16 Şubat 2020

Başkasının acısına nereden bakmalı?

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık. Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik

"Fotoğrafsız savaş olmaz" demiş savaş "esteti" Ernst Jünger...

Görsel acının teminatıdır, acının şiddeti görselin altüst ediciliğine bağlıdır ne de olsa...

Kırım Savaşı (1853-1856) bilinen fotoğraflanmış ilk savaş, Roger Fenton’sa İngiliz askerlerinin sanıldığı kadar kötü durumda olmadığını (hasta, sakat ya da ölü askerlerin fotoğrafını çekmemesi yönünde Britanya hükümetinden kesin bir talimat almıştır) ispatlamak üzere görevlendirilen ilk savaş fotoğrafçısıdır ve savaşı "erkeklerin katıldığı vakar dolu bir serüven" olarak göstermenin derdindedir.*

Peter Gabriel’in "The Feeling Begins"i eşliğinde Körfez Savaşı’nı "canlı" olarak izlememizin üzerinden tam yirmi dokuz yıl geçmiş. O günden bugüne, petrole bulanmış bir karabatak, halkı selamlayan Saddam Hüseyin, gece görüşlü kameralarda yeşilimsi izler bırakan füzeler, alev alev yanan petrol kuyularının tekno görüntüleri kalmış zihnimizde.

"Canlı canlı" izlediğimiz savaşın üzeriden daha sadece on beş yıl geçmişken halkını selamlayan Saddam Hüseyin’in asılarak idam edilişinin röntgencisi olacağımız aklımıza gelir miydi?

New York’un orta yerinde gökdelenlere giren uçakları izledik sonra, içeride yanmak üzere olanların ölümlerden ölüm beğenmesini, kendilerini bir beton uçurumundan aşağı bırakıvermelerini...

Etnik bir katliamın ardından sağ kalanların yüzündeki derin bıçak yaralarına baktık, Ruanda’nın orta yerindeki kafatası, kemik yığınlarını taradı gözlerimiz.

Bir harekât daha izledik canlı yayında. Amerika Afganistan’daydı artık. İntikam yemini edilmişti bir kere. İzlemeyip de ne yapacaktık?

Yanı başımızdaki savaştan kendini lastik botlara, canını soğuk sulara bırakarak, nereye kaçtığını bilmeden yolu olmayan denizlerde ölenlere baktık. Deniz bir bebeği kıyıya bırakıp geri çekildi.

Neye bakıyor olursak olalım aslında tek baktığımız acının tamamlanmış yazgısıydı.

Sonra bu acılar kitabının sayfalarını çevirmeye devam ettik.

Suratımıza boca edilen görsellerle yaşadığımız dünyada "gördüğümüzün adaleti yeniden kurduğu" günler çoktan geride kaldı. Yeni medyanın kendine özgü zaman tablosunda, gördüklerimiz hem ekranımızdan hem aklımızdan hızla aşağı kaydı, ardından da yitip gitti. Susan Sontag "Fotoğraf Üzerine" de sefalet ve adaletsizlik kataloğu olarak görselin insanı önce gaddarlıkla tanıştırıp ardından da duyarsızlaştırdığından bahsederken dehşet verici olanın artık sıradan olduğunu eklemeyi unutmamıştı. Baktığımız "Ne de olsa bir fotoğraftı" ve bu tür görüntüleri bir kez gördük mü daha fazlasını görme yolunda ilerlemeye başlamıştık artık.

Sık sık şok yaşıyorduk, her şok bir sonrakinin etkisini biraz daha hafifletiyordu. Gördüklerimiz, seyircisi olduklarımız altüst ediciydi, ama her seferinde baş ediyor, kendimizi savunacak yeni araçlar icat ediyorduk.

Acının yazgısı tamamlanıyordu. Peki ya bize ne oluyordu? İçimizdeki hangi kantarın topuzu kaçıyordu? "İçinde yaşadığımız karşılaştırma kültüründe başka olanın negatifliğine yer yoktu, narsisizm sanıldığı gibi kendini sevmek değildi, ötekiyle olan sınırın bulanıklaşmasıydı **" Diğerini, ötekini algılama yetimiz yitip gitmişti bir kez. Başkasının acısına karşı duracağımız yer belirsizleşmişti.

Resmi dilse acılar karşısında her şeyi devletten beklemememizi öğütlüyordu bize. Bu söylemin arkasında Haluk Levent’e duyulan güven mi vardı? Ne de olsa başkanın ve onun acısının farkında olan tek kamusal figür o gibi görünüyordu.

Sahi, bize ne olmuştu?

Sanat acıyı dönüştürür, acı sanatı yeniden üretir

Geçtiğimiz günlerde tek bir fotoğraf eliyle, bir adamın çocuklarının açlığını haykırarak kendini yakmasını izledik. Ölümün en protest şeklini seçmişti kendine. Belki en zor halini. Kendini yakan bir adamın ölüm nedeni nedir? Vücudunun suyu mu çekilir, kendi ateşinin dumanında mı boğulur, yoksa acının, ağrının darbesiyle mi yok olur kendi içine kıvrıldığı yerde? Belki hepsi, belki ilk hangisi yetişirse... Ölümün bu şekli bir seçimdir belli ki, adaletsizliğin dünyanın yüzüne son kez haykırılışıdır, bedeli ağır bir son sözdür, kendi yaşamı üzerinde ilk ve son kez kurulmuş kısacık süren bir hakimiyettir.

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık.

Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik. Gaddarlık bazı ölülerin yakasını bırakmazmış meğer. "Ucuz, siyasi manevra, bunları yutmama" lafları uçuşuyor havada. Bazen ölmek yetmiyor eşit olmak için.

Sonra hatta aynı gün sayfayı çevirdik.

Kar gördük, karın üzerindeki insanlar bir Bruegel tablosundaki noktalar gibi kadrajı ele geçirmişlerdi. Ölüleri göremedik, üzerlerinde kar vardı. Kar onları belki boğarak, nefessiz bırakarak, belki dondurarak, belki ağırlığı altında ezerek öldürmüştü. Kaç kişi oldukları belli değildi.

Acı, kasvet ve bilinmezliğin temsiliydi bu fotoğraf...

Tıpkı Bruegel’in 1566’ya ait "Census at Bethlehem" (Beytullahim’de Nüfus Sayımı) tablosundaki gibi. Roma İmparatoru’nun dünyadaki herkesin vergi ödemesi gerektiği yönündeki emrini gerçekleştirmek üzere memleketlerine dönmüş, kendini nüfusa kaydettirmeye çalışan umutsuz insanların kaynağını Yeni Ahit’in Luka İncili’nden alan bir çaresizlik öyküsü. Kışın karanlığı çökmüştü her ikisinin de üzerine. Her ikisi de belirsizlik doluydu. Her ikisinde de beyazın en koyusu vardı.

Her görsel başka bir görselin yansımasıydı çünkü.

Sadece olan bitenin yansımasını taşımazlardı içlerinde. Ahlakın, acının, ideolojinin, kültürün sembollerini de taşırlardı, o yüzden acının resmi benzerdi birbirine. Dili evrenseldi.

Başkasının acısına ayağımız kaymadan bakmalı. Anımsamanın yolu belki de öyküyü akla getirebilmek değil, resmi canlandırmak zihinde.


*Susan Sontag, Başkasının Acısına Bakmak, Agora Kitaplığı, 2004

** Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı, Metis, 2012

Yazarın Diğer Yazıları

Girilmeyen salonlar, kapatılmış balkonlar

Ne güzeldir balkonlar. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastırlar. Ama biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülürler acımasızca. Bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar

Kayıp aranıyor ama bulunmak istiyor mu?

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak?

Çift olmak ya da olmamak... Bütün mesele bu mu?

"Gerçekten mutlu" kaç çift tanıyoruz? Duygusal bir korunağa olan gereksinimimiz mi yoksa kolektif bilinçdışımız mı dayatıyor çift olmayı? Acaba çift olma hali sandığımız kadar matah bir şey de olmayabilir mi?