15 Mart 2019

Ayla ve Müslüm’ü yapan ekipten yeni bir ‘hit’ adayı

Yapımcı Uslu “Bebekler bile iyi oynadı” derken haklıymış!..

      TÜRK İŞİ DONDURMA       
X  X  X  X
(Turkish Ice-cream)

Yönetmen: Can Ulkay
Senaryo: Gürkan Tanyas
Görüntü: Peter Steuger
Müzik: Fahir Atakoğlu
Oyuncular: Ali Atay, Erkan Kolçak Köstendil, Şebnem Bozoklu, Will Thorp, Marleen Mathews, Caner Kurtaran, James Farley, Alma Terzic, Tristan Alexander, Carl Wharton

Digital Yapımevi- CGV Mars Dağıtım filmi. 

Ayla ve de Müslüm ekibi yeniden karşımıza geliyor. Ve kimi kusurları olsa da sonuç olarak tam anlamıyla kitleye seslenen, ama düzeyi de yükseklerde olan bir seyirlik sunuyor.

Film 1915 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın en dramatik olaylarından biri olan Çanakkale savaşlarının ilk günlerinde geçiyor. Ama olaylar Türkiye’de yer almıyor: Tek bir sahnesi bile... Bu başlı başına bir özgünlük değil mi?

Çünkü hikâye tam o sırada Avustralya’da yaşayan iki Türk üzerine kurulu. Yolları Hindistan’dan geçerek beşinci kıtaya düşmüş, esaretten sonra özgür kalmış iki gariban Türk. O geniş, zengin ve rahat ülkede çakılıp kalmışlar. Ve ‘Turkish dondurma’ satarak hayatlarını kazanıyorlar.

Hikâyenin özgünlüğüne başka özgün şeyler de gelip katılıyor. Örneğin kadroda ne çok yakışıklı bir erkek, ne de çok güzel bir kadın var... Üstelik bir büyük aşk öyküsünün odağında durduğu ve ayrıca iki çift daha olduğu halde... 

Peki, size o temel aşk öyküsünün kahramanları arasında hiçbir diyalog geçmiyor desem... İnanır mısınız?  Geçmiyor, çünkü sadece o kadın ve o erkek bambaşka kültürlerden geldikleri için birbirlerinin dilini bilmiyorlar değil. Ayrıca kadın hiç konuşmuyor. Niçin olduğunu artık filmde görün!.. 

Böylece dondurmacı Mehmet'le deveci Ali, o ırak ülkede birden anavatanlarının nasıl bir belaya bulaştığını öğreniyorlar. Ve Osmanlı toprağına dönüp Gelibolu savaşına  katılmak istiyorlar. Ama nasıl? Maddi engellerin ötesinde bu Ali için ayrıca imkansız gibidir.  Çünkü o bir Türk kadınıyla evlidir, bir de küçük çocuğu vardır.

Ayrıca her şeyin ardındaki ‘kötü’ İngilizler, Osmanlı’yı yenmek için ne yapıp edip krallığın parçası olan Avustralya’yı kandırmışlardır. Ve ne denli uzak olsalar da iki ülkenin savaşması gün meselesidir. Tam da Avustralya’nın Osmanlı’yla resmen savaşa girdiği sırada orada kalmak da zordur, hayal ettikleri gibi vatana dönmek de...

Film öncelikle bizim için hem zaman, hem de coğrafya olarak çok uzak bir olaya yaklaştığı için cesur bir girişim. Tıpkı Ayla gibi Türk İşi Dondurma da bizim için anlatılmaya değer öykülerin ne çok olduğunu hatırlatıyor. Sanırım bu ekip hep bunu yapacak. Ve bize uzaklardan yepyeni seyirciler çekecek: Ayla için Kore’den, bu film için Avustralya’dan...

Yönetmen Can Ulkay-yapımcı Mustafa Uslu ikilisi bir kez daha evrensel bir hikâyeyi evrensel sinema normlarına uygun biçimde sunuyor. Filmin dekor kurma, atmosfer yaratma, belli bir akıcılık sağlama sorunları gayet iyi çözümlenmiş.

Elbette kimi kusurlar da var. Örneğin özellikle başlarda komedi unsuru biraz grotesk bir hal alıyor. Önce çok iyi kullanılan ‘deve motifi’ sonra acımasızca harcanıyor. Milliyetçilik biraz aşırı mı, bilmiyorum. Hele İngiliz subayı Wayne’in ‘bad man-kötü adam’ portresinde... Ama tarih boyunca dünyaya hükmetmiş İngilizlerin bunu hakkettiğini, üstelik böyle şeylere karşı şerbetli olduğunu sanıyorum!..

Öte yandan çok güzel şeyler var. Örneğin Avustralya’da yapılmış çekimler. Böylece hakkı yenip kıyıma uğramış yerel halk Aborjinler de konuya dahil edilmiş. O kıtadan barışçı bir genç adam, David kişiliği ana kahramanlardan birine dönüşüyor. Savaşa karşı kadın protestoları ise güçlü bir motif olarak ortaya çıkıyor. Hele özgür kadın imajına siyasal hücumların arttığı şu günümüz Türkiye’si için ne ilginç!..

Oyuncular ise bir alem. Yerlisi-yabancısı. Dediğim gibi hepsi en sıradan insanlar görünümünde. Ama öylesine iyi seçilmiş  ve kullanılmış ki...Yapımcı Uslu filmden önce “Bebekler bile iyi oynadı” derken  haklıymış!.. Özellikle Mehmet’te Ali Atay, Ali’de Erkan Kolçak Köstendil, Gülsüm’de Şebnem Bozoklu...Yabancılardaysa Wayne’de Willi Thorp, David’de James Farley; hele hele Maria’da   Marleen Mathews. Tümüne şapka!..

Bir büyük saygı duruşu besteci Fahir Atakoğlu’na. Eşsiz sanatçımız öyle bir müzik yapmış ki...Yer yer, özellikle de sonda gözlerimize dolan yaşların bir sorumlusu da o...

Peter Steuger’in görüntüleri de öyle. Tüm bunlar artık sinemanın ne kadar evrensel bir şey olduğunu, gereken kimse ve neredeyse aranıp bulunması gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.

Velhasıl kitle sinemasının görülmeye değer bir örneği..


Yarın: GÜZEL OĞLUM

 

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"