24 Mayıs 2021
Bugünlerde hariciyecilerden gazetecilere, devlet adamlarından siyaset ehline, ticaret erbabından sokaktaki insana giderek daha sık sorulan ve cevabını elbette herkesin merak ettiği bir soru var:
"- ABD yönetimi, Türkiye'nin, daha doğru bir ifadeyle Ankara hükümetinin üzerini çizdi mi?"
Sorunun sorulma nedeni, tahmin edileceği üzere, iki ülke arasında Obama döneminde gerilemeye başlayan ikili ilişkilerin, Biden döneminde iyiden iyiye kopacakmış gibi bir görüntü çiziyor olması.
Nitekim son ayların bu anlamda hızlı bir seyre sebep olduğunu görüyoruz: Hatırlayanlar olacaktır, Rahip Andrew Brunson krizi sırasında (2018) ABD'nin geçici olarak yaptırım uygulama kararı aldığı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, geçen Şubat ayında ABD'yi (ve "işbirlikçisi" Birleşik Arap Emirlikleri'ni) açık bir şekilde 15 Temmuz (2016) darbe girişiminin arkasında olmakla suçlamıştı. İkili ilişkilerdeki gerilme devlet adamları arasındaki söz düellosuyla sınırlı kalmadı. T.C. İçişleri Bakanlığı'nın geçen zaman içinde ABD ile güvenlik alanındaki işbirliği çalışmalarını tedrici bir biçimde sonlandırdığını öğrendik. Nisan ayında ise Ankara Washington'dan Ocak ayından bu yana beklediği beklediği telefonu aldı. Gelgelelim ABD Başkanı Biden, "1915 Ermeni Soykırımını tanıyacağını" haber vermek için arıyordu. Derken, Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Türkiye'nin satın aldığı Rus yapımı S-400 savunma sistemlerinin ABD'nin güvenliğini riske attığını söyleyerek Ankara'nın Rus savunma sistemlerinden kaçınmasını istedi. Mayıs ayında ise ABD Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İsrail konusunda yaptığı açıklamaları şiddetle kınayan bir açıklama yayınladı.
Bu arada, Sedat Peker'in daha ziyade Süleyman Soylu'yu hedef aldığı anlaşılan videoları ABD'nin bölgedeki en sadık müttefiki olan Birleşik Arap Emirlikleri'nde (Dubai) ciddi bir güvenlik koruması altında çekildiği için, olayın arkasında bir şekilde Washington'un olduğunu düşününler de var.
Uluslararası ilişkiler, elbette mutlak ve değişmez tabiatta değillerdir, o nedenle bu konularda iyi/kötü, ak/kara, dost/düşman gibi kavram çiftleriyle keskin tanımlamalar üretmek büyük ölçüde yanıltıcı olur. Hele Türkiye ile ABD gibi hâlâ aynı ittifak sisteminin mensubu olan ülkeler için değerlendirme yaparken menfaatlere çok yönlü bakmadan keskin ve kestirme ifadelerden kaçınmakta yarar var.
Lakin, bu sorunun ilk kez bugün sorulmadığını, geçmişte de birkaç kez dile getirildiğini unutmayalım. Hatta biraz ileri giderek şöyle söyleyelim: İki ülke arasında bundan yaklaşık 63 yıl önce yaşanmış bir "üzerini çizme" vakasını geniş kamuoyu tarafından pek de bilinmeyen "çok özel" ayrıntılarıyla birlikte aktarırsak, belki bu sorunun bugünkü cevabını vermeye çalışırken bize bir yardımı olabilir.
"Üzerini çizme vakası" ile kastımız, 1959 yılında dönemin Başbakanı Adnan Menderes'in zor durumdaki Türkiye ekonomisinin toparlanabilmesi için "yardım peşinde" yaptığı ünlü ABD ziyareti.
Vakayı özel kılan, NATO dışında aralarında 1979 yılına kadar CENTO sıvası da bulunan ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin kimi utandırıcı boyutlarının da bu aynı zamanda Menderes'in son önemli yurtdışı gezisi sırasında ortaya dökülmesi.
Vakanın aktarıcısı, dönemin muhalif gazetelerinden Vatan'ın o tarihte 29 yaşında olan başarılı muhabiri Orhan Karaveli.
Ziyaret 1959 yılı Ekim ayında gerçekleşir. Başbakan Menderes, beraberinde Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve de Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun ile birlikte 7-9 Ekim 1959 tarihinde yapılması planlanan CENTO Yedinci Bakanlar Konseyi Toplantısı'na katılmak üzere Ekim ayında ABD'ye giderler. CENTO toplantısı aslında bakanlar düzeyinde bir toplantıdır. Hatta mevcut ABD elçileri düzeyinde katılımının da yeterli olacağı söylenmektedir. Ancak Başbakan Menderes, ABD Başkanı Dwight Eisenhower ile Washington'da bir görüşme yapmayı ümit ettiği için seyahate kendisini de Maliye Bakanını da katmıştır. Karaveli'ye göre, gezinin asıl amacı, zor durumdaki Türk ekonomisini düze çıkarmaya dönük olarak için ABD'den 500-600 milyon dolar tutarında bir yardım almaktır. Dışarıdan sermaye ithalini amaçlayan serbestleşme politikaları olumlu sonuçlanmayınca güç durumda kalan Ankara bu amaçla önce Avrupa'nın kapısını çalmış, istediği yanıtı alamayınca da bu sefer ABD'nin kapısını çalmayı hedeflemiştir.(*)
Başkan Dwight Eisenhower, önemli konukları geldiğinde kapılara çıkan, hatta ziyaretçilerini havalimanlarında bile karşılayan bir liderdir. Ancak Orhan Karaveli'nin ilk olarak 2001 yılında yayımlanan "Görgü Tanığı: Bir Gazetecinin Sıradışı Anıları" başlıklı kitabından öğreniyoruz ki, Menderes ve beraberindekilerin uçağı 5 Ekim akşamı New York'a indiğinde, Türk heyetini havalimanında bırakın Eisenhower'ı tek bir Amerikan Dışişleri Bakanlığı mensubu bile karşılamamıştır.
Ortalıkta yalnızca Türk elçiliği memurları ile kadınlı erkekli 40-50 kişilik Türk grubu vardır. Başbakan Menderes ile beraberindekileri kalacakları Waldorf Astoria oteline Türk elçiliğinin görevlileri götürür. Orhan Karaveli, otele doğru giderlerken, yolda o tarihlerde ABD'de yaşayan foto muhabiri Güngör Akkan'a, "Yahu, bu ne biçim iş? Amerika, en sadık müttefikinin (!) başbakanını böyle mi karşılayacaktı?" demekte ve "bir şeyler değişiyor, galiba" diye düşünmekten kendini alamamaktadır.
CENTO toplantıları bittikten sonra Başbakan Menderes, bakanlarıyla birlikte 9 Ekim günü Beyaz Saray'a geçtiğinde kendilerini "soğuk bir duş" beklemektedir. Eisenhower, Menderes'i ne kapıda ne içerde karşıladığı gibi, kendisini Beyaz Saray'ın giriş katındaki çalışma odalarından birinde kısa bir süre için adeta lütfen kabul etmiştir.
Beyaz Saray'a gelişleriyle birlikte, Türk heyetine bir görevli çalışma odasının bulunduğu koridora kadar eşlik etmiştir. Başbakan kapıyı tıklatmış ve Eisenhower'ın içerden "girin" şeklindeki komutu akabinde içeri girmiştir. Merhum duayen gazeteci Cihat Baban (1911- 1984) "Politika Galerisi" başlığını taşıyan ve siyasette bulundukları yıllardan tanıdığı liderleri anlattığı anı kitabında, bu ziyaretin çok önceden planlanmadığını, Eisenhower'ın aslında o günlerde çiftliğinde olduğunu, ancak Türk tarafının ısrarları nedeniyle Dışişleri Bakanı Herter tarafından çağrılarak helikopterle apar topar Beyaz Saray'a getirildiğini belirtiyordu. Baban, "Bu kabul ancak yedi (7) dakika sürdü. Bu ziyarette ne şampanya ne kahve, hiçbir şey ikram edilmedi, önemli hiçbir şey konuşulmadı," diyordu.
Karaveli'ye göre ise iki devlet adamımız odada ancak 25 dakika kalmışlardı. Odadan çıktıklarında Menderes'in kolunun altında, ABD'den almayı umduğu yardım paketi değil, parlak bir kâğıda sarılmış, imzalı, kocaman bir Eisenhower fotoğrafı vardır. Başbakanın mutsuzluğu odadan çıktığında yüzünden okunmaktadır. Karaveli'ye göre, Menderes'in 500-600 milyon dolarlık yardım talebini Eisenhower bir iki kelimeyle geçiştirmiş pek oralı olmamıştır. Başbakan konuttan ayrılıp Cadillac'ına binerken, gazeteci Karaveli'ye dönerek, "sadece bir nezaket ziyaretiydi," demekle yetinecektir.
Ertesi günü Menderes, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Christian Archibald Herter ile de makamında bir görüşme yapar. Başbakan ABD Dışişleri Bakanını ziyarete gittiğinde, beraberindekilerle birlikte özel kalemde sıradan bir ziyaretçi gibi uzun süre bekletilecektir. Bekleme odasında Başbakanla birlikte 7 kişi bulunmaktadır. Menderes, Zorlu, Polatkan, Washington Büyükelçimiz Suat Hayri Ürgüplü, eski Vatan'cı Basın Yayın Genel Müdürü Altemur Kılıç, Anadolu Ajansı'ndan Faruk Fenik ve Orhan Karaveli.
40 dakika bekletilmenin "tam bir fiyasko" olduğunu düşünen ve bir şeylerin yanlış gittiğini fark eden Karaveli, Büyükelçimiz Ürgüplü'ye dönerek sorar:
"- Neden bekletiliyoruz burada 40 dakikadır? Kalkıp terk edelim adamın makamını da heriflere ders olsun."
Genç gazetecinin kulağına eğilen Ürgüplü ise şöyle der:
"- Sana bir şey söyleyeceğim ama yazmayacaksın. Şimdilik, off the record, yani. Amerikalılar Menderes'i çoktan sildiler. Gözden çıkardılar onu. Değil 500-600 milyon dolarlık yeni bir yardım paketi, bir dolar bile vermemekte kararlılar. Biz bunu hissettiğimizi kendisine ilettik. Belki o da her şeyin farkında, ama gene de şansını deniyor. Ümidini büsbütün kestiği an Türkiye'nin dış politikasını değiştireceğinden hiç kuşkun olmasın."
"- Nasıl değiştirecek sizce?"
"- Orasını Allah bilir!"
Başbakan beraberindeki Zorlu ve Polatkan ile birlikte girdiği ve 15 dakika süren görüşmeden çıktığında keyifsizdir. Ürgüplü'nün "Amerikalılar üzerini çizdi" dediği Menderes, içine düşülen durumu belli etmemeye çalışmaktadır.
Bu arada, bir gün önceki ziyarette Eisenhower Menderes'e sadece imzalı fotoğrafını vermekle yetinmemiş, Türk Başbakanı'na isterse beraberindeki Türk heyetiyle birlikte Amerika'da uzunca bir geziye çıkabileceğini, bunun için Türk heyetinin emrine bir hafta süreyle özel bir askeri uçak tahsis edebileceğini söylemiştir. Başbakan ve beraberindekilere bir organizasyon eşliğinde ABD gezdirilecek, gittikleri yerlerde isterlerse iş dünyasıyla görüşmeler yapmaları sağlanacaktır. Bu bir anlamda Menderes için "teselli mükafatı" kabilinden bir gezidir. Başbakan teklifi kabul eder ve Washington'da bulunan Türk gazetecileri de tur kapsamındaki programına davet eder.
Geziye katılan resmi heyette gazeteci olarak Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet gazetelerinin sahipleri Nadir Nadi, Haldun Simavi ve Ercüment Karacan'ın yanı sıra Ahmet Emin Yalman'ın sahibi olduğu Vatan gazetesi muhabiri Orhan Karaveli de vardır. Heyette bir MİT mensubu subay da yer almaktadır.
İlk durak Texaslı petrol zenginlerinin yer aldığı Dallas kenti olur. Buranın tur programına alınmasının bir sebebi de, 31 Ocak 1952 - 19 Haziran 1953 döneminde ABD'nin Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapmış, Menderes'i de o yıllardan tanıyan George McGhee'nin burada petrol işine girmiş olmasıdır. O akşam otelden Cadillac arabalar ile alınan heyet McGhee'nin şehrin dışındaki malikânesinde verilen davete geçerler.
Açık büfe yemeklerin servis edildiği ve çok sayıda hoş, orta yaşlı hanımın da davetliler arasında bulunduğu akşam birdenbire harika Türkçesiyle herkesi şaşırtacak, şirin bir kız belirir. Bu kız, 1931-1944 arasında Bükreş Büyükelçisi olarak görev yapan Hamdullah Suphi Tanrıöver'in Romanya'dan Türkiye'ye getirdiği küçük bir Gagavuz kızı olan Oya Hanım'dır.
Türkiye Cumhuriyeti devletini 13 yılı aşkın bir süre temsil ettiği Romanya'dan 1944 yılı Aralık ayında yurda dönen Hamdullah Suphi Tanrıöver, bu ülkede görev yaptığı dönemde Gagavuz kasaba ve köylerini dolaşarak, bu bölgede Türkçe eğitim yapan 26 okul açtırmıştır. Tanrıöven bununla da yetinmemiş, bazı Gagavuz kız ve erkek çocuklarını oralardan Türkiye'ye getirterek ilk, orta ve yüksek okullara yerleştirip okumalarını sağlamıştır. Bu kızlardan biri olan Oya Hanım, McGhee'nin Türkiye'de görev yaptığı yıllarda çocuklarına dadılık yapmıştır. Kızı seven aile, görevleri tamamlandığında onu beraberlerinde ABD'ye getirmişlerdir. Orhan Karaveli, kızı Hamdullah Suphi'nin (1961 yılında amansız bir hastalıktan hayatını kaybedecek olan) oğlu Özkul Tanrıöver'e bir zamanlar âşık olduğunu dahi bilecek denli tanımaktadır. Türkçe konuşmayı da özleyen Oya Hanım o gün davetteki Türk konuklarla özel olarak ilgilenir.
Aslında Karaveli ABD ziyaretinin bu bölümlerine ve turun Dallas durağındaki davete ilişkin ayrıntılara kitabında yer vermiş değil. Ben Orhan Karaveli'nin bu davetle ilgili olarak aşağıda aktaracağım anılarını 2010 yılı Mayıs ayında HaberTürk kanalında katıldığı ve Fatih Altaylı ile Murat Bardakçı'nın birlikte bir dönem konuklarını ağırlayıp sorular sorduğu "Teke Tek Özel" programında dinleme fırsatı buldum.
Duayen gazetecimizin o akşam konuk olduğu programda aktardıklarına bakılırsa, Türk heyeti McGhee'nin davetinin sona ermesiyle birlikte, konakladıkları Dallas Sheraton otelindeki odalarına geçerler. Gece bir vakitte Karaveli'nin odasının kapısı çalınır. Oya Hanım, her nasılsa gecenin o vaktinde Orhan Karaveli ile "sohbet etmek istemiş" ve arabasına atladığı gibi otele gelmiştir. İkili bir süre muhabbet ettikten sonra kız otelden ayrılır. Sabah otelin restoranına inen Karaveli, kahvaltı sofrasında Başbakanın hatırını sorar. Menderes, gülümseyen bir ifadeyle, "İyiyim ama öğrendiğime göre sen benden daha iyiymişsin" der. Karaveli ilk bakışta pek anlam da veremediği bu imalı cümleyi yanıtsız bırakır.
Genç gazeteci daha sonra heyette MİT adına bulunan (binbaşı) subaya, başbakanın sözlerini aktardığında, binbaşı, "Sen gece olanları bilmiyor musun, yoksa" diye sorar ve anlatmaya başlar:
"- Akşam kız senin odana girdiğinde bir anda ortalıkta Amerikalı goriller belirdi."
O gece odasının dışında olup bitenleri binbaşıdan öğrenen Karaveli öğrendiklerini şöyle anlatıyor:
"- Menderes koruma kullanmıyordu. Başbakanın kafilesinden birinin odasına bir gece bir kadın giriyor. Goriller hemen koridorda beliriyorlar. Ve benim odamı dinlemek istiyorlar. Yanımdaki odada kim yatıyor, biliyor musunuz? Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun. Ona 'beyefendi size bir süit oda açalım, lütfen bu odayı boşaltın,' diyorlar. O odaya giriyorlar ve benim odayı dinliyorlar."
Buradan da anlıyoruz ki, Amerikalılar Türkiye'nin zirvesine ABD'de çok memnun kalacakları bir haftalık bir konukseverlik yaşatmışlar, gittikleri yerlerde adam başına neredeyse birer Cadillac düşecek şekilde dolaştırmışlardı belki ama bu süre boyunca Türkiye'nin başbakanını, maliye bakanını, dışişleri bakanını, genelkurmay başkanını gittikleri her yerde istedikleri gibi dinleme imkanını da bulmuşlardı.
NATO'ya üye olabilmek için 1950-1953 arasındaki Kore Savaşı'na, 15 bin civarında asker göndermiş olan ve bu rakamda yüzde 22'lik zayiat oranına ulaşan Menderes, 1959 yılındaki bu ABD ziyareti sırasında gittiği yerlerde yaptığı konuşmalarda, "Birleşik Devletler'in yeryüzündeki en güvenilir ve en sadık müttefiki olduğumuz" tezini bıkıp usanmadan tekrarlamıştır.
Menderes son önemli yurtdışı ziyareti olan bu ABD gezisinden 16 Ekim 1959'da Türkiye'ye döner. Ancak Başbakan "en sadık müttefik" olarak hak ettiğine inandığı cömert parasal desteğe ilişkin hiçbir söz alamamıştır. Başbakan, böyle bir yardımın hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğine 6 Aralık 1959'da Türkiye'ye gelen ve burada şaşalı törenlerle karşılanan Dwight D. Eisenhower'ın ağzından bir kez daha duyunca artık iyice inanır.
Menderes bu son gelişmenin ardından, 1960 Temmuz'unda Sovyetler Birliği'ni ziyaret edeceğini açıklayıverir. Yüksek boyutlara ulaşan dış ticaret açığının artışı ve döviz rezervlerinin tükenmesi nedeniyle hükümet ekonomiyi canlandırmak için Doğu Avrupa ülkeleriyle takas temelinde ticarete girişmek istemektedir. Dünya basını, bu gelişmeyi Batı'dan umudunu kesen Menderes'in Türkiye'yi Doğu Bloku'na yöneltmeye çalışma gayreti olarak yorumlar.
Yoksa, Ürgüplü'nün 10 Ekim 1959 tarihinde Karaveli'ye off the record söylediği, "Menderes ABD'den ümidini büsbütün kestiği an Türkiye'nin dış politikasını değiştireceğinden hiç kuşkun olmasın" sözleri gerçek mi olmaktadır?
Hayır!
Menderes Temmuz'da Moskova'ya gidemeyeceği gibi, mayıs ayı sonları için planladığı üzere Atina'yı bile ziyaret edemeyecektir. Zira, Türkiye, 27 Mayıs 1960 sabahına radyolardan Albay Alparslan Türkeş'in ağzından, "NATO'ya sadığız, CENTO'ya sadığız" cümlelerini duyacağı bir TSK darbesiyle uyanacaktır.
(*) 1958 yılına gelindiğinde Türkiye'nin ödeme vadesi gelmiş dış borcu 256 milyon dolar tutuyordu. Ancak Türkiye'nin bu borcu ödeyecek döviz kaynakları yoktu. 1958 yılındaki 55 milyon dolar olan bütçe açığı 1959'da 266 milyon dolara çıkacaktı. Hayat pahalılığı da büyük boyutlara ulaşmıştı. 1958 Ağustosu'nda vadesi gelmiş borçların tutarı 400 milyon dolara tırmanmıştı. Ağırlaşan şartlar altında Türkiye 1958 yılı Ağustos ayında IMF ile bir istikrar programı uygulamayı kabul ederek devalüasyona gitti. 1 dolar 280 kuruştan 900 kuruşa çıkacaktı. Alınan diğer önlemler karşılığında vadesi gelmiş 400 milyon dolarlık borcun ödemesi ertelenirken, OECD'den 359 milyon dolarlık yeni kredi sağlanmıştı.
Bu arada, Alman Mucizesi'nin yaratıcısı olarak bilinen Federal Almanya Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı Profesör Ludwig Erhard 17-22 Ağustos 1959 tarihlerinde Türkiye'ye gelecektir. Yani Menderes'in ABD ziyaretinden 1-2 ay önce… Türkiye, serbestleşme yolundaki politikalarını memnuniyetle karşılayan Erhard kanalıyla Almanya'dan 500-700 milyon doları tutarında yardım ister. Ancak Erhard'ın sadece 50 milyon DM için onay verdiği söylenmektedir. 1959 yılı aynı zamanda Türkiye'nin Ortak Pazar'a iltihak talebinin de görüşüldüğü bir yıldır. Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı Bakanlar Konseyi'nin Türkiye'yi Ortak Pazar üyeliğine "prensip" olarak kabul edeceği açıklanmış olsa da, Ankara, Ortak Pazar'a alınmasıyla ilgili çalışmaların "ağır" yürütülmesinden, istediğini alamamaktan şikayetçiydi. Buna karşılık ekonomik durumu Türkiye'den daha kötü olan Yunanistan'ın Ortak Pazar'a alınma sürecinde aynı zorlukları yaşamıyor olması Ankara'yı hoşnutsuz kılmaktadır.
Yarım milyar doların üzerinde bir rakama şiddetle ihtiyaç duyan Ankara'nın bu şartlar altında, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan ile yaptığı ABD çıkartması ve sonrasındaki gelişmeler bu çerçevede de düşünülmelidir.
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.