Kültür-Sanat

Resmi tarihin anlatmaktan korktuğu iki yer: Zilan ve İmroz

"Yaşanan bu travmanın kilit noktasının, içine kapatılmış sessizliğin olduğunu düşünüyorum"

15 Haziran 2016 19:55

Efe Beşler*

...Esasında belgeselde Zilan ile ilgili tek bir kare, fotoğraf göremiyoruz. Sadece tanık olanların sözlerinin, sözcüklerinin arkasına gizleniyor Zilan’ın acısı...

Biri Zilan (Van, Erciş), diğeri İmros ya da bilinen ismiyle Gökçeada. Her iki mekan da Türkiye coğrafyasının diğer bir ucunda; belki birbirine çok uzaklar fakat her ikisi de geçmişinden dolayı sessiz ve yaralı. Benzer noktaları var. Birbirleri arasındaki uzak mesafeye rağmen belki de aynı dili konuşmaya çalışıyorlar, çabalıyorlar. Yıpranmış acılı hayatlar, tarihsel bağlamından koparılmış mekanlar. İşte bu mekanlar, resmi tarihimizin bize anlatılmayan veya anlatılmaktan korkulan yüzünü yansıtıyorlar. Devlet, “çok da fazla konuyu deşmeyin” demek istiyor açıkçası. Bu yüzden, doğal olarak geçmişten gelen korkularla yaşayan Kürt ve Rum vatandaşların hafızalarında yer eden mekanlar olarak beliriyor, Zilan ve İmros  

Mart ayında Depo İstanbul’da, 24 gencin 1,5 yıl boyunca üstünde çalıştığı “Hatırlamak, ve Anlatmak için Şehre BAK” projesinin sergisi açılmıştı. Bu proje dahilinde gençler tarafından çekilenZilan ve İmroz belgeselleri, 8 Haziran Çarşamba günü Tarih Vakfı binasında gösterildi. Tarih Vakfı belgeselci/yönetmenlerle tarihçileri buluşturarak, tarih ve sinema gibi iki farklı disiplinin ilişkisini sözlü tarih kapsamı içinde ele aldı. Bu iki belgeselin gösteriminin ardından, Ayşe Ozil, Zilan ve İmros’un tarihsel sürecini, belgesellerin kurgusunu, vermek istediği mesajı ve sözlü tarih anlatısının önemini vurgulayan kısa bir değerlendirme sunumu yaptı. Ozil sunumunda, belgesellerin hazırlanma ve kurgulama sürecinin Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi devlet ideolojisi ile örtüştüğünü de söyledi. 

1924 anayasasının yürürlüğe girmesi ile Türkiye Cumhuriyeti'nin Türk-Müslüman-Sünni karakteri çok keskin bir şekilde baskın olmaya başladı. Cumhuriyet’in doğu şehirlerinde yaşayan Kürtlerin önemli bir kesimi bu baskıcı tutuma karşı itiraz etmeye başladı. Bunlardan en önemlisi, bildiğiniz gibi 1925 yılında gerçekleşen Şeyh Sait ayaklanması olmuştu. Sonrasında Şark Islahat Raporu’nun hazırlanması ile çeşitli yaptırımların uygulanılması düşünülmeye başlandı. Bu yaptırımlardan en yıkıcısı olan sürgün kanunları ile sıra diğer Kürt yerleşimlerine geliyordu. Şeyh Sait’ten sonra gelen ayaklanmaların en önemlisi ise, 1930 yılı Temmuz ayında başlayan Zilan’dı.  Çeşitli kaynaklarda “Zilan Katliamı”, “Zilan Deresi Katliamı” ya da “Zilan Deresi Kırımı” olarak adlandırılmaktadır. Bölgede o dönemlerde üç ayaklanma olmuş, Zilan içlerinde en büyüğü ve uzun süreni olmuştu. Yaklaşık 2 yıl boyunca Kürtler Ağrı, Van ve çevresini ele geçirmişler, devlete karşı direnmişlerdir. Ardından T.C. kapsamlı bir harekat yaparak bölgeye girmiş, ayaklanmayı ancak on binlerce insanı öldürdükten sonra bastırabilmiştir. Belgesel, Zilan Katliamı’ndan sonra Batı Anadolu’ya göçmüş bir ailenin hafızasıyla, geçmişiyle karşılaşmalarını konu ediyor. Esasında belgeselde Zilan ile ilgili tek bir kare, fotoğraf göremiyoruz. Sadece tanık olanların sözlerinin, sözcüklerinin arkasına gizleniyor Zilan’ın acısı. Belgesel, hiçlik ve kopukluk hissini izleyiciye bir mesaj olarak aktarıyor. Yönetmenler, Zilan’dan Batı’ya göçen ailenin nasıl bir yaşam ile karşılaştıklarının sorusunu bize düşündürterek anlatmak istiyorlar. Aile, yaşadıklarını hayal meyal hatırladığını söylüyor. Yeni mekanlarındaki komşu, arkadaş veya tanıdıklarının  kendilerini “kuyruklu Kürt” diye adlandırıldıklarını, isim taktıklarını anlatıyorlar. Böyle bir “saçmalığa” da gülüyorlar ailece. Hatta Batı’ya göçtüklerinde (bence) hayatta kalmak ve toplum tarafından kabul görmek için “Atatürkçüyüz” demek zorunda kaldıklarını anlatıveriyorlar. Belgesel, bize zorla göçün bireyler ve aileler üstünde yarattığı travmayı da gösteriyor. İnsanlar, çevrelerinden veya devletten korkmalarından dolayı travmalarını içlerine atarak yıllarca sessiz kalabiliyorlar. Olayları hiç anmadan, suskun kalarak acılarını dindirmek istiyorlar belki de. Gerçekten de, bu sessizliğin üzerine gidilmesi, araştırılması ve nedenlerinin, sonuçlarının ortaya çıkarılması gerekiyor. Sadece araştırmacıların yapmasına lüzum yok, birey olarak bizler de araştırıp, olayların arkasındaki hakikati öğrenebiliriz. Fakat araştırmak için de, en başta merak etmemiz gerekiyor galiba. Yaşanan bu travmanın kilit noktasının, içine kapatılmış sessizliğin olduğunu düşünüyorum. 

Türkiye’nin Ege’deki adaları dendiği zaman aklımıza ilk olarak Bozcaada gelir. Aklımız şaraplarına, plajlarına, meze sofralarına takılıverir hemencecik. Fakat Ege Denizi’nde çok da üstünde durmadığımız, turistik olarak bir değeri olmadığını düşündüğümüz bir ada daha vardır. İkinci belgesel de işte Türkiye’nin en büyük adası olan bu adayı ve sakinlerini tanıtmaktadır. Yani İmros, İmbros ya da Türkçede bilinen adıylaGökçeada. Gerçi doğruyu söylemek gerekirse, ben de bu belgeseli izleyene kadar İmroz’u çok da fazla bilmezdim. Coğrafya dersinde öğrendiğim bir ada idi. Maalesef Rumların yaşadığını çok sonraları öğrendim. Ama ne hayatları ne de yaşadıkları hakkında bir bilgi sahibi değildim. Ta ki bu belgeseli seyredene kadar…

Belgeselde, Türkiyeli Rumların adadaki hayatlarını ve geçmişte yaşamış oldukları acıları anlatılıyor. Belgesel, adada yaşayan Rumların hayatlarından, çocukluklarından, acılarından ve bugünlerinden kesitler sunuyor. Fakat yaşı epey geçkin Türkiyeli Rum vatandaşlar, geçmişi pek de iyi anmıyorlar. Tabii pek de iyi anılmayan bir geçmişin dayandığı bir sebep bulunmakta. Bu da, 1930’larla devlet tarafından hızlandırılan Türkleştirme hareketi ve 1940’lardaki Varlık Vergisi uygulamaları ile İmroz’un sakinine dokunuyor.  Devlet yavaş yavaş Rumlara ait olan mülklere el koyuyor, zorla kamulaştırmaya (aynısını bugün Diyarbakır Sur’da görüyoruz) başlıyor. Türkiyeli Rumlar 1940’lar adasının bir nebze  daha huzurlu olduğunu hatırlıyorlar. Olumsuz anılar ise, hafızalarında capcanlı olarak duruyor. Sanki oradan hiç çıkmamışçasına….Örnek vermek gerekirse; ada dışına halk sadece iki kilo et çıkarabiliyor. Devlet İmroz’daki Rumların ekonomik olarak güçlenmesini engellemek ve tarımı bitirmek, minimum seviye getirmek için böyle bir uygulamaya gidiyor. Yaşça büyük olanlar yaşadıkları sıkıntıları anlattıkça duygusal bir boşalma yaşıyorlar. Gözleri yaşlanıyor, sesleri titriyor. Çocuklukları, komşuları, beraberce yaşadıkları mutlu günleri akıllarına geliyor ve geçmişe dönüp acı acı gülümsüyorlar. 1950’lerden sonra tırmanan Kıbrıs sorunu, 1960’larda doruk noktasına ulaşıyor. Böylece Türkiyeli Rumlar, yaşadıkları yerlerde yavaş yavaş daha fazla sıkıntı çekmeye başlıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, belirli dönemlerde başvurduğu nüfus politikalarından aldığı sonuçlar itibariyle adanın nüfusunu kendi lehlerine çevirebilmek için Türkleri adaya yerleştirmeye başlıyor. Bunun için de cezaevi, askeri üs konuşlandırmak vb yöntemlere başvuruyorlar. Bazı yaşlılar İmroz'u anlatırken, adaya açık cezaevinin yapıldığını, mahkumların serbestçe dolaşabildiklerini anlatıyorlar. Hatta bir Rum kadın, at üzerinde gördüğü mahkuma “bana bir şey yapmayacaksın değil mi” diye sorduğunu, yanında olan çocuğuna sımsıkı sarıldığını söylüyor. Genelde ağır cezalık suçluların adaya gönderildiğini söyleyen yaşlı bir ada sakini, bu durumun halk arasında müthiş bir tedirginlik yarattığını çok da çekinmeden anlatıyor belgeselde. Çünkü hafıza hala sıkıntıyla karşılaştığı ilk günün tazeliğinde ve yaşıyor ister istemez. Yılların verdiği sessizliği ufak da olsa kırıyor. 

Belgesel beş veya altı Türkiyeli Rum tanığın hikayeleri ile bitti. Soru cevap kısmında, izleyicilerden biri, günümüzde de bu nüfus politikalarının devam ettiğini, Trabzonlu Şahinkayaların adada nüfus olarak yoğun olduklarını ve bu olgunun da araştırılması gerektiğini söyledi.

Konuyu toparlasak, bu iki belgeselde de Türkiye’deki farklılıklara, etnik ve dini kimliklere karşı çok sert bir siyaset uygulandığının ipuçlarını bize gösteriyor. Ulus-devlet ve tekçi bir anlayışın acımasızca uygulandığı Türkiye’de, masum ve sıradan insanların hayatlarına karşı sert müdahaleler olmuş diyebiliriz. Her iki belgeselde bunun etkilerini ve sonuçlarını bir şekilde görebiliyorsunuz. Göç ettirme, zorla kamulaştırma, katliamlar, saldırılar vb insan hakları ihlallerinin sıradan insanlarda yarattığı tahribatı, travmayı anlatılarında kullandıkları sözcüklerden, cümlelerden yakalayabiliyoruz. Sadece dinlemek, anlamaya çalışmak ve tarihsel arka planını okumak yeterli diye düşünüyorum. Tabii ki bunlara ek olarak: Vicdan   

*Bu yazı Sanatatak'ta yayınlanmıştır