26 Ocak 2020

Kayıp aranıyor ama bulunmak istiyor mu?

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak?

Sokaklarda gördüğüm kayıp ilanları hep kendilerine çeker beni. Önlerinde durup uzun uzun bakarım onlara. Bazen üzerlerindeki telefon numarasını bir kenara not ederim. Onları, konduruldukları duvardan söküp eve getirmişliğim de az değildir. Kayıpların yüzlerini aklıma kazımaya çalışır, onlarla bir gün karşılaşmayı umar, o mucizevi anı hayal eder dururum.

Onlara "Seni arıyorlar, çok korkmuşlar, eve götüreyim seni. Bunca zamandır nerelerdeydin? Haydi gidelim, yolda anlatırsın" demek isterim.

İçimde biriktirdiğim yüzler arttıkça, görüntüleri birbirinin içinde erir. Kayıplar birbirine, yollarda gördüğüm her yüzse zihnimdeki kayıp yüzlere benzemeye başlar. Ama bir yanılsamadır bu. Kaybolan artık kaybolmuştur. Benim yürüdüğüm sokaklarda işi yoktur. İlanlar da eskir zamanla, tozlanır, yırtılır. Sahipleriyle aynı kaderi paylaşır, kaybolup giderler.

Ben kaybolmuş birini tanıdım.

Uzak bir Anadolu kentinin düşkün bir otelinde yaşıyordu. Onu ilk gördüğüm anı unutamıyorum. Kendi kayıp ilanının üzerinde -onu arayanlarla dalga geçercesine- kahvaltı ediyordu. Onunla sohbet etmek istedim. Boynumdaki fotoğraf makinesine şüpheyle baktı bir süre. Ben de makinemi bıraktım elimden. Sohbete koyulduk. Bana kendi ilanının üzerine doğradığı domateslerden ikram etti. Bir de çay verdi.

Öyküsü basitti.

Karısının dırdırından bıkmıştı. Bir gün dolaşmaya çıkmış, kendini otobüs terminalinde bulmuştu. Atlayıp gelmişti işte. Birkaç aydır buradaydı. Mutlu muydu? Evet. Geri dönmeyi düşünüyor muydu? Pişman mıydı? Kesinlikle hayır.

Demek bir sigara almaya çıkıp, dönmeyenlerin öyküsü doğruydu. Bu kadar kolaydı işte. Ayrılırken beni bir kez daha uyardı. "Aman ha, ne olur olmaz, beni görmedin, bilmiyorsun" dedi.

Ben de onu görmedim, bilmedim. Ama onu tanıdıktan sonra sokaklardaki kayıp ilanlarına başka gözle bakmaya başladım. Acaba mutlu muydular? Yeni bir hayatları var mıydı? Onları arayanlar için üzülüyorlar mıydı? Yoksa başlarına bir kaza mı gelmişti? Eve dönmeye çalışıyorlar mıydı? Akıllarını ya da hayatlarını kaybetmiş olabilirirler miydi?

Kaybolmayı hiç düşündünüz mü?

Biliyorum düşündünüz, itiraf edin. İçinizde taşıdığınız o sorumluluk sahibi aile babasının, şefkatli annenin, çalıştığı yerin direği olduğunu sanan yöneticinin buna izin vermeyeceğini biliyorsunuz ama yine de küçük denemeler yaptınız. Önünüzde duran ve sizi evinize götürecek treni bilerek kaçırdınız. Bir prize ulaşana kadar geçirdiğiniz o yarım saatte telefonsuzluğunuz size sıkıntı değil ferahlık verdi. İlk kez gittiğiniz bir kentte en olmadık yerlere, sokaklara girip çıktınız. Kimsenin nerede olduğunuzu bilmediği kısacık zamanların tadını çıkardınız. Ruhunuzun sorumluluk sahibi yön duygusu sizi ana caddeye bırakıp kaçsa da hep, kaybolduğunuz, kaybolduğunuzu sandığınız o sınırlı zamanlar coşkulu bir heyecan, bir baş dönmesi yarattı ruhunuzda. Yeniden başlayabilme fırsatının, kendini temize çekebilme olasılığının esrik neşesiydi bu.

Oyun yazarı Neil LaBute, "The Mercy Seat"te -Türkçeye "Kayıp" şeklinde çevrildi- 11 Eylül 2001 günü Dünya Ticaret Merkezi'ndeki işinde olması gerekirken bir dizi tesadüf sonucu evinde kalan Ben’in öyküsünü anlatır. Başkalarına acı veren felaket, yaşamaya yeniden başlamak, geçmişini en masum şekilde silivermek için bir fırsata dönüşmüştür Ben için...

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak? Dürüst olmak, ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyabilmesi için bir fırsattır bu ki sadece bu yüzden, yolculuklarda yanımızda oturan yabancıya içimizi en samimi haliyle döküveririz. Bu yüzden yeni arkadaşlıklar şüpheyle birlikte tazelenme heyecanı da getirir. Ruhumuzun yurtsuzlaşmasıdır bu, hafiflemesidir.

Fransız fotoğraf sanatçısı Sophie Calle, 1981’de gerçek kimliğini gizleyerek kendini bir Venedik oteline kat görevlisi olarak kabul ettirir. Kendisine otelin dördüncü katındaki on iki oda teslim edilir. Calle, odalarda kalan "yabancı"ların eşyalarını fotoğraflar, notlar alır. Bu deneyimin ilk gününü "Bana dördüncü kattaki 12 odayı emanet ettiler. Temizlik saatleri boyunca, müşterilerin kişisel eşyalarını, geçici yerleşmelerinin izlerini ve aynı odanın farklı kişilerle birlikte yaşadığı değişimi inceliyordum. Yabancısı olduğum yaşamları ayrıntılı bir şekilde gözlemliyordum" şeklinde yazar daha sonra. Kente ait küçük ipuçlarını, -yırtılıp atılmış bir kartpostal, bir gezi rehberi- odadaki yaşama ait izleri -yatağın hangi tarafında yatıldığı, kaç havlu kullanıldığı, terliklerin nereye bırakıldığı- görüntüler. Bu iki haftalık deneyimin ardından "L’Hotêl" serisi çıkar ortaya. Yabancılaşmanın ta kendisidir bu seri. Kendini bulmanın yolu önce kendine yabancılaşmadır, kendi içinde kaybolmaktır belki de.

Birinci ağızdan dinlediğim bir tuhaf kayıp öyküsüyle bitirelim.

Alışveriş merkezlerinin, cep telefonlarının, sosyal medyanın henüz insan ilişkilerini istila etmediği, kapıların kilitlenmediği, çocukların okul dönüşü komşu evlerde yemek yiyebildiği, kadınların evden eve tepsilerle baklava börek taşıdığı, adak adanan, kurban eti dağıtılan, yatırlara soru sorulup cevap beklenen, kandilli, mevlitli, dualı bir semt. Bursa'nın bir kenar semtinde, Osmanlı yapısı, iki katlı ahşap bir ev.

Eve bir öğle sonrası komşu gezmesine gelmiş bir kadın; kendisine babaannesinin "el verdiği" "gönül gözü açık" başka bir kadınla aynı salonda bulur kendini. Kadın misafirin biraz önce içtiği kahvenin fincanını elinde tutmaktadır. Pek bir şey söylemez önce. Bir süre baktıktan sonra fincanı elinden bırakır. "Kocan nerede senin?" diye sorar misafire.

Koca altı senedir kayıptır. Bir sabah işe gitmiş, bir daha da dönmemiştir. Ne dirisini gören olmuştur ne de ölüsünü bulan.

"Kayıp değil o. Yakınlarda bir yerde, hanenin içinde sanki" der falcı.

Aynı akşam misafir kadın, kadının oğlu, kızı, damadı ve iki torunu çatı katının en derininde, örümcek ağlarının içinde saçı sakalı birbirine karışmış, karanlıkta yaşamaktan gözlerini neredeyse kaybetmiş, bir deri bir kemik adamı bulurlar. Altı yıl önce kaybolan kocadır bu. Evden çıktığı gün bir suça karışmış, kaçmış ve evin bu deliğine saklanmıştır. Burada geçirdiği altı yıl aklını da almıştır.

Bir adamın kendini, kendi evinde kaybetmesi mi tuhaf ve şaşırtıcı olan? Yoksa bu eski, katlı, kilerli, hiç girilmeyen odalı, ahşap evlerin beton kutularda yaşayan bizlerin hiç bilmediği organik bir yapı olduğu, bir kaçağa kol kanat gerecek kadar kişilikli olduğu mu bizi sarsan?

Arada bir kaybolalım o halde. Kendi evimizde, kendi sokağımızda, kendi kentimizde..

En çok da kendi içimizde...

Yazarın Diğer Yazıları

Başkasının acısına nereden bakmalı?

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık. Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik

Girilmeyen salonlar, kapatılmış balkonlar

Ne güzeldir balkonlar. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastırlar. Ama biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülürler acımasızca. Bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar

Çift olmak ya da olmamak... Bütün mesele bu mu?

"Gerçekten mutlu" kaç çift tanıyoruz? Duygusal bir korunağa olan gereksinimimiz mi yoksa kolektif bilinçdışımız mı dayatıyor çift olmayı? Acaba çift olma hali sandığımız kadar matah bir şey de olmayabilir mi?