15 Aralık 2019

Toplu taşıma: Yaşamın ta kendisi

Oturacak bir koltuk mu? Şahane olur ama şöyle sırtımızı yaslayacak bir pencere bulursak, bir de tutunacak bir askı ya da demir... O da yeter

Biz İstanbullular, kentin orta yerindeki bir metrobüs durağında her akşam sıralanıyoruz. Hepimiz aynı amaç için oradayız. Nerede duracağı çok da belli olmayan aracın içinde evimize gidene kadar ayrıcalıklı bir yere sahip olmak amacımız. Oturacak bir koltuk mu? Şahane olur ama şöyle sırtımızı yaslayacak bir pencere bulursak, bir de tutunacak bir askı ya da demir... O da yeter. O zaman değmeyin keyfimize! Yazması kolay yaşaması zor bir İstanbulluluk hali. Zor çünkü bu ayrıcalığa sahip olmak strateji, çeviklik ve zeka ile beraber kırılgan olmayan bir ruh ve dayanıklı bir bedeni de mecbur kılıyor. Ardından da önce kendimizin sonra da metrobüsün nerede duracağının bilgisi ile kutsanmış olmak, eğer buraya kadar bir sorun yoksa bu kez de bir hamlede içeri sıçrayabilmek ve nereye seyirteceğine tereddütsüz karar vermek gibi bir sorunla baş etmek gerekiyor. Önden binip saniyelik kararsızlıkların neden olduğu ayakta kalmalar azımsanamayacak kadar çok. İnsan bu küçük ayrıcalık için bunca ağır bedel ödeyerek ruhunu bu kadar örseletmenin anlamı üzerine düşünmeden edemiyor. Bir İstanbullunun tümgüçlülük hali...

İşte yine, oturanın oturmuş, tutunanın tutunmuş, iki ayağının yüzölçümü kadar bir yer bulanların mutlu olmuş olduğu bir akşam, içerideki son hava boşlukları da ite kaka kol, bacak, kafa ve sırt çantaları ile dolmuşken kapının önünde bir adam içeriye girmek için debeleniyor. İçeriden bir toplu taşıma yolcusunun empatiden uzak, birkaç saniye önceki halini hatırlamaz sesi geliyor. "Sen binmesen olmaz mı?" Kapıdaki mağdurun cevabı tüm İstanbulluların kentle ilişkisini özetliyor: "Bir ben mi fazlayım?"

Arabanızı nereye park ediyorsunuz? Bugün köprü trafiği felaketti. Değil mi? Eşiniz işe arabayla mı gidiyor? Eh artık siz de önce çocuğu okula bırakır oradan işe devam edersiniz. Ne de olsa yolunuzun üzerinde…" Oysa benim arabam yok, hiç de olmadı. Ayrıca bir yıl boyunca arabaya gerçekten gereksinim duyduğum durum sayısı ikiyi aşmaz. Hayatımın neredeyse tüm yolculuklarını toplu taşımayla yaptım. Burada taksi yolculuklarını ayrı tutmak gerek, zaman zaman taksi kullanırım ama bir memur çocuğu olmanın verdiği derin vicdan azabı yakamı hiç bırakmaz. Vicdan azabım cebimdeki parayla değil, çocukluktan getirdiğim öğrenilmişliklerimle ilgilidir ve bu azap taksiye bindikten sonra da devam eder. Arkaya oturmak, yakın mesafe gitmek ya da şoförle sohbet etmemek ayıp gelir hep.

Çevremde toplu taşımayı sorgusuz sualsiz reddeden çok insan var. Oysa toplu taşımanın dikkatli bir göze verdiği küçük sürprizleri, şaşkınlıkları ve olayları yaşamanın eğlencesini kaçırdıklarının farkında değiller. Kısacası toplu taşıma kullanmak hayata temas etmenin en ucuz yollarından biridir.

Toplu taşıma kullanan insanlar, aynı kutunun içinde yolculuk eden diğerlerine tüm hesapsızlıklarıyla davranırlar. Çünkü birazdan ayrılacaklar, bir daha da muhtemelen karşılaşmayacaklardır. Bu duyguyla birlikte kişi diğerleriyle eşittir, herkes bu yolculuk için 2.60 TL ödemiştir. Ama kutunun şartları bellidir. Oturanlar ve ayakta kalanlar arasında hızla keskin bir ayırım oluşur. Hatta ayakta kalanların nerede ayakta kaldıkları bile yaşamdan küçük bir ayrıcalık koparmanın farkını yaratır. Camın önünde mi, yoksa koridorda oluşmuş insan yığınının ortasında mı? Desteğinizi yukarıdaki askıdan mı alıyorsunuz, yoksa önünüzde oturan yolcunun koltuğunun yan demirinden mi? Bunların hepsi 15-20 dakika sürecek bir iktidar savaşının galibini belirlemeye hizmet eder.

Toplu taşımada insanların içi dışı birdir. Daha teklifsiz daha rahattırlar sanki. İyiliklerini, acıma duygularını, nezaketlerini, kötülük ve hoyratlıklarını birkaç saniye içinde gösteriverirler. Nasıl mı?

Bilindiği üzere internet yoluyla gönderilen çiçekler genellikle orkidedir. İş yerime gelen bir orkideyi eve getirip orkideleri seven ve onlara iyi bakan karşı komşuma vermeye karar verdim. Ama bir sorun vardı. Her an kırılıverecekmiş gibi duran upuzun dallarına ve her an dökülüverecekmiş gibi duran hassas çiçeklerine zarar vermeden onu eve nasıl getirecektim? Kendime şans dileyip otobüs durağına yaptığım on dakikalık yürüyüşten sonra dileğim gerçek oldu, evime doğru giden bomboş bir otobüs durdu önümde. Ben ve orkide en öndeki iki kişilik boş koltukta yerimizi aldık. Yanımızdaki koltukta oturan orta yaşlı kadın yolcu oturur oturmaz gözünü bana ve orkideye dikti. Mutlaka bir şey söyleyecekti ve buna hiçbir şey engel olamazdı. Birkaç sıkıntılı iç çekişten sonra lafa girdi. "Orkidenin çiçekleri dökülünce tekrar çıkması için ne yapmam gerektiğini biliyor muydum?" Bilmediğimi, bu nedenle bu işten anlayan ve bundan zevk alan bir arkadaşıma vereceğimi söyledim çiçeği. Kadının yüzü birden değişti. "Verme" dedi. "Ne var onun bakımında, sakın başkasına verme. Bak şimdi, çiçekleri dökülünce ikinci boğumundan keseceksin. Sonra yeniden çiçek verir o." Ben arkadaşımdan duyduğum yarım yamalak birkaç çiçek bakım tekniğini söyleyince kesin bir dille reddetti. "Yok öyle bir şey, abartıyorlar. Kolay bunun bakımı, sakın arkadaşına verme, salonuna koyarsın. Güzel durur." Ona orkidesi olup olmadığını sordum. Bir kez olmuştu. Ama bana verdiği tavsiyeleri uygulamasına rağmen orkidesi çürümüştü. Ben durağımda inerken hala arkamdan sesleniyordu. "Sakın arkadaşına verme, bakarsın sen ona"

Uzun yıllar şimdi "Marmaray" olan, Sirkeci-Halkalı banliyö hattının düzenli yolcusuydum. Sanki amfizemi olan aksi bir ihtiyardı tren. Öksürür, tıkanır, durur, kalkar, hikmetinden sual olunmazdı. Neredeyse her seferinde Bakırköy’le Yenimahalle arasında önce tıslayıp ardından tıkanır ve ne zaman açılacağını hiçbirimizin bilmediği bir süre dururdu. Öylesine içselleştirmiştik ki bu duruşları, hiç ses etmezdik.  Açık kapı önüne oturup sigara içenlerle, kurban bayramı öncesi iki koç ve sahibiyle, çocuğunu istasyonda unutup kendini içeri atıveren şaşkın annelerle, kendi başına treni bekleyip sonra ineceği durağı bilen geçkince bir sokak köpeğiyle yolculuk yaptım bu trenlerde. Hatta sonuncusu beni o kadar şaşırtmıştı ki avucumun içine bir haiku karalamıştım:

"Trene binmiş

Florya'ya gidiyor

Sokak köpeği"

Ama bunların hiçbiri beni o toplu taşıma flörtözü kadar şaşırtmamıştı. Altmış yaşlarındaydı ve o günkü yolculukta kendine yer bulup oturan şanslı azınlıktandı. Başında da kendi yaşlarında, elinde torbaları, kan ter içinde bir kadın dikiliyordu. Tren sıradaki istasyona yanaştı. İçeri kırk yaşlarında, etine dolgun, üzerinde tombul bacaklarını açıkta bırakan dar ve leopar desenli mini bir etek, dudaklarında yağlı pembe bir rujla bir kadın girdi. Kadının cazibesi bir anda tüm vagonu doldurmuştu. Adam ok gibi fırladı yerinden. Yeni gelene ısrarla yer vermek istiyordu. Kadın adamın başında dikilen ve her halinden oturmayı daha çok hak ettiği belli hemcinsini gösterdi ve "Hanımefendi otursun" dedi. Adamın sinirle yerine geri otururken söyledikleri hepimizi şaşkınlığa boğdu. "Yok ben ona yer vermem, sana veririm." Topluca "pes" dediğimizi hatırlıyorum.

Toplu taşıma kullananlar bilir, otobüsler çok kalabalık olduğunda iyi kalpli şoförler orta kapıyı açar. Yolcular buradan binip, kartlarını imece usulü elden ele şoföre iletirler. Böyle bir günde orta kapının hemen yanında oturan iki huysuz ihtiyarı unutmak ne mümkün. Orta kapıdan binen yolcuları dikkatle takip edip, kartını öne yollamayanları tespit ediyorlar, aralarında biraz da yüksek sesle sinir bozucu konuşmalar yapıyorlardı. "Şu mavi gömlekli adamla kırmızı kazaklı kadın kartlarını yollamamışlardı. Onun ve arkadaşının ödediği vergilerle yolculuk ediyordu bedavacılar" Dayanamayıp müdahale etmeme ramak kalmıştı ki mavi gömlekli adam sarı basın kartını çıkarıp amcanın burnuna tuttu. Huysuz ihtiyar uzun uzun memnuniyetsizlikle inceledi kartı. Kandırıldığı duygusundan kurtulamadığı belliydi ama en azından sonunda susmuştu.

El ele yolculuk yapan gençlere tepki gösteren teyzeleri de unutmamak lazım. Bir seferinde gençlere edeplerini takınmalarını histeriyle karışık bir sesle söyleyen teyze otobüsün bir nevi devlet dairesi olduğunu eklemeyi ihmal etmemişti.

Yolcular kapıların önünde neden birikir? Biraz sonra inecek olmaları gerekmez. Tüm yolu kapının önünde geçirmek isterler. Bir an önce inmek, inebilmek, inecek olmasa da her an inme hakkının saklı kalmasını isterler sanki. Cehennem gibi sıcak bir Ağustos öğleninde şoförün bezgin bir sesle "Otobüsümüzün önü de, ortası da, arkası da Bakırköy'e gitmektedir. Endişelenmeyin, boşlukları doldurun" dediğini hatırlıyorum.

Hüzünlü anılarım da yok değil. Ara duraklardan birinde otobüsün yanına yaklaşıp şoföre "Abi, Mardin'e gider mi?" diye soran delikanlının çaresizliğini ve bu soruya gülen yolcuların acımasızlığını unutmak ne mümkün? Ya da tüm gün pencerede oturup geçen otobüslere el sallayan yaşlı amcanın her otobüs gördüğünde yüzünde beliren çocuksu neşeyi. Sonradan öğrendim tam kırk yıl otobüs kullanmış, emekli olduktan sonra görevine onlara el sallayarak devam etmiş. Öldükten sonra yakınları pencereye onun el sallayan güleç bir fotoğrafını astılar. Bana da o duraktan her geçişimde yaşaran gözlerim kaldı.

İşte tüm bunlar yüzünden toplu taşıma hayata gerçek bir temastır. İnsanların kötülüğünü, vurdumduymazlığını, umutlarını, çaresizliğini, belki hiç çiçek almamış olmanın verdiği haseti, hayallerini, fantezilerini nasıl bir kadının süslediğini, sürekli haksızlığa uğrayacaklarmış gibi hissetmelerinin izdüşümünü birkaç dakika içinde görebileceğiniz belki de tek yerdir.

Buradan Bakırköy-İnönü Mahallesi hattının güler yüzlü şoförüne selam olsun. Belediyenin otobüsünü kendi evi gibi benimseyip, her binene günaydın diyerek kolonya ikram eden ve her halinden işini çok sevdiği anlaşılan şoföre.

Yazarın Diğer Yazıları

Başkasının acısına nereden bakmalı?

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık. Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik

Girilmeyen salonlar, kapatılmış balkonlar

Ne güzeldir balkonlar. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastırlar. Ama biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülürler acımasızca. Bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar

Kayıp aranıyor ama bulunmak istiyor mu?

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak?