14 Ağustos 2013

Ergenekon, intikamcılık, cezasızlık...

Suçu tartışmıyorlar, çünkü derinlerinde bir yerlerinde onlara darbeciliğin (hele ki “şeriatçı” bir iktidara karşı darbeciliğin) suç olmadığını fısıldayan bir suflör var

 

ERGENEKON'DA KARARLAR / 1

 

Dava sürecindeki eksikliklere, usûl sorunlarına, uzun tutukluluklara ve bazen de davayı yürütenlerin yaptığı, “davayı itibarsızlaştırmak mı istiyorlar” diye sordurtan akla zarar tercihlere ve hatalara rağmen, Ergenekon davasını  tarihsel önemde, haklı bir dava olarak görenlerdenim...

Yani, ben cümlesine “Ergenekon davası önemli ama...” diye başlayıp, esasen davadaki problemleri vurgulayanlardan değil; cümlesine “Davalardaki problemleri gözardı etmeyelim, tarşılalım ama...” diye başlayıp esasen  Ergenekon davasının tarihsel önemini, haklılığını, kaçınılmazlığını vurgulayanlardanım...

Cezaların açıklanmasından sonra, cümlesine “Ergenekon davası önemli, ama...” diye başlayanlar bu defa da tek tek bazı sanıklarla ilgili cezalara referansla öyle bir atmosfer yarattılar, davanın bütününün üzerine öylesine koyu bir adaletsizlik algısı yerleştirdiler ki, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi'nin bildirisinde işaret edildiği gibi, birileri de bunu “Ergenekon suç örgütünü masumlaştırma” çabalarının en etkili parçası haline getirebildiler. (Davanın tüm delillerinin “sahte”, davanın tümünün “tertip” olduğunu öne süren İşçi Partili ve CHP'li ulusalcılar şimdi, kendi inandırıcılıklarının bulunmadığı Batı'da, bu gollük pası gole çevirmekle meşguller.)

Ergenekon davası sürecinde davadaki sorunlara dikkat çeken çok sayıda makale yazan Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu eski eşbaşkanı Joost Lagendijk, karar duruşmasının ardından Batı basınındaki yorumları aktarırken “vur ama öldürme” diyordu adeta... Lagendijk'in satırları, Türkiye'deki havanın Batı'ya nasıl yansıdığını göstermesi açısından da önemliydi:

“(...) Bu hatalar ve noksanları düzeltme yönünde kabiliyetsizlik ve isteksizlik, Ergenekon davasının destekçilerini savunma pozisyonunda bırakırken, davanın muhaliflerinin yanlışlıklara büyüteç tutmasını ve derin devletin varlığını temelden reddederek Türkiye’nin kirli geçmişine inmek için haklı sebepleri yabana atmasını kolaylaştırdı. Böylece, davaya, AKP muhaliflerinin hepsini birer birer hedef alan siyasi kampanya diye çamur atmakta oldukça başarı elde ettiler.

“Bu inkârcı yaklaşımın çekiciliğine, açıklanan kararla ilgili yayınlarında dış basının da kapıldığını görmek mümkün. Amerikan, Alman ya da Hollanda gazetelerindeki hemen her makaleden ‘cadı avı’ terimi fırlıyor. Pek çok muhabir, bununla Gezi Parkı protestolarının bastırılması ve son dönemde hükümeti eleştiren gazetecilerle köşe yazarlarının işten kovulması arasında bağlantı kuruyor. Ergenekon davasının sonucu, başbakanın otoriter eğilimlerinin ve tüm muhalefetin bastırılmasının yeni bir kanıtı olarak sunuluyor. Bu özel davadaki tüm hatalara rağmen, Türkiye’nin askerî darbelerle dolu kanlı tarihini ve kanunsuz karanlık güçlerini soruşturmak açısından önemli yerini vurgulamaya devam eden çok az sayıda gazeteci var.” (“Ergenekon’a dair çelişik hisler”, Zaman, 7 Ağustos 2013).

 

Darbeciliği tecavüz suçu gibi görmedikçe...

 

Bugünlerde bizi “tarihle hesaplaşmak gibi kibirleri bir yana itip, İnsan’la, sadece İnsan’la, bir de vicdanımızla hesaplaşmaya” çağıranlar var (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 7 Ağustos).

Böyle bir şey, “suç”u (darbecilik) tümüyle gözardı ederek “ceza”nın -özne kim olursa olsun- insanı kötü eden tarafını öne çıkartmakla mümkündür ki, bu yaklaşım sahipleri de tam olarak bunu yapıyorlar.

Suçu tartışmıyorlar, çünkü derinlerinde bir yerlerinde onlara darbeciliğin (hele ki “şeriatçı” bir iktidara karşı darbeciliğin) suç olmadığını fısıldayan bir suflör var...

Ergenekon sanıklarına isnat edilen suçu tartışmıyorlar, çünkü darbeciliği, mesela tecavüz gibi bir suç olarak görmüyorlar. Oysa öyledir; mütecaviz nasıl ki iktidarını mağdurun iradesinin hilafına ona zorla dikte eder, darbeciler de ellerinde tuttukları gücü, toplumun iradesini paramparça etmek üzere kullanırlar.

Dikkat edin, Ergenekon davasında, suçu suç saymadıkları için sadece “ceza” üzerinde odaklanıp davadan sadece “insafsızlık” çıkartanlar, mesela KCK davasında sanıklara isnat edilen suçu suç saydıkları için, o davadaki “ceza”lar, haksızlıklar, hukuksuzluklar üzerine tek laf etmiyorlar.

Oral Çalışlar, “Ergenekon'a şizofrenik bir bakış” adlı yazısının  (Radikal, 6 Ağustos), sonuna eklediği “son bir not”ta bu çarpıcı çelişkiyi, “Ergenekon davası sanıklarına gösterilen ilgi ve destekle KCK vb. davalara yaklaşım arasındaki derin fark da ‘Ergenekon’un çevresindeki gücün önemini hissetiriyor” diye anlatıyordu.

 

Darbe davalarında Türkiye farkı...

 

Darbecilikle suçlanan asker ya da sivillerin yargılandığı ve cezalandırıldığı ilk ülke Türkiye değil... Arjantin, Yunanistan, İspanya, Şili, Brezilya vb. çok sayıda ülke Türkiye'den önce yaşadı bu tecrübeyi. Fakat hiçbir ülkede bir darbe davası bu kadar büyük bir itirazla karşılaşmadı.

Elbette o ülkelerde davalara karşı çıkan, yargılananaları savunan bir kamuoyu kesimi oldu hep, fakat bunlar her zaman son derece cılız kaldı.

Bu soruyu son duruşmada “Her yer Silivri, her yer taarruz” sloganını kullanan kesime sorarsanız, alacağınız cevap aşağı yukarı şöyle olacaktır:

“Çünkü o ülkelerde yargılananlar gerçekten de darbeciydi, oysa Türkiye'deki yargılamalar bütünüyle sahte deliller üzerine kurulmuş bir 'tertip'ten başka bir şey değildir... Dolayısıyla o ülkelerde yargılamalar karşısında güçlü itirazlar oluşmadı, fakat bizde oluştu.”

Bu cevabın meseleyi açıklamada ne kadar kifayetsiz kaldığını anlamak için, daha dava başlamamışken, tutuklamalar henüz  Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz düzeyindeyken, yaşanan şeyin “AKP'nin yeni bir oyunu” olduğunu söyleyen milyonlara bakmak yeter. (İnanmayan, Veli Küçük ve arkadaşlarının tutuklanmasından sonra Cumhuriyet gazetesinin yayınlarına göz atabilir.) 

Bu kifayetsiz açıklamayı bir kenara bırakıp da darbecileriyle hesaplaşan ülkelerle Türkiye arasındaki fark üzerinde düşündüğümüzde başlıca iki nokta öne çıkıyor...

Bunlardan biri, hiç kuşkusuz Oral Çalışlar'ın işaret ettiği “Ergenekon'un çevresindeki güç...”

Bence, ikincisi ve daha önemlisi, yukarıda da değindiğim, darbeciliğin aslında bir suç olarak içselleştirilmemiş olması... 

Türkiye dışında, darbelerle hesaplaşmış ülkelerde yargılamalar karşısında güçlü itirazlar oluşmadı, çünkü o ülkelerin halkları ağırlıklı olarak darbeciliğin bir suç olduğuna inanıyorlardı ve dolayısıyla darbecilerin yargılanmasını memnuniyetle karşıladılar... Türkiye'de ise, “şeriatçı iktidar”a karşı ordunun darbe yapmasının bir hak ve görev olduğuna inanan milyonlarca insan var... Fakat darbe davalarına karşı olmalarını bu şekilde ifade edemedikleri için, karşı çıkışlarını, yargılamaların “tertip” olduğunu öne sürerek  yapıyorlar...

Geçenlerde Ulusal Kanal'da izlediğim bir “Silivri çadırları” belgeselinde, bir buçuk yıldır sürekli olarak o çadırlarda kalanlardan biri (Hıdır Hokka değil), darbecilikle suçlanan askerlerin yargılanmasındaki “yanlışlığı” anlatmak için, “sonuçta bu insanlar kurumlarının kendilerine verdiği yetkiyi kullanmışlardı” deyiverdi...

Tam bir lapsustu ve tabii çok şey anlatıyordu.

 

'İntikamcı' değilim ama...

 

Nokta'da Darbe Günlükleri’ni yayımladığımızda, bunun neticesinde bazı insanların cezalandırılabileceği ihtimali bir kez bile aklıma gelmedi. Bunun nedeni, herhalde, işlerin oralara gidebileceğine dair toplumda en küçük bir inanç dahi olmamasıydı; eh, toplumun bir parçası olarak ben de öyle düşünüyordum.

Günlüklerin yayınından umabildiğim tek şey, böylece hep reddedilen darbe girişimlerinden birini iş üstünde yakalamış olmakla, toplumda kısmî de olsa bir darbe duyarlılığı yaratabilmekti.

Bu ihtimal kızım tarafından bana hatırlatıldığında, darbe girişiminde bulunmuş olsalar da, çocukları, torunları, sevdikleri olan birilerinin cezaevine girmesi ihtimali bende açık bir rahatsızlık yaratmıştı.

O zaman ne yaptım, biliyor musunuz, kendimi de kızımı da “Burasının Türkiye olduğu, işlerin o raddeye varmayacağı” hususunda temin etmeye, onu da kendimi de rahatlatmaya  çalıştım. Bunu, Devrim Sevimay’ın Milliyet için (28 Nisan 2008) benimle yaptığı söyleşide de anlatmıştım:

“Bu günlükleri yayımladığımızda iş ilerler ve sonuçta yargılanırlar gibi bir şey aklımın ucundan geçmemişti. Çok tuhaf, ama bir gün kızım bana hatırlattı, ‘Baba bu iş sonuna kadar gider de Özden Örnek yargılanır mı?’ diye... Bunu duyunca bir an çok kötü hissettim kendimi. Gerçekten... Ve kızıma ‘Yok ya olmaz herhalde’ dedim. O kadar tuhaftı ki oradaki ruh halim...”

 

('İntikamcı' değilim ama)... 'Cezasızlığı' da savunamam

 

Evet, intikamcı değilim ama “cezasızlığı” da savunamam...

Deniz Baykal, Balyoz soruşturması sırasında çok sayıda generalin tutuklanmasına (2010) itiraz ederken (o zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi'nin genel başkanıydı), bu generallerin artık “pijamalarını giydiklerini”, o nedenle Balyoz bahsini kapamamız gerektiğini savunmuştu...

Yani “cezasızlık” talep ediyordu Baykal... Ben de ona cevaben kaleme aldığım “Pijamalarını giymiş generaller ve 'cezasızlık' kültürümüz” başlıklı yazıda, bu yaklaşımın neden sorunlu olduğunu şöyle izah etmeye çalışmıştım:

“Ceza hukukçularının sıkça kullandığı, hukuk felsefesinde daha sofistike bir karşılığı olan ve henüz gündelik basının dolaşımına girmemiş bir kavram var: Cezasızlık...

“Kavram daha çok insan hakları alanında kullanılıyor ve kabaca, cezayı gerektiren durumlarda (işkence vb.) kamu otoritesinin şu veya bu yolla cezai uygulamaları 'teğet geçmesi' anlamına geliyor. 'Cezasızlık' üzerine çalışanlar, hak ettiği halde cezadan kurtulanların sayısının artmasının, bir yandan suça karşı mücadele edenlerin mücadele azmini törpülediğini, bir yandan da suçu işleyenleri daha da pervasız hale getirdiğini savunuyorlar.

“Bence, 'cezasızlık' kavramını, kullanım alanını ve anlamını biraz esneterek, Türkiye’nin darbeci geçmişine ilişkin olarak da kullanabiliriz. Düşünürsek, mesela işkencecilerin cezasız kalmasının yol açtığı ikili sonuç, darbecilerin cezasız kalmaları durumunda da ortaya çıkıyor.”

 

'Cezasızlık' başka, 'af' başka...

 

Öyle veya böyle Balyoz ve Ergenekon davaları sonuçlandı, Türkiye eksikli de olsa (mesela 90'lardaki faili meçhul cinayetlerin birkaç istisna dışında yargı alanının dışında kalması çok büyük bir problem), darbecilerinin bir kesimiyle hesaplaştı, yani “cezasızlık” geçerli olmadı.

Peki, bundan sonra ne olacak?

Kararların açıklanmasından hemen sonra T24'te Hasan Cemal ve ardından başka bazı yazarlar (ki aralarında bir Yeni Şafak yazarı da vardı) Türkiye'yi daha da kutuplaştıran darbe davası kararlarından sonra hükümetin siyasi af üzerinde düşünmeye başlaması gerektiğini öne süren yazılar kaleme aldılar.

Ben, kişisel olarak darbe davalarında af meselesini KCK ve PKK davalarını da katarak tartışmamız gerektiğini daha önce de yazmış, bir yandan da çeşitli nedenlerle bu girişimden umulan faydanın sağlanamayacağına dair endişelerimi belirtmiştim.

Bir sonraki yazıda “Büyük af, büyük barış” başlıklı o yazı dizisinden hareketle ve yeni verilerle işin bu tarafını ele almaya çalışacağım.

Yazarın Diğer Yazıları

Ne amigoluk, ne düşmanlık... İhtiyacımız eleştirel gazetecilik...

Bu siyasi kültürde “fiil”e değil “özne”ye bakarak karar veriliyor, o nedenle de ya amigo olunuyor ya da düşman... Bu kültürde, “fiil”e bakarak “özne”yi onaylayan ya da karşı çıkan “eleştirel” pozisyon hem “amigo”lar tarafından taşlanıyor hem de “düşman”lar tarafından...

Hrant'ın ruhunu şenlendirecek girişim: Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler konferansı

Hrant Dink Vakfı ile Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nün ortaklaşa düzenlediği “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler” konferansı 2-4 Kasım 2013 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Salonu'nda gerçekleştirilecek

'Devlet ihalelerine girme hakkı medyayı güçlendirir' tezine bugünden bakmak...

Şahin Alpay'ın Zaman'da (21 Eylül 2003) yayımlanan “Medya için demokrasi paketi” başlıklı yazısı, aynı gün T24'te farklı bir başlık tercihiyle alıntılandı