası onu terketmiştir ve Grace adlı bir kadınla yuva kurmaya hazırlanmaktadır. Ama ne Laura'nın ne de çocukların bu emrivakiyi kabul etmeye niyetleri yoktur.

Olay Laura açısından en dramatik biçimde sonuçlanır, filmin en  etkileyici sahnelerinden biriyle... Bu arada Grace'in ürkünç geçmişi de ortaya çıkar: O bir zamanlar bir tarikata girmiştir ve bu inanç sömürüsü, başındaki meczubun etkisiyle, 30 küsur üyesinin intiharlarıyla sonuçlanmıştır. Ağızlarına sonradan yapıştırılan ve üzerinde Sin-Günah yazan birer bantla birlikte...

Grace bu katliamdan kurtulan tek üyedir. 13 yaşında bir çocuk olarak... Yıllar sonra, bu kez sorumsuz bir baba ve hâlâ şok içindeki iki çocukla birliktedir. Üstelik baba, kış ortasında onları alıp dağ başındaki bir eve götürmez mi?

Dahası, gazetesi onu yazısı için göreve çağırdığında, üçünü karların ortasında baş başa bırakıp arabasına atlayarak çekip gitmez mi?

Bu genişçe özet bile sanırım hikâyenin en güçlü ve en zayıf yanlarını göstermeye yetiyor. Temelde elbette ilginç olabilecek bir öykü. Bir yandan ABD toplumunun en tipik ögelerinden olan bağnaz Hristiyanlık ve ölümle rahatça flört edebilen tarikatlar. Ki onların dini yorumlamaları bizdekileri fersah fersah aşacak kadar tutucudur. Ve sinemada az işlenmemişlerdir.

Böylece İncil, Haç, Hazret'i İsa ve Meryem, araf, günah, günah çıkarma vb. söz ya da görüntüler havada uçuşuyor. Kişilerimizin yaşadığı evler, odalara yığılan oyuncak bebeklerle sanki birer İbsen tarzı Bebek Evi oluyor. Ki sonuncusunda bir köşeye sığınan Grady adlı tonton bir köpek de hayvanseverlere mesajlar yolluyor.

Ama öte yandan, açık görsel düzeyine karşın filmi karaya oturtan ve inanılırlığını ciddi biçimde zedeleyen psikolojik ögeler var. Hangi erkek kendisini öylesine seven güzel bir kadını bırakıp 'tarikat kaçkını' bir başkasına koşabilir?  Bunu yapsa bile (gönül ferman dinlemez!), nasıl onu hayatları sarsılmış iki çocukla birlikte, hem de dağ başında yalnız bırakabilir? Üstelik günlerce arayıp sormadan?

Ve o bir araya gelmiş üç senaryo yazarı, özellikle ikinci yarıda, bir Grace'i kurban, çocukları cellat gibi gösterip, biraz sonra tam tersini yaparak bizleri nasıl böylesine şaşkına çevirebilir? Ya da o çocuklar evdeki onca eşyayı (Noel süslemeleri dahil) toparlayıp bir dolaba saklamayı becerebilir?

Bu soruları ciddiyetle ve aslında bu tür filmleri seven biri olarak  soruyorum. Başkaları sormamış olabilir, ama ben soruyorum. Bunlar filmin plastik niteliklerini (ve örneğin görüntüleri çeken Thimios Bakatakis'in ünlü Yunan ustası Yorgos Lanthimos'un The Lobster ve The Killing of a Sacred Deer filmlerini de çektiğini) söylemeye fırsat bırakmıyor.

Ya da özellikle Grace'de Riley Keough ve de çocuklardan ağabeyde Jaeden Martell'den de konuşmayı... Ki ikisi de harika. Filmin açık zaafları, tüm bu başarılı yanları unutturuyor. Ne yazık!..


Not: Aslında bu hafta Bloodshot-Durdurulmaz Güç filmini de yazacaktım. Ama filmin basın gösterimindeki teknik arızalar, sonuna dek görmemizin engelledi. Zaten piyasaya çıkan filmlerin birden azaldığı şu günlerde, ne talihsizlik!..

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

Bir sinema tutkulusunun ölümü ve düşündürdükleri

Ölüm ilanlarının dışında ne yazılı basında ne de TV’lerin kültür saatlerinde hiç anılmadı. Oysa kapsayıcı bir bakışla, bugün Yeşilçam öncesi, kendisi ve sonrasındaki onca filmin önemli bir bölümü, bugün Sami Şekeroğlu sayesinde bizim olmuştu

"
"