Medya

Kafamız mı basmıyor, aklımız mı almıyor?

Ümit Kıvanç, gazetecilerin reklam yapmasını eleştiren Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici'ye Nevşin Mengü ile Cüneyt Özdemir'in gösterdiği tepkiyi değerlendirdi

25 Şubat 2022 23:19

Ümit Kıvanç*

Faruk Bildirici’nin doğrudan (Instagram’da mesajla) ürün reklamı yapan Nevşin Mengü’yü eleştirmesi üzerine kopan tartışma hayırlı yere varabilir mi? Ezel (yönetmen Ezel Akay), “Yeni Haber Medyasının Yeni Etik ve Habercilik Kuralları’nı tartışmanın ve anlaşmanın tam zamanı,” diyerek teklifte bulundu: “Neden bir ‘Arama Toplantısı’ Yapmıyorsunuz?” Ne iyi olurdu. Bundan henüz çok uzakta olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü “tam zamanı” dediği iki eylem de beceremediğimiz şeyler.

Tartışmada “yeni”yi temsil eden meslektaşlarımız bu “yeni”yi esas olarak kimsenin denetlemediği, gazetecinin bireysel girişimci olarak canının istediğini yapabileceği ortam olarak tarif ediyorlar. Muhtemelen yine “eski kafa”ya yorulacaktır, ama her şeyi göze alarak söyleyeceğim: Gazetecilik her bireyin kafasına göre takılabileceği meslek değil. Doktorsan “bu hastayı sevmedim, bakmam” diyemezsin. Yargıçsan sanığın tipine göre hüküm veremezsin. Taksi şöförüysen müşteriyi istediği yere götürmek zorundasın.

Nevşin Mengü ve Cüneyt Özdemir’in, bir süredir basın etiği konusunda çalışan, çoğumuzun da bu konudaki dürüstlüğünden şüphe etmediği Faruk Bildirici’nin eleştirilerine verdikleri cevapları açıkçası yadırgadım. Bunları ayrıntılı olarak ele alacağım, çünkü barındırdıkları sorunlar iki meslektaşımızın kişisel tavırlarıyla sınırlı tutulabilir gibi değil.

Buna geçmeden, kısaca belirtmek isterim ki, Cüneyt’le tanışıklığım var, uzun süredir çalışmalarını izliyorum, biliyorum. Son zamanlarda çok eleştirildi, haklı olarak da eleştirildi, ancak bütün meslek yaşamına bakarsanız, epey hayırlı, faydalı işler de yapmış biri olduğunu görürsünüz. Nevşin Mengü’yü şahsen tanımıyorum. “Posta atma” tavrını bazen aşırı bulsam da, cesaret ile özgüvenin bilgiyle birleştiklerinde çok güzel, onun yerine geçmeye kalktıklarında tahripkâr olabileceğini bazen bana düşündürmüş olsa da, kimseye müdânâ etmeyen haliyle özellikle genç kadın gazetecilere azim ve güç verdiğini düşünüyorum. Gazetecilik âlemi yelpazesi içerisinde onun gibi kadınların önemli dönüştürücü rol oynadıklarına inanıyorum. Yani her ikisi hakkında da önyargılı değilim. Belki biraz öfkelenmiş olabilirim. :)

Her şeyden önce şundan: Gazetecilik mesleğinin koşulları, çerçevesi, içeriği, kuralları ve maddî şartlara bağlanması zor, fakat gerçekte en hayatî “madde”si olan etiği -yani ahlâkı- konusunda geçmesi gereken tartışma, Mengü ve Özdemir’in Faruk Bildirici’ye verdikleri cevaplarda kullandıkları iç gıcıklayıcı motifler nedeniyle, kapışmasever kötücül sosyal medya kamuoyu için câzip malzeme haline geldi. Şüphesiz “gazetecilik ahlâkı” gibi bir mevzu kimsenin uzun boylu ilgisini çekmez. Çekseydi, gerek “eski” basının gerek havuzuyla, yerleşiğiyle, “yeni”siyle, alternatifiyle şimdikinin pek çok müessesesi çoktan kapıya kilidi vurmuş.

Bu uzun yazının doğru dürüst tartışmaya vesile olmasını dilerim.

Önce Nevşin Mengü’nün argümanlarını ve kullandığı motifleri ele alacağım.

Şirket döndürme

-- Mengü şöyle diyor: “Sene 2022 ve bizim gazetecilik yaptığımız, yayıncılık yaptığımız mecralar değişti.” Bu argümanla sık karşılaşırız: “değişti”! Oysa bu başlıbaşına argüman değil. Bir şey değiştiyse artık o mu geçerlidir? Yoo. Tekrar değişebilir, geri dönebilir, vs.. İkincisi, değiştiyse iyi mi olmuştur, kötü mü? “Değişti” başlıbaşına argüman yapılınca bunu soramayız bile. Değişti, bitti. Hayır. “Değişti de ne oldu?” diye sormalıyız. Yeni koşullar varsa, “bu koşullarda gazeteciliği nasıl yapacağız?” diye sormalıyız.

-- Mengü: “Ben kendim bir mecrayım. (…) Elimizden geldiğince güzel bir şey yapmaya çalışıyoruz. Kendi patronumuz kendimiz. Bize maaş ödeyen yok. Biz iş yapıyoruz, fatura kesiyoruz, şirketimizi döndürüyoruz.” Böylece gazetecinin aynı zamanda özel girişimci olduğu bir “iş yapma” tarzı tarif ediliyor. Peki. “Elimizden geldiğince” yapmaya çalıştığımız “güzel şey”in tarifi nedir? Meselâ ‘şirkete en çok gelir getiren şey’ olabilir mi? “Şirketi döndürme”den ne anlamalıyız? Bir ofisimiz olmasın mı? Arabam olmasın mı? Patronsak bunlar “yapacağımız şey”i şekillendirmeyecek midir? Madem özel girişim sözkonusu, daha çok kazanma isteğinden meşru ne olabilir? Eşyanın tabiatı. Peki gazeteci aynı zamanda patronsa yapılır’ı yapılamaz’ı neye göre ölçüp biçecek? Hakikate bağlılıkla kazanç fırsatları çok sık çelişir. Yani “değişti” deyince iş bitmiyor. Burada ciddî mesele var tartışılacak.

-- Mengü’nün kullandığı motiflerden biri: “Faruk Bey’lerin jenerasyonu anlayamıyor.” Bu, artık alıştığımız, “Hey boomer, kes sesini!” muhabbetinden başka şey değil. Hay hay, keselim de, ya Nevşin Hanım’ın içinde bulunduğu için göremediği, biz ne zaman neyin nasıl değiştiğini bizzat yaşadığımız için fark edebildiğimiz bazı olguları görebiliyorsak? Ya şu ilâhî bildirimin, “değişti!”nin içeriğinde mesleğimizin itibarsızlaşmasının önemli sebepleri barınıyorsa?

-- Mengü yaş motifini yalnız “bunlar anlamaz”a dayanak yapmakla kalmıyor, eski kuşak gazeteci olmayı, bizim gibilerin -o kuşağın da yüzde doksanının- yanından bile geçmediği ayrıcalıklı konumlarla birleştiriyor: “Onlar için çok zor, (…) merkez medyanın dağılmasıyla beraber tüm imtiyazlarını, güç aldıkları şeyi kaybettiler.” Faruk veya “o jenerasyon”dan birileri “yeni” olan herhangi bir şeyi eleştirirse onları bu motifle derhal safdışı bırakabilirsiniz: İmtiyazlarını kaybettiler, ondan tantana ediyorlar. Şahsen, Nevşin Hanım’ın ucundan dokunduğu durumlara elden geldiğince itiraz etmiş, bunlar yüzünden basından uzaklaşmış biriyim. Ve mesleğimizin geçmişine-geleceğine dair söz söyleme ehliyetimin yaş haddinden geçersiz kılındığını düşünmüyorum. Yani devam ediyorum.

-- Mengü şöyle diyor: “Faruk bey, tebrik ederim bu tartışma vesilesiyle hiç okunmadığınız kadar okundunuz.” Yani Faruk’u ilgi çekme vs. peşinde olmakla itham ediyor. Hem Faruk’un bunu hak edecek herhangi bir tavrına şahit olmadığını hem de Mengü’nün söylenene cevap vermektense söyleyeni değersizleştirme tercihini ayıpladığımı belirtmek istiyorum. (Ayıplama lafını iyice yaşlı görünmek için mahsus seçtim.)

-- Mengü: “Kendi kendinizi etik polisi ve standart koyucu olarak atadığınızı anlıyorum. (…) Sizlere self proclaimed ombudsmanlığınızda başarılar dilerim.” Günlük medya eleştirisi sitesi Medyakronik’te en sık karşılaştığımız motifti: Siz kim oluyorsunuz? Kendinizi etik polisi mi atadınız? Bu söz öyle çok tekrarlanır ki. Peki muhterem meslektaşlar, hangimizi kim eleştirebilir? Mengü’nün cevabı: “Benim hesap vereceğim tek merci izleyicilerim.” Maalesef bu hamasetten ibaret, böyle şey olmaz. Bu ölçüte göre varolan iktidar propaganda aygıtının hiçbir sorunu yok, gazetecilik açısından. Irkçı sitelerin de her yaptığı meşru, şantajcı dedikodu kanallarının da. İzleyicileri onlardan fazlasıyla memnun. “Yeni medya düzeni”nde basının ve gazetecilerin meslek etiğine uygun davranıp davranmadığını denetleyecek bir meslek örgütüne yer yok, anladığım kadarıyla. Zira Zamâne Ruhu, “istediğimi yaparım” diyor. Ukalalık saymazsanız bodoslama dalacağım: gazeteciysen yapamazsın. Şirketin götürdüğü geziden dönüp reklam yazısı yazamazsın. Davet edildiğin oteli öven “gezi izlenimi” kaleme alamaz, otelin fotoğrafını paylaşamazsın. Bu örneklerin Nevşin Hanım’la ilgisi yok, öyle anlaşılmasın. Ama şunun var: “Bu ürünü aldım kullandım da pek güzelmiş” diye “işbirliği” yapamazsın.

-- Mengü: “…patronsuz medyada gün dahi çalışmamış bir kimseden öğüt almak iş öğrenmek gibi bir niyetim yok.” Önce: “patronsuz medya” diye tanımlanmış bir iş alanı ve burada “çalışanlar” mı var? Yok. Bazısı geçimini bireysel haber-yorum kanalları yürüterek sağlayan, bazısı bir yandan başka işler yapıp geçinirken böyle bir faaliyeti sürdüren bireysel girişimciler var. Koşulları, çerçevesi, ahlâkı herkes için ayan beyan ortada, sorumlulukları belli, böyle bir gazetecilik alanı henüz yok. İnşa edilecekse, bu alanı açmaya çalışan insanların istişare etmesi, tartışması ve başlangıç için dayanışması gerekiyor. Hele teknolojisi -seslisi, görüntülüsü dahil- yalan-yanlış bilginin -yalnız aktarılmasına da değil, bizzat üretilmesine- böylesine açık global sanal âlemde, her bireyin kafasına göre takıldığı bir faaliyete nasıl gazetecilik denebilecek?

-- Mengü son olarak, kendisine bolca kamuoyu desteği de getirecek kozu ortaya sürüyor: “Olgun erkekler olarak kurduğunuz fildişi kuleleriniz yıkıldığı için üzgünüm. Kolaylıklar dilerim.” Önce şunu açıkça ifade etmek isterim ki, genç kadın olarak gazeteciliğe adım atmış istisnasız herkes, “olgun erkekler” gibi bolca olumsuz çağrışımlı bir tanımı öfkeyle kullanabilir, haklı olur. En az yüzde doksan dokuz. Gazetecilik âlemindeki “olgun erkek” hegemonyasının özellikle genç kadınlar için -fakat kesinlikle yalnız onlar için değil- ne tatsız vaziyetlere yolaçtığı, o alanda biraz zaman geçirmiş herkesin mâlûmudur. Peki, bu böyle diye, hem de zaten “yaşlı, kafası basmıyor” motifiyle aşağıladığın adamı bu kalıbın içine sokup itibarsızlaştırarak tartışmada baskın çıkma güdüsü masum mu? Bir de “fildişi kule” motifi ekleyerek… Nâçizâne şuna inanıyorum: Tartışmada, “fikrin yanlış” yerine “evine giren çıkan belli değil” gibi şeyler söylüyorsan, karşındaki fikrin sandığın kadar yanlış olmadığını hissediyorsundur.

“Normal”imiz meşru mu ki?

İki şey daha var, dikkati çekeceğim.

Nevşin Mengü, “advertorial” çağının gazetecisi. Gazeteciliğin doğrudan özel çıkarların hizmetine koşulmasının doğallaştığı, şirketlerden gelen tanıtım-reklam bültenlerinin harfine dokunulmadan sayfalara yerleştirilmesinin en ufak mesele olarak görülmediği, şirketlere ayrılmış koca sayfaların hazırlanıp haber gibi sunulduğu, sahiden imtiyazlı yöneticilerin, yazarların şöförlü arabalarla lüks lokantalara gidip geldiği devirde, bütün bunların normal kabul edildiği ortamda mesleğe başlamış birisi. Bu yüzden, gazetecinin “şirket döndürmesi”nden sözedildiğinde meselâ benim gibi irkilmiyor. Oysa biz zamanla alıştık, kabullendik diye her şey meşrulaşmaz. Basın hayatımızda 1980’lerden sonra meydana gelen değişim gazeteciliğin bizzat varoluş gerekçesini tahrip eder niteliktedir. Bu alana sonradan katılanlar ister istemez bir “normal”le karşılaştılar ve bugün artık dizginlerinden tamamen boşanmış agresif bireycilik ideolojisiyle bu zemin birleştiğinde mesleği berhava edecek sonuç yaratıyor. Mengü’nün -aşağıda göreceğimiz üzre, Cüneyt’in de- bunları hiç dikkate almadığını görüyorum.

İkinci olarak, Nevşin Mengü, kurduğu kanalı sürdürebilmek için Youtube yayınında araya reklam alıyor diye eleştirilmiyor ki. “Kameramana, kurgucuya ‘bedava çalışın’ mı diyelim?” durumu varsa, araya reklam almak zorunda kalabilir. Bütün bağımsız haber siteleri, kanalları bunu mecburen yapıyorlar. Mengü’nün yaptığı, Faruk’un da kabul edilemez bulduğu -benim de bulduğum- şey, doğrudan bir ürünün reklamına çıkma konumu. Diyelim Migros ile “işbirliği” yapıyor olsaydı… Coca Cola veya Fanta ile, Honda ile, Anadolu Grubu’nun herhangi bir şirketi, iştirakı vs. ile. Ne olacaktı son hadisede? Şu “yüksek oranda selenyum içeren”, “bağışıklığın normal fonksiyonunu destekleyen” mâmûlü üreten şirketin başı işçileriyle derde girdiğinde ne olacak?

Ne olabilir ki? Yokmuş gibi davranılacak. Onlarca yıldır, gazetelerin, TV kanallarının, reklam kaçıracaksa arkalarını döndükleri binlerce olayda olduğu üzre. Tartışmanın “başka sorum yok” aşamasına gelmesi hiç güzel değil.

“Fark ne?” diye sormuş

Geçiyorum Cüneyt’in argümanlarına ve motiflerine.

Şöyle soruyor Faruk’a: “İşbirliği yerine ‘advertorial’ ya da ‘bu bir ilandır’ yazsa bir problem yok muydu? Fark ne?” Biz de Cüneyt’e sormalıyız sanırım: “Sahi mi soruyorsun?” İlkin, zaten “advertorial” dediğin şey başlıbaşına mesele. İkincisi, “advertorial” kandırmacasıyla “bu bir ilandır” doğrudanlığı arasında da fark var. Üçüncüsü, “işbirliği”, bunların çok ötesinde, “advertorial” gibi tamamen halkla ilişkiler ürünü, fakat ondan çok daha ileri, dümdüz hile. Ortadaki ilişkiyi başka türlü sunan, hakikati çarpıtan ifade. Ve dördüncüsü, asıl sorun zaten gazetecinin böyle bir “post” yayınlayabilmesinde, yani reklama çıkmasında. Gazeteci reklam yapamaz. Bu bu kadar basit. Taksi şöförü, doktor, yargıç vs… tekrarlamayayım. Bunun ilkesel sakıncasına yukarıda değindim. Başka sakıncası da var: Şirketi döndürürken çıkar ilişkisini çeşitli örtüler altına gizlemeye çalışan gazetecinin, bize haber aktarırken dürüst davranacağına nasıl güveneceğiz? Umarım Nevşin Hanım ve Cüneyt bu söylediklerim üzerine, “Ohoo, geçti o devirler!” demezler.

Cüneyt’in şu sözleri fazla iddialı değil mi: “Yeni kurulan medya düzeninde gazetecilerin gelir kaynağını nasıl oluşturmasını düşünüyorsunuz? Ya sizin haberiniz olsa ne olur olmasa ne olur? Size rağmen bu medya düzenini biz kuruyoruz. Anlamak istemediğiniz şu, bu kurulan yeni medya düzeninde bütün bildik kuralları yıkıyoruz. Gelir modelini yeniden tanımlıyoruz. Kişisel medyalar inşa ediyoruz. Aklınız bunu almıyor.”

Faruk’a “seni kim takar” deyişini yadırgayanlar olabilir, “o jenerasyon”dan. Devir değişti olm! Neyse.

“Yeni kurulan medya düzeni”, “size rağmen biz kuruyoruz”, “bütün bildik kuralları yıkıyoruz”, “gelir modelini yeniden tanımlıyoruz”, “aklınız almıyor”. Büyük laflar… Şu kafası basmayan eskilerin çenesini kapatmaması tek mesele, anladığım kadarıyla.

Değil. Maalesef biz de, “o jenerasyon”dan olmayan, azıcık izan sahibi herkes de, kendini kandırmayan gazeteciler de gayet güzel anlıyor ki, ortada bir “yeni medya düzeni” falan yok. Eski medya düzeni ve buna alternatif mecralar var. Ve teknolojik-sosyal değişimin yarattığı boşlukta, kimse tarafından denetlenmeksizin, hiçbir kayda bağlı olmaksızın, sadece geçinebileceği kadar değil iyi yaşayabileceği kadar gelir elde etmeyi umarak “iş yapan, fatura kesen, şirketini döndüren” girişimciler var.

Merak etmemek elde değil: Kim kime rağmen ne kuruyor? Faruk Bildirici, hâlihazırda mâlûm medyanın dışında kalmış, kendi çabasıyla birşeyler yapmaya çalışan bir gazeteci. Bazılarımız, bırakın uzun zaman önce dışına itildiğimiz yerleşik medyayı, alternatif denen mecralardan bile dışlanır haldeyiz. Kimmiş günün cesur girişimcilerine karşı eski düzeni savunanlar? Cüneyt’in “size rağmen”deki “siz”i açıklaması gerekir. Şu “kuralları yıkıyoruz”daki “biz”i de, hangi “bildik kuralları” yıktıklarını da.

Büyük laflarla konuşmayı, söyleneni tartışmak-eleştirmek yerine söyleyeni hakaretle, tâcizle itibarsızlaştırmayı toplumca pek seviyoruz.

İnsan yaşlanınca böyle kendi kendine söyleniyor işte…


* Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün internet sitesinden alındı