09 Şubat 2024

11 Oscar adaylığı alan özgün ve çarpıcı bir film

Yorgos Lanthimos, artık çağın önemli sanatçıları arasında yer alabilir sanıyorum..

ZAVALLILAR

X X X X

(Poor Things)

Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Senaryo: Tony McNamara, Alasdair Gray 
Görüntü: Robbie Ryan
Müzik: Jerskin Fendrix
Oyuncular: Emma Stone, Willem Dafoe, Mark Ruffalo, Ramy Youssef, Jack Barton, Kathryn Hunter, Charlie Hiscock, Vicki Pepperdine, Attila Dobai, Christopher Abbott, Hanna Schygulla

Searchlight Pictures yapımı, 2023

Yılın en tartışılan ve farklı görüşlere yol açan filmlerinden biri. Ama genelde çok beğenildi; festivallerde boy gösterdi, büyük ilgi gördü. Ve şimdi tam 11 dalda Oscar adayı. Aralarında en iyi film, yönetmen ve iki baş oyuncusu da var: Emma Stone ve Mark Ruffalo. Merak etmez misiniz?

Hikâye İskoç kökenli yazar Alasdair Gray tarafından yazılmış ve 1992'de yayımlanmış. Süha Sertabiboğlu tarafından da dilimize çevrilmiş. Bu arada söyleyeyim; son derece görkemli basın gösteriminde bu kitap gelenlere dağıtıldı, başka küçük hediyelerin yanı sıra... Teşekkür ederiz!...

[Spoiler içerir]

Film siyah-beyaz görüntülerle açılır. Çarpık planlar ve tuhaf çerçevelemelerle... Ekranda korkunç bir yüz belirir: belki Frankenstein veya Dracula gibi klasikleri (ki ilk örnekleri 30'lu yıllarda yapılmıştı) hatırlatan... Büyük oyuncu ve de özlediğimiz Willem Dafoe'yi dönemin usta cerrahı Godwin Baxter olarak görürüz. Yüzü sanki kesilip biçilmiş parçalardan oluşan bir ürkünçlük anıtıdır!... Önce öğrencilerine mesleği üzerine konferans verir; sonra da ölüm kokan bir odada bir ameliyata girişir... Ve bir genç kız onu izler. Bir kara-film (iki anlamda) estetiği içindeki bu bölümler hayli çarpıcıdır.  

Demek ki yanı başında ona sevgiyle sarılan ya da birine yumruk atan (!) bir genç kız vardır. Zihinsel yaşıyla beden yaşı henüz eşleşmemiş olan Bella Baxter... Soyadını bu 19. yüzyıl bilim adamı ve cerrahından almıştır; çünkü ona hayat veren odur. Yani bir anlamda babası... Bella yetişkinliğine rağmen küçük bir çocuk gibi konuşur; "Ben istiyor, ben bir yere gidecek" gibi ilkel cümlelerine bazen de "Bella Tanrı'yı seviyor" türünden daha ciddi laflar ekler. Yürüyüşü bir kukla, robot veya otomat gibidir. Ve tüm bunlar garip bir müzik eşliğinde, yer yer slow-motion (yavaşlatılmış) görüntülerle verilir. Seyircide uyanan, bir tür dehşet duygusudur.

Yaklaşık yarım saat sonra, film birden renklenir. O sıralarda Bella'nın sırrı da anlaşılmaya başlar. O Londra köprüsünden kendini atarak intihar eden Victoria Blessington'un bedenine yerleştirilen bir çocuk beyninin ürünüdür. Ve bu da elbette ünlü cerrahımızın eseridir. Bella yavaş yavaş zihnen de büyür (ki burası benim nasıl olduğunu pek kavrayamadığım bir gelişme!). Ve her şeye daha incelikli biçimde bakmaya başlar. Kendi lüks konağında yaşarken, artık dışarı çıkmayı, dünyayı görmeyi, her yeri dolaşmayı ister.

Ve bu değişim, bu her yeri tanıma arzusu ona önce yoğun biçimde seksi, sonra da aşkı getirir. Arada mastürbasyon da vardır, sevicilik de... Ve seks filmin önemli bir bölümünü işgal eder. İnsana biraz "illallah!" dedirtecek kadar... Bu arada olgunlaştıkça dünyayı gerçekten tanımaya başlar. Önce Lizbon... Ki renkli bölüme geçiş bu güzel kente çok yaraşır. Orada balkondan "fado" söyleyen kadın görüntüsü de unutulmaz. Dans sahnesiyse bir komedi zirvesidir.

Sonra bir gemi yolculuğuna çıkılır. Ve gemide biraz "entel" konuşmalar yapılır, felsefe konuşulur. Bella giderek farklılaşmakta, olgunlaşmaktadır. Bebek beyni artık iyice gelişmiştir. Daha sonra İskenderiye'ye gelirler. Orada güverteden aşağı bakıp gördükleri tam bir trajedidir. Yıkıntılar içinde yatan ölü bebekler, uzanmış yatan cesetler... Sanki günümüzün Gazze manzarası... Ve Bella ilk kez gerçek hayatın acılarını duyar; bir küçük yardım işine bile girişir.

Sonra Paris gelir. Ama karlar altında... Orada seksin zirvesine çıkma şansı olur. Asıl önemlisi, seksten para kazanmayı öğrenir. Ve buna, yani fahişeliğe alışır!... Genelev gibi çalışan bir otelde iş tutar. Daha sonra gittiği Londra'da da çok farklı olmayacaktır.

Ama ya aşk? Onun da sırası gelir. Doktorun yardımcısı, alabildiğine naif ve saf Max ona tutulmuştur, tek isteği de evlenmektir. Ve teklifini yapar. Ama o hareketli yaşam Bella'yı avukat Duncan'la karşılaştırır. Ve yeni bir ilişki doğar. Ama talih Bella'yı yeniden yaratıcısıyla bir araya getirecektir. Ve ona "Ben senin eserinim" diyecektir.

Bu karmaşık filmin 140 dakika olması boşuna değil... Böylesine çok şeyi anlatmak, aynı filmin içine kitch, gore (kan, kanlılık), seks, duygusallık ve komediyi koymak kolay mı? Yani tam bir mozaik-film!... Bunlara ayrıca özenli bir biçimciliği, çok canlı renkleri, usta işi özel efektleri ekleyin... İşte o 140 dakika böyle geçiyor!...

Ama belki en önemlisini henüz yazmadım. O da filmin dokusuna ve yapısına sinmiş olan o modern feminizm... Gerçekten de filmin tüm erkek karakterleri belli ölçülerde zayıf, ezik, hatta acınası kişilikler... Film boyunca kendilerini sürekli gülünç ve zavallı durumlara düşüren... O ünlü cerrah, kimilerinin sadece isminin ilk bölümü olan God-Tanrı diye andıkları Godwin Baxter'in bile büyük yarası ortaya çıkar: Babası genç yaşında onu hadım etmiştir!... Diğer kişiler de öyle: Genç aşık Max'tan deneyimli Duncan'a... Çabucak çöken, kolayca teslim olan, hatta ağlamaya başlayan tipler...

Oysa tüm kadınları temsil eden ve hayatı tümüyle kavrayan Bella ne denli güçlüdür!... Tüm kitap (veya hikâye veya film) boyunca gösterdiği pozitif enerji, onu tek başına bir modern feminizm öncüsü yapar. Bu açıdan, bu film belki daha çok kadınlara hitap edecek!

Bu arada o sözünü ettiğim gemi yolculuğunda, Bella yaşlı hanımefendi Martha ile tanışır. Öylesine iç içe dost olurlar ki... Kadın ona çok amiyane biçimde "kulak arasının bacak arasından daha önemli olduğunu" anlatır. Bu kısacık rolde efsane Alman (aslında Polonyalı) oyuncu Hanna Schygulla filme ve feminizm mesajına bir boyut daha ekler.

İşte karşımızda böyle bir film var!... Oyunculardan özellikle filmi alıp götüren, Bella rolündeki Emma Stone; modern Frankenstein suratlı Willem Dafoe; Bella'nın aşıklarından Duncan'da Mark Ruffalo, Max'ta Ramy Youssef büyük katkıda bulunmuşlar. Görüntülerde Robbie Ryan da övülmeli.

Gelelim yönetmene... Yorgos Lanthimos 1973 doğumlu bir Yunan yönetmen. 1990'ların ortalarından itibaren önce sayısız müzik videosu çekmiş. 2000'lerdeyse az, ama öz filmler: Köpek Dişi, Lobster - İstakoz, Kutsal Geyiğin Ölümü, Sarayın Gözdesi... Ve bu film. Artık çağın önemli sanatçıları arasında yer alabilir sanıyorum.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"