19 Ocak 2022 00:00
Türkiye Cumhuriyeti’nin en köklü kurumlarından olan Dışişleri Bakanlığı, AKP iktidarı döneminde geçirdiği evrimle uzun süredir tartışma konusu.
Dışişleri Bakanlığı’nda olanları, diplomatlığı ve Türkiye’nin dış politikasını, hayatının önemli bir bölümünü Hariciye’de geçirmiş eski Dışişleri Sözcüsü ve Washington Büyükelçisi Namık Tan ile konuşacağız.
Tan, Dışişleri Bakanlığı’nın artık dış politikada söz sahibi olmadığını, hatta dış politikadan dışlandığını, diğer konularda olduğu gibi dış politikada da tek karar vericinin AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan olduğunu söylüyor.
25 Şubat 2010- 31 Mart 2014 arasında Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ni yapan Namık Tan, 1982’de girdiği Dışişleri Bakanlığı’nca Moskova ve Abu Dabi elçiliklerinde kâtip, Washington Büyükelçiliği’nde 1991-1995 arasında başkâtip, 1997-2001 yılları arasında da müsteşar olarak görevlendirilmişti. Tan, 1996-97 senelerinde sırasıyla Dışişleri bakanları Emre Gönensay, Tansu Çiller ve İsmail Cem'in özel kalem müdürlüğünü yaptı. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde Hariciye’nin sözcüsü Namık Tan’dı.
Dışişleri Bakanlığı’nın “Türkiye’nin uluslararası haberleşme ajansı haline dönüştürüldüğünü” söyleyen Tan, “Hariciye’nin bir siyasi partinin ideolojik komiserliği gibi göründüğünü” belirtiyor: “Aralarında iktidar partisine mensup eski bakanlar, vekiller, vekil adayları ve akrabalarının bulunduğu birçok isim, büyükelçi, müşavir, ataşe sıfatı ile yurt dışı kadrolara atandı.”
Tan, siyasi atamalara karşı olmadığını ve benzer uygulamaların birçok ülkede olduğunu belirtiyor, ancak bu atamaların ideolojik saiklerle değil, liyakat esasıyla yapılması gerektiğine dikkat çekiyor.
Söyleşi boyunca defaatle Erdoğan’ın dış politikada tek karar verici haline geldiğini ve Hariciye’nin devre dışı bırakıldığını vurgulayan Tan, “Kişisel akılla belirlenen ve yürütülen dış politika öngörülebilir değildir” değerlendirmesini yapıyor.
Namık Tan’ın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle…
- Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı’nın bir süredir içinin boşaltılmaya başlandığı, eski yetkinliğini kaybettiği konuşuluyor. Mesela İngilizce bilmeyen diplomatlardan söz ediliyor. Bunun sebebini biraz konuşabilir miyiz?
Hariciye teşkilatımızın uzunca bir süredir dış politikamızın yapım sürecinden dışlandığı bir vakıadır. Ancak, bunun sebeplerini “lisan bilmeyen diplomatlara” indirgemek çok yanlış olur. Sorun çok daha derindir.
Geçen on yıl zarfında, Türk dış politikasında dramatik değişiklikler meydana geldi. Türkiye, model demokratik İslam ülkesinden, otoriter yönetime sahip bir ülkeye ve Batı yöneliminden giderek uzaklaşan, aksine Batı karşıtlığını, komplo zihniyetini önceleyen bir devlete dönüştü. İktidarın başlıca siyasi hedefi, kamuoyu desteğini her ne pahasına olursa olsun arkasına alabilmek ve halkın mağduriyetlerini her durumda kendi çıkarları uğruna kullanabilmek amacıyla, her türlü yolu mübah gören popülist bir anlayışla ülkeyi yönetmek oldu.
Tabiatıyla, bu popülist siyasi uygulamalar, bölgesel ve küresel istikrara menfi yansımalarda bulundu. Demokratik normlardan giderek uzaklaşıldı, dış politika rayından çıktı, kurumların içi boşaltıldı. Diplomasimizde, “yumuşak gücün” yerini, “sert güç” aldı. Uzlaşıdan ziyade askeri caydırıcılığı önceleyen bir anlayış benimsendi. Türkiye, uluslararası planda, sanatı, zengin kültürü, derin tarihi, gelişen ekonomisiyle değil, askeri unsurlarının gücüyle anılmaya başlandı. Neticede, ülkenin küresel imajı, düzelmesi epey uzun zaman alacak şekilde bozuldu.
Peki, bu noktaya nasıl geldik? Neden yalnız kaldık? Son derece çetrefil bölgesel sorunların varlığını yadsımak mümkün değil. Ancak, meselenin kökleri iç siyasete uzanıyor. İktidar partisi, ülkeyi yirmi yıla yakın bir süre tek başına yönettikten sonra, iç siyaset bakımından bir konsolidasyona ve saflarını sıkılaştırmaya ihtiyaç duydu. Bunun için, uzlaştırıcı ve kapsayıcı bir siyaset izlemek yerine, milliyetçiliği araç olarak kullanmayı tercih etti. Ön yargılar depreştirildi, bağnazlık kutsandı ve milliyetçilik köpürtüldü. Neticede, milliyetçilerle oluşturulan koalisyon sayesinde arzu edilen konsolidasyon sağlandı. Ancak, bu hem iç hem dış ilişkilerimize de ağır bir bedel getirdi.
Ülke görülmemiş bir kutuplaşma içine girdi ve siyasette gerginlik, ön yargı ve bağnazlık belirleyici rol oynamaya başladı. Böyle bir ortamda, artık dış politikaya kariyer diplomatlar değil, kızgın ve tepkili gruplar yön vermeye başladı. Her şey hamaset zemininde değerlendirilir oldu.
Popülizm, dış politikada giderek liyakatten ve gerçekçilikten uzaklaşılmasına yol açtı. İdeolojik zeminde ve parti çıkarları gözetilerek karar alınmaya başlandı. İktidar, devlet yapısı içinde, bu yanlışlıkları sorgulayacağı ve ideolojik yaklaşımlara karşı çıkacağı aşikâr olan kurumların başında Dışişleri Bakanlığı’nın geldiğini biliyordu. İşte, bu yüzden bakanlığın içinin boşaltılması iktidar açısından bir gereklilik olarak ortaya çıktı.
- İktidarın bu denli önemli bir bakanlığın içini boşaltmaktan elde edeceği nasıl bir kazanç olabilir?
İktidar, sadece Dışişleri Bakanlığı’nın değil, hemen bütün kurumların içini boşalttı. Zira, devlet yapısı içindeki hemen bütün kurumlar ortak akıl zemininde karar alma ve uygulama kültürüne sahiptiler. Oysa, iktidar partisinin tercihi zaman içinde her türlü kararın tek kişi tarafından alınması istikametinde tecelli etti.
Ancak, bu durum, dış politika alanındaki sorunların en önemlilerinden biri olarak ortaya çıktı. Bugün, hemen bütün kararların tek kişi, yani sadece Cumhurbaşkanı tarafından alınmakta olduğunu biliyoruz. Bunun ciddi sakıncaları vardır. Kişisel akılla belirlenen ve yürütülen dış politika öngörülebilir değildir. Risk ve güvensizlik barındırır. Gerçek müttefiklerinizin ve gerçek dostlarınızın yanınızdan giderek uzaklaşmasına sebep olur. Yalnızlıktan kurtulamazsınız.
Ülkemizdeki siyasi liderler Dışişleri Bakanlığı’nın profesyonel kadrolarının öngörülerine, telkinlerine ve değerlendirmelerine eskiden olduğu gibi kulak vermiş olsalardı, ülkenin bir yalnızlığa sürüklenmekte olduğunun işaretlerini önceden görebilecek ve gerekli önlemleri zamanlıca alabileceklerdi.
- Bu durumun geleceğe etkisi olacağını da söylemek mümkün mü? Bakanlığa giren yeni diplomatların eskisi kadar verimli bir yetişme sürecinden geçmediği söylenebilir mi?..
Diplomatlığın ne olduğunu, neyi temsil ettiğini, ne gibi sorumluluklar taşıdığını bilmeden bu sorunuzu cevaplamak doğru olmaz. Her şeyden önce, diplomatlık büyük bir disiplin gerektiren, mükemmeliyetçiliği önceleyen, hata ve özür kaldırmayan, duygusallıktan, öfkeden ve hamasetten uzak, soğukkanlı, sabırlı ve ölçülü davranışı ve gerçekçiliği esas alan, son derece zor bir meslektir. Sevmeden ve tutkuyla çalışma isteği olmadan yapılacak bir iş değildir.
Bir diplomatın, her aşamada sanatçı hassasiyeti ve özeni ile hareket etmesi icap eder. Örneğin, bir heykeltraş mermeri nasıl ustalıkla yontarsa, bir diplomat da mesleğini aynı hassasiyetle ve özenle icra etmek zorundadır. En ufak bir hata nasıl sanat eserinin mahvolmasına yol açarsa, diplomatın yapacağı bir hata da iki ülke arasındaki ilişkileri yıkıma dahi uğratabilir.
Diplomat, sırtında ülkesinin ve milletinin sorumluluğunu taşır. Muhataplarınız, bir diplomat olarak size baktıklarında duruşunuz, hâliniz ve tavrınız hakkındaki notlarını, sizin şahsınıza değil, temsil ettiğiniz ülkeye verir.
Bir diplomat söyleyeceklerini çok iyi düşünmek, son olarak söylemesi gerekeni, ilk olarak söylemekten kaçınmak zorundadır. Kendisini asla ve asla özür dilemek mecburiyetinde bırakmamalıdır. Zira, özür dilemenin maliyeti çok yüksektir. Ülkeye güven ve itibar kaybettirir.
Bir diplomat az ve öz konuşmalı, daha ziyade dinlemelidir. Dünya tarihini ve ülkesinin tarihini çok iyi bilmelidir. Zira, tarih ders çıkarılacak olaylar bakımından son derece öğreticidir. Dünyadaki ve ülkesindeki gelişmeleri sürekli olarak ve yakından takip etmelidir. Her konuda söyleyecek birkaç sözü, bu çerçevede entelektüel derinliği bulunmalıdır. Sosyal ilişkilere önem veren, her düzeyde ve her kesimden insanla ilişki kurabilen bir kişiliğe sahip olmalıdır. Duygularını asla belli etmemeli, ani tepkiler göstermekten kaçınmalıdır. Aksi takdirde, müzakere masasında istediklerini, istediği ölçüde alamaz.
Bir diplomat normal hayatını mutlak özgürlük içinde yaşayamayacağını baştan bilmeli ve bunu kabullenmelidir. Diplomat olan kişi her istediğini yapamaz, her yere gidemez, her yerde oturamaz. Kısacası, hayatı sınırlamalara tâbidir. Bütün bu sınırlamaların sebebi, bir ülkeyi temsil etmekte olmasıdır. Kimseden borç isteyemez, maddi ve ticari çıkar sağlayıcı bir ilişkinin içine giremez.
Bir diplomat, bütün bu istisnai davranış kurallarını, mesleğe girdikten sonra, mesleğin icrası sırasında yaşayarak öğrenir. Bu bilgiyi başka bir şekilde edinerek, benimsemesi mümkün değildir. Örneğin, duayenlerimizden ve eski bakanlarımızdan Vahit Halefoğlu’nun “diplomat hakta kuvvetli, üslupta zarif olmalıdır” şeklindeki veciz öğretisini ancak Hariciye’de görev yaparken duyabilir ve ne kadar önem taşıdığını anlayabilirsiniz.
Dışişleri Bakanlığı Meslek Memurluğu yarışma sınavlarına katılıp, başarılı olan diplomat usta-çırak ilişkisi çerçevesinde eğitilir. Kendisine, zaman içinde, eskilerin deyimiyle, “ehem nedir, mühim nedir”, meslek büyüğü ustaları tarafından öğretilir. Akademik hayatında kazandığı bilgiler, mesleki tecrübelerle ve bilgilerle takviye edilir. Örneğin, bakanlıkta üst düzey yönetici olan meslek erbabının yabancı temsilcilerle yaptıkları görüşmelerde not tutarak işe başlar. Ustasını izler; ne söylediğini, ne zaman söylediğini, ne kadar söylediğini görür. Onlarca görüşmenin zaptını tuttuktan sonra, yavaş yavaş müdahalenin nerede yapılacağını, kime nasıl hitap edileceğini, muhatabın nasıl tepki verebileceğini öğrenmeye başlar. Deyim yerindeyse, pişer ve liyakat kazanmaya başlar.
Bakanlığa girmeyi başaran bir Dışişleri Meslek Memuru, uzun ve meşakkatli öğrenme sürecinin ardından, bu özelliklerden ne kadar fazlasını yaşamının ayrılmaz parçası haline getirebilirse, mesleğinde o kadar başarılı olur.
Ne yazık ki, son yıllarda, meslek memurluğu kavramının bir nevi yok edilme sürecine sokulduğuna şahit olmaktayız. Usta-çırak ilişkisi yoluyla yürütülen geleneksel eğitim neredeyse sona ermiş durumda. Bakanlığa yeni alınan meslek memurlarının tecrübe kazanma imkânları giderek daralıyor.
Dolayısıyla, sorunuzun esasına dönecek olursak, böyle devam ederse, bu durumun; dış politikamızın sağlıksız şekilde yürütülmesini ve bakanlığımızın büyük önem taşıyan kurumsal geleceğini menfi şekilde etkilemesini kaçınılmaz kılacağını düşünüyorum.
- Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nda siyasi atamaların çoğaldığını da görüyoruz. Bunun oluşturduğu bir risk var mı?
Siyasi atama uygulaması birçok ülkede var. Buna karşı değilim. Ancak, bu tür atamalar liyakat esasına göre ve istisnai olarak yapılmalı, ideolojik saikle hareket edilmemelidir.
Oysa, son zamanlarda, Dışişleri Bakanlığımızın adeta bir siyasi partinin arka bahçesine dönüşmekte olduğunun tezahürlerini görmekteyiz. Aralarında iktidar partisine mensup eski bakanlar, vekiller, vekil adayları ve akrabalarının bulunduğu birçok isim, büyükelçi, müşavir, ataşe sıfatı ile yurt dışı kadrolara atandı. Son birkaç yıl zarfında, 25 eski siyasetçinin önemli misyonlarda büyükelçi olarak görevlendirildiğini biliyoruz. Bu son derece sakıncalıdır. Zira, siyasi geçmişleri ve aidiyetleri bulunan bu isimlerin, diplomasinin yerindelik, objektiflik, tutarlılık ve üslupta ölçülülük gibi ilkeleri bihakkın uygulamakta zorlanacakları aşikârdır. Ayrıca, eski bir siyasetçi olarak, kendilerini bakanlıktan ziyade evvelce bağlı bulundukları siyasi partiye karşı sorumlu hissedecekleri kuşkusuzdur.
Yurt dışı kadrolara olduğu kadar, yurt içi kadrolara da ölçüsüz siyasi atamalar yapılmakta. Örneğin, bakanlığın, tarihi olarak meslek memurları tarafından yönetilen Personel Daire Başkanlığı, Genel Müdürlüğe dönüştürülerek, başına siyasi bir görevli atandı.
Bakanlığın tarihi kurumsal yapısı ile de oynandı. Müsteşarlık makamı lağvedildi. Biri siyasi olmak üzere, üç bakan yardımcılığı kadrosu ihdas edildi. Böylece, bakanlığın asırlar boyu devam etmekte olan çalışma düzeni bilinçli olarak bozuldu. Tabiatıyla, bakanlığın geleneksel çalışma anlayışına tamamen aykırı olarak siyasi saikle kurgulanan bu düzende, bakanlık birimlerinin eşgüdüm içerisinde faaliyet gösterme imkânı ortadan kalktı.
Dışişleri Bakanlığı’nın ehliyet ve liyakat sahibi profesyonel kadrolarının, siyasetin aracı haline getirilmesine yol açan ve bizatihi Dışişleri Bakanı’nın dahi inisiyatif kullanamadığı bu atamalar, bakanlığın siyaset üstü tarihi kurumsal kimliğini yıpratmakla kalmadı, uluslararası plandaki etkinliğini ve ağırlığını da zayıflattı.
Dışişleri Bakanlığı, bu yüzden, yabancı ülkelerin Türkiye’de görev yapan diplomatları nezdindeki ağırlığını ve önceliğini de giderek yitiriyor. Yabancı meslektaşlarımız, bakanlıkta muhatap bulmakta güçlük çektiklerini, doyurucu bilgi almakta çok zorladıklarını, meslek memurlarının inisiyatif kullanmaktan çekindiklerini dile getiriyorlar.
Bunun en önemli menfi etkilerinden biri de, bakanlığın temel direğini oluşturan ve büyük emekle yetiştirilmiş bulunan meslek memurlarının, geleceklerini mesleki performansa göre değil siyasi kadrolara yakınlık esasına göre belirleme anlayışıyla hareket etmelerine sebep olmasıdır. Bu da, profesyonel kadroların gelecek beklentisini köreltmekte ve motivasyonlarını yitirmelerine yol açmaktadır.
İktidar, makul ölçülerin dışına taşan bu siyasi atamaların yanlışlığına ve ileride dış politikamızda ağır maliyet yaratacağına ilişkin uyarılara maalesef kulak asmıyor.
- Siz Hariciye’nin eski kültüründe yetişmiş bir isimsiniz. Günümüzde gördüğünüz en büyük farklılıklar nelerdir?
Şimdiki Dışişleri Bakanlığı, kurumsal yapısı ve fonksiyonları bakımından bizim bildiğimiz bakanlıktan çok farklı. Bizim dönemimizde, dış politikanın yapım ve uygulama sürecinde herhangi bir siyasi parti değil, devleti oluşturan kurumların ortak aklı belirleyici rol oynardı. Bu şekilde oluşturulan dış politikanın uygulanmasından da, siyasi iktidarın onayından sonra kurum olarak münhasıran Dışişleri Bakanlığı sorumlu idi. Şimdi, maalesef Dışişleri Bakanlığı dış politikanın yapım sürecinden tamamen, uygulama sürecinden de büyük ölçüde dışlanmış vaziyette.
Daha da vahimi, Bakanlık giderek profesyonellikten uzaklaşıyor. Adeta, bir siyasi partinin ideolojik komiserliğine dönüşmüş gibi görünüyor. Kurumsal ağırlığı ve etkinliği de neredeyse kalmamış durumda.
Diplomasinin yerindelik, objektiflik, tutarlılık ve üslupta ölçülülük ilkeleri epeydir tamamen bir tarafa bırakılmış vaziyette. Üstten bakan, aşağılayan, meydan okuyan bir dille konuşmak ve yazmak bir meziyet olarak görülüyor.
Dışişleri Bakanlığı, uzun bir süredir, duygusallıkla malûl, anlamsız açıklamalar yayımlamak durumunda bırakılıyor. Bakanlığın kurumsal itibarının zedelenmesi pahasına yapılan bu açıklamaların ve beyanların, ülkemiz adına sonuçlar doğurduğunu ve ileride uluslararası planda emsal olarak önümüze konulacağını kimse düşünmüyor.
Devlet ve hükümet adına açıklamaların, kimin tarafından ve hangi düzeyde yapılmasının icap ettiği hususunda gereken hassasiyet gösterilmiyor. Siyasetçilerin yapması gereken açıklamaların, bürokratlar tarafından yapılması veya tam tersi bürokratların yeterli olacağı durumlarda siyasetçilerin açıklama için öne çıkmaları neredeyse kural haline geldi. İktidar partisine mutlak sadakat beslediği sürece, seviyesine bakılmaksızın, hemen herkes hükümet adına açıklama yapmaya başladı. Bu da, tabiatıyla, mesajlarımızın gereği şekilde algılanıp, anlaşılmasına engel oluyor. Ayrıca, açıklamaların ne tonuna ne diline özen gösteriliyor.
Maliyeti giderek artan bütün bu yanlışlıklar, dış politikada karar alınırken, stratejik bakış açısıyla hareket edilmediğine ve tutarlılığın gözetilmediğine örnek oluşturuyor. Günü kurtarmayı ve sadece iç kamuoyunu tatmini amaçlayan, kısa vadeli siyasi mülahazalarla hareket edildiğine dair eleştirilere haklılık kazandırıyor.
İç ve dış politika arasındaki hassas denge hiç gözetilmeden hareket edilmeye başlanması, ikinci temel yanlışı oluşturuyor. Bunlar arasındaki etkileşimin ölçüsü kaçırıldı ve dış politika bütünüyle iç politikaya endekslendi. Doğal olarak, bu, manevra alanımızın giderek kaybolmasına ve kendi kendimizi köşeye sıkıştırmamıza sebep oldu. Neticede, dış politika diye bir şey kalmadı.
Üçüncüsü, yine bilinçli ve sistemli olarak, kurumların tamamıyla işlevsizleştirildiği, liyakatsızlığın ve ehliyetsizliğin zirve yaptığı, hukukun ve adaletin mumla arandığı, gerçeklerle bağlarımızın koparıldığı bir döneme sokulduk.
Bakanlık dış politikadan adeta dışlandı. Adeta, Türkiye’nin uluslararası haberleşme ajansı haline dönüştürüldü. Uzun erimli düşünceyle ve stratejik bakış açısıyla değil, aceleyle alınan, günü kurtarmayı amaçlayan, taktik nitelikli kararlar makbul hâle geldi. Üstelik bu kararların hemen hiçbiri, kurumsal değerlendirme sürecine tâbi tutulmadı.
Dördüncü temel hata, “çıkış stratejisi” belirlenmeden, devasa adımların birbiri ardına atılmaya başlanmasıydı. Bu yapılırken, devletin siyasi, ekonomik ve askeri kapasitesi de dikkate alınmadı. Tabiatıyla, mevcut ekonomik sıkıntılar da düşünüldüğünde, bunlar, dış politika üzerinde ciddi bir maliyet oluşturdu.
Beşinci hata, dış politikada uzun uğraşlar sonucunda yaratmış olduğumuz güvenilirlik ve öngörülebilirliğin ağır şekilde zedelenmesi oldu.
Özellikle, demokrasi ve özgürlükler alanında Türkiye’nin herhangi bir inandırıcılığı kalmamış durumda. Örneğin, Yunanistan’a, Batı Trakya Türk azınlığı hakkındaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyma çağrısında bulunan Türkiye, aynı mahkemenin kendisiyle ilgili kararlarını uygulamaya yanaşmıyor.
En büyük hatalardan birisi de, dış siyaseti, iç siyasete, tabanın duygularına ve desteğine, ideolojik saiklere göre yapmaktır. İdeoloji esaslı diplomasi, zaman içinde, sizi bütün sorunların tarafı haline getirir. Giderek yalnızlaşır, tıpkı bugün Türkiye’nin yaşadığı gibi, dostlarınızı ve müttefiklerinizi kaybetmeye başlarsınız.
Bizim görev yaptığımız yıllarda, dış politikada böylesine vahim ve sistematik hatalarla hiç karşılaşmadığımızı söylemeliyim.
- Diplomaside yakın geçmişte sloganlı, başlıklı 'doktrinler' de uygulandığını gördük; 'Değerli yalnızlık', 'Stratejik derinlik' vs. Bu tür yöntemler neden başarısız oldu veya dünyada karşılık bulamadı?
Diplomaside fantezilere yer yoktur. Kişisel hülyalarınızı dış politikaya temel yapamazsınız. Dış politikayı kurgularken de, yürütüp yönetirken de gerçekçilik ve akılcılıkla hareket etmek zorundasınız.
Bu çerçevede, “stratejik derinlik”, “komşularla sıfır sorun politikası” ve “değerli yalnızlık” gibi kavramlar akademik fikir egzersizi olmaktan öteye gidemez. Bunlar tarihi derinliği olmayan, kişisel arzu ve öngörülerdir. Tarihi tecrübelere ve ortak akla dayanmayan bu tür kişisel siyasi sloganların uygulama bakımından dış politikada yeri yoktur. Türkiye, yakın geçmişte, kurumsal telkinlerin hilafına bu sloganlar istikametinde politikalar oluşturmaya ve uygulamaya tevessül etmiş, ancak büyük hüsran yaşamıştır.
Bakanlıktaki birikim eksikliği, Türkiye’nin dış politikasında gördüğümüz kafa karışıklığı durumuna ne kadar etki ediyor?
Bakanlığımızın profesyonel kadrolarında herhangi bir birikim eksikliği veya kafa karışıklığı olduğunu düşünmüyorum. Eskiden de yoktu, şimdi de yok. Ancak, siyasetçiler bakımından aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Siyasi kadrolar, dış siyaseti iç siyasetin bir türevi haline getirmekte bir beis görmediler. İç siyaset ile dış siyaset arasında doğal bir etkileşim olduğu inkâr edilemez. Ancak, dış siyaseti bütünüyle iç siyasi mülahazalarla kurgularsanız yanlış yaparsınız. İster istemez stratejik düşünceden uzaklaşmaya başlarsınız. “Kervan yolda düzülür” anlayışıyla hareket etme eğilimine girersiniz. İşte, Türkiye’de tam da bu olmuştur. Dış politikada, uzun erimli düşünce terk edilmiş, kısa vadeli yaklaşımlar benimsenmiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde ciddi sorunlara yol açmıştır.
- Tabii belki bunu takiben şunu sormak gerekir: “Tek Adam” sisteminde bakanlığın bu politikaları belirlemekte çok etkili olduğunu söylemek mümkün mü?
Biraz önce vurguladığım üzere, hâli hazırda, Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaşamın her alanında olduğu gibi, dış politikanın belirlenmesinde de tek söz sahibi. Kimseyi dinlemiyor, kimseye itimat etmiyor.
Bunun ciddi sakıncaları var. Kurumları dışlayarak, onların telkin ve tavsiyelerine kulak tıkayarak alacağınız kararlar sağlıklı olmaz. Kişisel karar, duygusallık barındırır. Dış politikada duygusallığa yer yoktur. Ülkenin kolektif çıkarları mutlak öncelik taşır. Ancak, ne yazık ki, bugün hemen her karar tek adam tarafından ve tamamen tek bir siyasi partinin ideolojik çıkarlarına uygun olarak alınıyor.
Dolayısıyla, bu söyleşide defaatle vurguladığım üzere, Dışişleri Bakanlığı’nın dış politikanın belirlenmesi sürecinde hemen hiçbir rolünün ve ağırlığının bulunmadığını söylemek yanlış olmaz.
- Siz ve birçok deneyimli diplomat, Türkiye’nin çok ciddi bir itibar kaybı yaşadığından söz ediyorsunuz. Bunu ileride tamir etmek mümkün olacak mı? Yeni bir hükümet yönetime geldiğinde nasıl bir yöntem izlemeleri gerekecek?
Dış politikada yaşamakta olduğumuz sıkıntıları aşabileceğimize yürekten inanıyorum.
Türk hariciyesi, daima demokrasiye, hukuka, adalete, evrensel değerlere, özgürlüklere saygı ve bağlılık düsturunu esas almış, bilimden ve akılcılıktan hiçbir zaman ayrılmamıştır. Türkiye, diplomasisini her zaman tutarlılık, kararlılık, güvenilirlik ve öngörülebilirlik ilkelerine sadık kalarak yürütmüştür. Bu yüzden de, uluslararası planda saygınlığa, etkinliğe, itibara ve inandırıcılığa sahip olabilmiştir.
Uluslararası planda yapayalnız kalmamıza yol açan mevcut dış politikamızın gözden geçirilmesinin şart olduğu hususunda aklıselim sahibi herkes hemfikirdir. Bu bağlamda, gerçekçilikten, akılcılıktan ve tutarlılıktan uzak yaklaşımlar terk edilmelidir.
Türk siyasetçilerinin, dış politikada hamaset söylemleriyle yaratılan geçici heyecanların, sonuç almayı ve çıkarları etkin şekilde korumayı sağlamadığını anlamaları gerekmektedir. Duygusallığın bir dış politika tarzı ve yöntemi olarak çok maliyetli olduğunun bilincine varmaları icap etmektedir.
Ezcümle, bütün bu yanlışların, dış ilişkilerimizde ciddi bir kırılmaya yol açtığını görmemiz gerekiyor. Bu aşamada, önemli olan, bu durumun toparlanabilmesi için bir an önce hatalarımızla yüzleşmemiz ve ideolojik takıntılardan kurtulmamız gerektiğini idrak etmemizdir.
İşin en üzücü tarafı, duygusallıktan ve hamasetten uzaklaşılmadığı, sağduyulu ve gerçekçi yaklaşımlar benimsenmediği takdirde, dış politikamızdaki kırılganlığın giderek kalıcı hâle gelmesi riski bulunduğunun ciddiye alınmıyor oluşudur.
İktidar, geçen on yıl zarfında dış politikada yaptığı vahim hataların nihayet farkına varmış olacak ki, 2021 yılının başından itibaren dış ilişkilerde birtakım açılımlar başlatma gayreti içine girmiştir. Karşı karşıya bulunduğu ağır ekonomik krizin de hükümeti bu yönde adım atmaya zorladığı görülmektedir. Kısa zamanda mesafe alınması belki mümkün olmayacaktır. Zira, yıkmak kolay, yeniden inşa etmek epey zordur. Ancak, umarım, söz konusu girişimler dış ilişkilerimizde toparlanmaya ve olumlu gelişmelere kapıyı aralar. Kanaatimce, Dışişleri Bakanlığı’nın diplomasi mesleğindeki uzmanlığının yeniden ağırlık kazanması bu toparlanma sürecinin ilk adımı olmalıdır.
- Siz aynı zamanda eski bir ABD büyükelçisisiniz. ABD, Jeff Flake ile Ankara’ya uzun süreden sonra ilk kez siyasi atama yaptı. Türkiye de geçen sene Murat Mercan’ı atamıştı. Washington’un Flake kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Flake uzun bir aradan sonra Türkiye Büyükelçisi olarak atanan ilk siyasetçi. Reagan döneminde büyükelçi olarak görev yapan Robert Strauss Hupe’den bu yana, ABD, Türkiye’ye siyasi atama yapmamıştı. Strauss-Hupe, 12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen dönemde 1981-1989 arasında Ankara Büyükelçisi’ydi.
Jeff Flake, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin hayli gergin olduğu bir dönemde, zorlu bir görev üstlenmiş durumda. Demokrat Başkan Biden, Mormon kilisesine mensup ve muhafazakâr bir Cumhuriyetçi olan ve Kongre’de bir dönem Senatör olarak görev yapan Flake’i Türkiye Büyükelçisi olarak tercih etti. Flake, 2012 yılında Senato üyesi olarak seçilmeden önce, altı dönem boyunca, Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçi Parti temsilcisi idi. Senatör olarak görev yaptığı dönemde, Dış İlişkiler Komitesi üyeliğine seçildi. Uluslararası ilişkilere yakın ilgi duyan ve ABD’nin geleneksel müttefikleriyle ilişkilerine önem ve öncelik veren bir Senato üyesi olarak tanınıyordu. Partizanca yaklaşımlara itibar etmedi.
Türkiye’ye ilişkin konularda derin bilgisi olduğu söylenemez. Daha ziyade, zamanında bir Hristiyan misyoner olarak faaliyet gösterdiği Afrika hakkında belli bir birikimi var.
Arizona Brigham Young Üniversitesi’nden uluslararası ilişkiler lisans diploması aldıktan sonra Güney Afrika ve Zimbabve’de misyoner olarak çalışmış. Bilahare, Demokrasi Vakfı’nın Namibya şubesinde icra direktörlüğü yapmış.
Trump’ın başkanlık döneminde, Flake’in birçok konuda Trump’a karşı pozisyon aldığını görüyoruz. Dış politikada Trump’ı kurumsallıktan uzaklaşmakla ve partizanca davranmakla eleştirip Trump’a muhalefet eden ilk Cumhuriyetçi siyasetçilerden biri olarak biliniyor.
Flake’in, bilinen özelliklerinden biri de demokrasi, özgürlükler ve insan hakları konularına gösterdiği ilgi ve duyarlılık. Nitekim, Rahip Andrew Brunson’ın serbest bırakılarak, ABD'ye gönderilmesi konusundaki çağrılara güçlü destek vermişti.
Başkan Biden, bir yönüyle, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ne yaptığı siyasi atamaya karşılık vermiş oluyor. Türkiye de, uzun bir aradan sonra, geleneği bozarak, eski bir siyasetçi olan Murat Mercan’ı Washington’a Büyükelçi olarak atamıştı.
Ancak, Biden’ın bu atamayla verdiği ince bir iç politika mesajı da var. Biden, böylece “ben muhalefetin üyesi olan bir siyasetçiyi önemli bir temsil görevine getirmekte sakınca görmüyorum” demiş oluyor. Ayrıca, bir nevi siyasi uzlaşının değerini ve partizanlıktan uzak durmanın önemini de vurguluyor.
Flake’in seçiminde, Biden’ın kurumsal ilişkinin ihya edilmesine verdiği önemin de rol oynadığına inanıyorum. Diğer bir ifadeyle, Biden, Türk tarafına, güçlü bir siyasetçi atayarak, ilişkileri kurumsal zeminde sürdürme kararlılığını da göstermiş oluyor. Bu meyanda, Türkiye ve bölge hakkında bilgi ve tecrübesi sınırlı olan Flake’in, herhangi bir önyargı taşımamasının da Biden tarafından dikkate alındığını varsayıyorum.
Büyükelçi Flake’in demokrasi ve insan hakları konularındaki hassasiyetini de göz önünde bulundurduğumuzda, Başkan Biden’ın, Türkiye’den bu çerçevedeki beklentilerini de siyaseten ve yakından takip edeceği anlaşılıyor.
Flake’in, ilk zamanlarda karşılaşacağı önemli sıkıntılardan biri, Türkiye ve bölge hakkındaki bilgi birikiminin yeterli olmaması gibi görünüyor. Ancak, bu eksikliğini kısa zamanda giderebileceğini düşünüyorum. Jeff Flake’in, derin sorunlarla mahmul ikili ilişkileri iyileştirmek konusunda ne ölçüde başarılı olacağını zaman gösterecek. Ancak, mevcut şartlarda işinin hiç de kolay olmayacağını söylemek doğru olur.
- Aynı zamanda bakanlıktaki eski isimleri de değersizleştirmeye yönelik girişimler görüyoruz. Örneğin iktidar çevrelerinde ve iktidara yakın medyada “monşer” ifadesinin dokundurmalı kullanıldığına şahit olduk. Birikimli diplomatların itibarsızlaştırılmaya çalışılmasındaki hedef ne olabilir?
Bu sorunuz bana Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’nden bir dizeyi hatırlattı. Hürriyet Kasidesi, insanın haklarıyla onurlu yaşamına işaret eden ve bu yaşamı seçmenin yüceltici niteliğini vurgulayan bir şiirdi. Ünlü şairimiz şöyle diyor bu kasidesinde:
“Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten”.
Türk Hariciyesi ve onun gelmiş geçmiş bütün mensupları tarih önünde müsterihtir. Başımız dik, alnımız açıktır. Kimseye verilemeyecek hesabımız yoktur.
Tarih boyunca hayranlık uyandıran sayısız başarılara imza atmış olan diplomatlarımızın yetiştiği 150 yıllık geçmişe sahip Dışişleri Bakanlığımızı ve onun mensuplarını itibarsızlaştırmak, ayağınıza kurşun sıkmakla eşdeğerdir. Dolayısıyla, her biri ülkesinin çıkarları için sayısız badireye göğüs germiş diplomatlarımız başarılarının gururuyla, onları karalamaya çalışanlar da yaptıklarının utancıyla yaşamaya devam edeceklerdir.
Bu tür girişimlere tevessül edenlere tavsiyem, bir an önce sağduyuya kulak vererek, devlet kurumlarımızın göz bebeği Dışişleri Bakanlığımızı ideolojik amaçlarla hoyratça kullanmaktan vazgeçmeleri ve bu güzide kurumu iç siyasetin dar kulvarından çıkararak, bir an önce küresel gündemi düşünmeye ve bu istikamette fikir üretmeye odaklandırmak için gayret sarf etmeleridir.
© Tüm hakları saklıdır.