23 Ekim 2013

Ne amigoluk, ne düşmanlık... İhtiyacımız eleştirel gazetecilik...

Bu siyasi kültürde “fiil”e değil “özne”ye bakarak karar veriliyor, o nedenle de ya amigo olunuyor ya da düşman... Bu kültürde, “fiil”e bakarak “özne”yi onaylayan ya da karşı çıkan “eleştirel” pozisyon hem “amigo”lar tarafından taşlanıyor hem de “düşman”lar tarafından...

Bir gazete “fiil”e değil “özne”ye odaklı bir yayıncılık yapıyorsa... Yani tavrını fiillere göre değil de öznelere göre oluşturuyorsa... Yani, diyelim “A” öznesinin her yaptığına doğru, buna karşılık “B” öznesinin her yaptığına yanlış diyorsa, o gazete gazete olmaktan önemli ölçüde çıkmış demektir.

Çünkü böyle bir durum ancak, gazete siyasi amigoluk ya da siyasi düşmanlık pozisyonlarından birini tercih etmişse ortaya çıkabilir; eh, bu durumda da -biraz abartıyla- karşımızda bir “gazete”den çok bir siyasi mücadele bülteninin olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Siyasi kutuplaşmanın şiddetlenmesine paralel olarak

Türkiye’deki gazeteler her gün biraz daha fazla “gazete” olmaktan çıkıp “mücadele bülteni” görünümüne bürünüyorlar.

Kutupların çekim gücü o kadar şiddetli ki, “düşmanlık” ya da “amigoluk” pozisyonlarını reddederek; olması gerektiği gibi “eleştirel” bir pozisyonda kalarak gazetecilik yapmak, hiç talebin olmadığı bir piyasaya ürün arz etmek kadar saçma bir tercih gibi görünüyor.

Görüntü böyle ama ben bunun gerçeği yansıttığına inanmıyorum.

Bu yazıda iki şeyi yapmaya çalışacağım...

Birincisi: Kutuplaşmanın şiddeti nedeniyle bugün ancak sadece “iktidar düşmanlığı” ya da “iktidar amigoluğu” dalgalarının üzerinde gazetecilik yapılabileceği görüntüsünün aldatıcı olduğunu; iyi, eleştirel bir gazeteciliğin de müşterisinin olabileceğini göstermeye çalışacağım.

İkincisi: “Eleştirel” gazeteciliğin neden ihtiyacımız olan gazetecilik olduğunu göstermeye çalışacağım.

 

Gazetecilik toplumdaki dalgalar üzerinde “sörf” yapmaktır ama...

 

Ses getirmiş, iz bırakmış yayın organları her zaman, toplumda öne çıkan dalgaların üzerinde “sörf” yapan yayın organları olmuştur.

Mesela 1980'lerin Nokta'sı, 12 Eylül öncesinin toplumu da bireyi de ezen “yüzde yüz siyaset” baskısına karşı patlayan tepkinin sesi olmuştu. Apolitik bir dergi değildi Nokta, fakat politikanın bütün bir hayatı kapsayan yeni bir tarifini yapıyordu.

Buna karşılık 1990'ların Nokta’sı diyebileceğimiz Aktüel, Özal'lı yılların devletten bağımsızlaşma, kentleşme, bireysel girişimcilik, sivillik değerleri üzerinde yükselmişti; çok çalışan, çok kazanan, çok eğlenen ve bastırılmış hazlarının peşinde koşan yeni kentli kuşağa sesleniyordu.

2007 ve sonrasının Nokta’sı ve Taraf'ı ise askeri vesayetten kurtulma, siyasi demokrasiyi liberal bir demokrasiye dönüştürme arayışlarının yayın organları olarak öne çıktılar ve iz bıraktılar.

 

“O değil de... Şimdi bir gazete olsaydı ne okurduk be!”

 

Spor yorumcusu Mehmet Demirkol Gezi günlerinde şöyle bir twit atmıştı: “O değil de... Şimdi bir gazete olsaydı ne okurduk be!”

Bence Mehmet Demirkol'un bu cümlesi birçok insanın duygusunu yansıtıyor... Ülkenin aşırı kutuplaşmış halinden usanmış çok sayıda insan, sadece iki kutbun yüreklerini soğutma amacıyla çıkan gazetelerin gazete sayılamayacağını biliyor.

Aslına bakarsanız, “dalga üzerinde sörf” metaforunu günümüz Türkiye'sine uyguladığımızda, dalgalar “AK Parti'cilik” ve “AK Parti düşmanlığı” olarak görünüyor ve doğrusu, metafor işliyor; en çok amigoluğa ve düşmanlığa sürekli “level” atlatan gazeteler, yazarlar okunuyor.

Fakat unutmamak lazım: Bu deli gömleğini giymek istemeyen, bir yayın organını “yüreğini soğutmak” için değil, “anlamak” için “bilgilenmek” için okumak isteyenler de bir “dalga” oluşturuyor bugün...

Günümüzde, iktidarda bir “düşman” olduğu tespitinden yola çıkan ve onu “imha” etmek üzere yayıncılık yapan bir medya öbeği ile onun karşısında pozisyon almış, “iktidar yanlış yapsa da görmemek lazım, çünkü bizi imha etmeye çalışan bir rakibimiz var” diyen başka bir medya öbeği var.

Bu böyle gitmez, hiçbir toplum böyle bir ayrışmaya uzun yıllar boyunca tahammül edemez...

İktidarın yanlışlarını eleştiren, iktidarı “düşman” olarak kodlayan muhalefete de yaptığı şeyin muhalefet olmadığını söyleyip onu alternatif geliştirmeye zorlayan “normal” bir yayın organının örnekliğine, “terbiye ediciliği”ne ihtiyacımız var.

Hak taleplerini, talep eden özneye bakmaksızın savunabilen; liberal demokrasi ölçülerini ihlal eden herkesi, yine öznesine bakmaksızın (iktidar ya da muhalefet) eleştirebilen; bu cümleden olmak üzere, hiç kimseye “düşman” olmayan, hatta “muhalif” de olmayan (çünkü muhaliflik bir siyasi pozisyondur, gazetecilik pozisyonu olamaz) fakat sadece “eleştirel” olan bir yayın organı... 

 

Siyasi kültürün ve entelektüel hayatın bir yansıması...

 

Aslında gazeteciliğimizin bu hali, Türkiye’nin siyasi kültürünün ve entelektüel hayatının “normal”lerinin medya dünyasındaki bir tezahüründen başka bir şey değil.

Geçenlerde T24’te Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Merkez Yürütme Kurulu üyesi Ferdan Ergut’un, sol’un Demokratikleşme Paketi’ne karşı tavrını analiz eden çok önemli bir yazısı yayımlandı. Ergut, sol’daki “hep muhalif” anlayışın onu sürekli olarak “kategorik ret”çi bir pozisyona sürüklediğini, bunun da sol’un eleştirisinin inandırıcılığını yok ettiğini savunuyordu.

Ergut, “marazi” dediği bu muhalefet anlayışını şöyle tanımlıyordu:

 “(…) Bu iktidarın yaptığı hiçbir şeyi onaylayan pozisyonda olamayız; her ne yaparsa yapsın direnmeli; direnmenin mantıksız olacağı durumlar ortaya çıktığında da -en son paket meselesindeki gibi- olup bitenin aslında iktidarın göz boyamasından ibaret olduğunu halka anlatmalıyız.”

Ferdan Ergut, buradan eleştirisini bir adım daha ileri götürüyor, sol’un bu “kategorik ret”çi tavrının, kendi gayretinin ürünü olan sonuçlarda bile (mesela Demokratikleşme Paketi’nde) ortaya çıktığını öne sürüyordu:

“Bu ülkede 20 yıldır 12 Eylül’ün kamu çalışanlarına koyduğu siyaset yasağı ile kim mücadele etti? AKP ya da öncelleri mi? Elbette hayır! Başta 1996’da kurulan Tarihsel ÖDP olmak üzere birçok sosyalist, yıllarca bunun mücadelesini verdi, bedeller ödedi. Peki, o ırkçı ‘andımızın’ kaldırılması için AKP ya da öncelleri ne zaman ağızlarını açıp laf ettiler? Bu alanda da asıl çabayı sarf eden, birçok tezviratı göğüsleyen Türkiye’nin sivil toplum kuruluşları, demokratik kamuoyu değil miydi? Nefret suçlarının kabulü için kimler uğraştı? AKP ya da onun ‘düşünce kuruluşları’ mı? Türkiye’de artık çocuklar ana dilinde eğitim (dil kursu değil!) almaya başlayacaklar? Kürt siyasal hareketinin baskısı olmasa –binlerce Kürt siyasetçiyi hapiste tutan- AKP’nin bu konuda herhangi bir adım atacağına ilişkin elimizde bir veri mi var?”

Ergut, bu örneklerin ardından “basit” bir soru soruyordu:

“Soru basit: Bütün bu ve benzeri konularda, mücadelenin merkezinde yer almış olan insanlar neden kamuoyuna dönüp bir başarı hikayesi anlatmazlar? Neden mücadelelerinin başarıyla sonuçlandığını, yıllar boyunca mücadelesini verdikleri meseleleri sonuçta iktidara kabul ettirdiklerini söylemezler de; yıllarını harcadıkları alanları bir anda boşaltıp iktidara bırakırlar?”

 

Medyada eleştirel pozisyon neden cazip değil?

 

Ben, Ferdan Ergut’un “sol” için saptadığı bu halin sağ’ıyla, sol’uyla, İslamcısı ve ulusalcısıyla Türkiye siyasi kültürünün bir parçası olduğunu düşünüyorum: Bu ülkede siyasi rakipler “rakip”ten çok “düşman” gibi algılandığı için, rakibin, aslında “biz”i memnun etmesi gereken siyasi adımları tam tersine üzerimizde gerilime yol açıyor. Demokratikleşme Paketi karşısında bazı liberalleri böyle “gergin” bir pozisyonda gördük.

Bu siyasi kültürde “fiil”e değil “özne”ye bakarak karar veriliyor, o nedenle de ya amigo olunuyor ya da düşman... Bu kültürde, “fiil”e bakarak “özne”yi onaylayan ya da karşı çıkan “eleştirel” pozisyon hem “amigo”lar tarafından taşlanıyor hem de “düşman”lar tarafından... 

Gazetecilik de Türkiye’deki hâkim siyasi kültürün ve entelektüel hayatın bir parçası... Dolayısıyla o da amigo olabiliyor, muhalif olabiliyor, düşman olabiliyor fakat bir türlü eleştirel olamıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Hrant'ın ruhunu şenlendirecek girişim: Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler konferansı

Hrant Dink Vakfı ile Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nün ortaklaşa düzenlediği “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” konferansı 2-4 Kasım 2013 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Salonu'nda gerçekleştirilecek

'Devlet ihalelerine girme hakkı medyayı güçlendirir' tezine bugünden bakmak...

Şahin Alpay'ın Zaman'da (21 Eylül 2003) yayımlanan “Medya için demokrasi paketi” başlıklı yazısı, aynı gün T24'te farklı bir başlık tercihiyle alıntılandı

'Ergenekon'u da aşan yapı' ve Dink cinayeti

Hrant Dink'in 19 Ocak 2007'de katledilmesinin ardından Dink ailesinin avukatlığını üstlenen ve cinayet davasının dosyasına en hâkim kişilerden biri olan avukat Fethiye Çetin'in yeni kitabı Utanç Duyuyorum – Hrant Dink Cinayetinin Yargısı bugünlerde okurlarla buluşuyor...