21 Haziran 2024

ABD'nin gerçek tarihinden çıkagelen motor çetelerinin öyküsü

Bu bir eril dünyadır; bir erkekler alemidir. Sertlikleri, vahşetleri, gururları, maçolukları ve cinsellikleriyle erkekler...

MOTORCULAR

X X X ½

(The Bikeriders)

Yönetim ve senaryo: Jeff Nichols
Görüntü: Adam Stone
Müzik: David Wingo
Oyuncular: Jodie Comer, Austin Butler, Tom Hardy, Michael Shannon, Mike Faist, Boyd Holbrook, Damon Herriman, Norman Reedus, Beau Knapp, Emory Cohen, Toby Wallace

Universal filmi, 2014

Karşımızdaki gerçeken şaşırtan, sürükleyen, irkilten ve sonuç olarak doyuran bir film. Sinemasıyla yakın geçmişini en iyi anlatan ülke olan ABD'nin belli bir dönemine ustaca eğilen... Bu yüzdendir ki başta "gerçek olaylara dayanmıştır" uyarısı var...

Hikâye fotoğrafçı ve gazeteci Danny Lyon'un 1968 yılındaki Chicago'nun motorcuları üzerine eğilmesiyle başlar. Ve hemen 1965 yılına döneriz. Önce bir kadını tanırız: ilk evliliğinden sıyrılmış, kendine özgü bir enerjisi olan ve hikâyenin en önemli, hatta neredeyse tek kadın figürü sayılabilecek Kathy... Birden hayatına bir erkek girer: filmin başlangıcında haincesine itilip düşürülerek dövülen yakışıklı Benny... Bu giderek gerçek bir tutku olacaktır: sert ve haşin konunun duygusallığı ağır basan tek ilişkisi... O tarihte oralarda western filmlerini andıran bir garip örgütlenme hevesi başlamıştır motosiklet sürücüleri arasında. O yerel çevre içinde kendilerine Vandals ismini koyan... (Bu sözcük güzel şeyleri yakıp yıkan sanat düşmanları için kullanılıyor.)

Ve hikâye sertlik tonunu arttırarak süregider. Vandallar arasında 60'ların Motorcular Kulübü'nün gerçek başkanı olan Johnny de vardır. Vandallar TV ekranında gösterilen ve Marlon Brando'yu The Wild One adlı tanınmış filminde sunan filmin bir sahnesinden esinlenmiş gibidirler. Ki bu da sinemada 'ilk özgün motosikletçi filmi' diye anılan bir filmdir. Keza Easy Rider da akla gelen bir diğer klasik... Ve kulübün şiddet düşkünlüğü giderek artar. Bir yerden sonra başa geçmek isteyen bir gençler gurubu (dönemin Z kuşağı!) ise daha da kanlı olaylara yol açacaktır. Ve sonunda o büyük aşkına karşın, Benny de Kathy'ye olan tutkusuyla kulübe bağlılığı arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır.

Film öncelikle son derece gerçek kokuyor. Tüm akışı içinde, sanki o klasik western'lerden daha fazla, bize bir dönemin Amerikan Gerçeği'ni sunar gibi... Öylesine bir vahşet egemen ki, iş dövüşe gelince açıkça soruluyor, "Bıçakla mı, yumrukla mı?" diye... Tam da ABD'nin Vietnam savaşına karışıp asker gönderdiği o dönemde, bu savaş da kısaca anılıyor. Aslında ters biçimde; çünkü o gaziler bunca şiddeti yaşamış olarak, kendilerini uyuşturucuya kaptırmış çıkmazlar mı? Filmde Kathy'nin rolü elbette çok önemli. Çünkü baştan sona, inanılmaz derecede sağlam oyunu ve konuşma enerjisiyle sanki her şeyi o anlatıyor: Mike Faist'in oynadığı gazeteci ve fotoğrafçı Danny Lyon'a... Ve bu erkekler dünyasının taçsız kraliçesi olmayı başarıyor.

Evet, bir erkekler dünyası. Filmin belki temel özelliği bu... Bu bir eril dünyadır; bir erkekler alemidir. Sertlikleri, vahşetleri, gururları, maçolukları ve cinsellikleriyle erkekler... Kimi sahnelerde bedenleri ve yüzleriyle birbirlerine öylesine yaklaşırlar ki... Sanki orası bir biseksüel alemdir ve bir adım daha atılsa, içine düşmek işten bile değildir... Ama film tam olarak bu adımı atmaz. Ancak bu haşin dünyada olmadık gelişmeler yaşanır. Waboo, Brucie'nin cenazesinde şöyle der örneğin: "İşte ben böyle ölmek istiyorum."

Filmin yazar-yönetmeni Jeff Nichols 1978 doğumlu bir yazar-yönetmen-yapımcıdır. 2007'de yönetmenliğe başlamış, Take Shelter - Sığınak, Loving - Sevmek, birkaç animasyondan sonra da bu filmle dikkat çekmeyi başarmıştır. Johnny'de Tom Hardy, Zipco'da Michael Shannon, Brucie'de Damon Herriman... Hepsi çok iyidirler. Ama öncelikle "bunca erkeğin neredeyse tek kadını" Kathy'de İngiliz kökenli, filmdeki rolü gibi alabildiğine çalışkan ve yetenekli bir kariyer yapmış olan Jodie Comer. O olmasaydı bu film olur muydu? Hemen aynı şeyler hikâyede inanılmaz bir aşk yaşadığı Benny'yi oynayan Austin Butler için de söylenebilir. Sadece iki yıl önce bir filmde Elvis Presley'i canlandırabilen bu yakışıklı, aynı ölçüde de yetenekli oyuncu da hatırlanacak bir kompozisyon çizer.

Filmde Adam Stone'un görüntüleri ve David Wingo'nun müziği de dikkate değer. Müzik deyince, film boyu birçok ilginç müzik örneği kulaklarımızı okşar. Animals'ın Talkin "Bout You"sundan Van Morrison'un "Baby Please Don't Go"suna... Ama beni en mutlu eden 1959 yapımı bir beste oldu. The Fleetwoods grubunun seslendirdiği unutulmaz Come Softly To Me. Bu bende filmin müzikal aksi olarak kalacak.


NOT: Geç kalmış bir kutlama. Bu vesileyle, tüm okurlarımın geçmiş bayramını gönülden kutlamak isterim.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.."

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Altın Palmiye’li, bol seks ve ırk kavgası içeren bir film

Filmin gayet hareketli bir kamerası var. Drew Daniels’in elinden çıkma...Sean Baker yönetimle senaryoyu gayet iyi kotarmış. Son haftaların en iyi filmi bence...

Bir ustadan ölüm ve ötanazi üzerine cesur bir film

Film görkemli bir melodram tadı içeriyor. Konuşmalar oldukça edebi; yani yer yer suni (yapay) kaçıyor. Ayrıca dünyamızın gidişi üzerine de ahkam kesiliyor. Ama belki en önemli yanı, iki kadının o inanılması zor ilişkisi

Görkemli bir hayal kırıklığı

Başlarda oldukça ilginç gözüken bu film, sonunda insanı neredeyse boğar!.. Ve sanki zaman zaman yönetmen finalde kullanılan ‘ucube’ lafını üzerine giyer. Kanlı-bıçaklı, her türe el uzatmış, ama en büyük özelliği zırvalık olan bir film...

"
"