Gündem

Davutoğlu: Erdoğan'ın benden isteği "Başbakan gibi görün ama başbakan gibi olma" idi

18 Temmuz 2019 09:55

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra Başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığı’na taşıdığı ilk isim olan ve yeni parti kuracağı konuşulan Ahmet Davutoğlu, Başbakanlık yapığı dönemde Erdoğan ve AKP MKYK'nın kendisinden, "Sen başbakan gibi görün ama başkan olma, başbakanmış gibi yap ama yetki kullanma" talebinde bulunduğunu ifade etti. Davutoğlu, "Ben kendimi bilirim, benden her şey olur da düşük profilli olmaz" diye konuştu.

Eski Başbakan Davutoğlu, Bidebunu İzle programında Yavuz Oğhan, İsmail Saymaz ve Akif Beki'nin sorularını yanıtladı. Davutoğlu, kendisini istifa etmeye zorlayan şartları anlattı. Kimilerinin "örgüt" kimilerinin "AKP içindeki bir paralel yapılanma" olarak nitelediği "Pelikancılar"ı 'trol çetesi' diye betimleyen Davutoğlu, hakkında yayımladıkları bildiriye tepki göstererek, "Arkasında kimlerin olduğunu, kimden talimat aldıklarını, kimin finanse ettiğini biliyorum" dedi. Bildirinin kendisini istifaya zorladığını ve Alman ajanı ilan ettiğini söyleyerek duruma tepki gösteren Davutoğlu, "Ben ne yaptım ki bu kadar ağır bir ithamla karşı karşıya kaldım?" diye sitem etti.

"Bu muameleyi ne kalbim, ne aklım ne vicdanım kabul etti!" diyerek kırgın olduğunu ifade eden Davutoğlu, önünde üç yol olduğunu ve eğer görevi bırakmasaydı çok çirkin bir siyasetin parçası haline geleceğini söyledi. 

"Otosansürün en yoğun olduğu bir dönemden geçiyoruz"

Programda Davutoğlu'na ilk yöneltilen soru, Türkiye'deki basın ve düşünce özgürlüğüyle ilgili düşünceleri oldu.

Davutoğlu sözlerine şöyle başladı:

"Bir ülkenin en dinamik gücü düşünce özgürlüğüdür. Katar'da ve Ürdün'de iki toplantıya katılmıştım, İslam dünyasının problemleriyle ilgili.  En temel problemin düşünce özgürlüğünün olmaması olduğunu söylemiştim. Sansür çok kötüdür ama en kötü sansür otosansürdür. İnsanların şahsiyetini yok eder. İnsanlar kendi kendilerini kontrol etmekten toplumu düşünmeye vakit bulamazlar. Maalesef öz eleştiri, bir içeriden eleştiri olarak söyleyeyim, otosansürün belki de en yoğun olduğu dönemden geçiyoruz. İnsanlar kapalı kapılar ardında başak türlü, kapıların önünde başka türlü, toplantılarda başka türlü konuşmaya alıştılar. Bir FETÖ var bir de FETÖ'ci yöntem var. Aslında bu takiye kültürü ile otosansür birlikte gelişiyor. Son üç yıl içinde bu ilk defa kapsamlı bir yayın. Çünkü mesela referandum öncesinde, yeni Anayasa paketi ile ilgili görüşlerimi anlatabilmek ve bazı kaygılarımı ifade edebilmek için doğrudan, dolaylı televizyon kanallarına çok girişimde bulundum. Biraz da 15 Temmuz'un etkisi içerisinde hiç kimse olumlu cevap veremedi. Vermedi demiyorum ama veremediler. Onun üzerine bir gazete ile mülakat yaptım. Sadece kaygılarımı tarihe not düşebilmek için Mülakat çıktığında hayretler içerisinde kaldım. En temel kaygılarım yer almadı. Kendi partisi iktidarda olan bir başbakan olarak. Bunu hicapla söylüyorum. Gazetemizi de tenkit etmiyorum. Bir tek onlar yapabiliriz dediği için onlarla yaptım. O gazeteye karşı da bir hükümde bulunmuyorum en azından mülakat yapma cesareti gösterdiler. En azından 'Kaygılarım var' ifadesi çıktığı için kaygılarım olduğu kayıtlara geçti. O günden bu güne bir çok kritik eşikte, acaba görüşlerimi beyan edebilir miyim diye yokladığımda ve son zamanlarda da maalesef, ki hepsi bize saygı duyan gazeteciler, durumu biliyorsunuz bizi mazur görün ifadesini ifade ettiler. Bu benim açımdan, bu ülkede yaşayan bir aydın olarak hicap duyduğum, belki de en temel kaygı duyduğum mesele bu. Özgürce konuşursanız her türlü problemi çözersiniz. Özgürce konuşulamayan bir yerde ise en basit problemler bile çözülemez."

Ardından Akif Beki, 2010 yılında Davutoğlu ile ilgili yazdığı eleştiri yazısını hatırlatarak, "Geçmişte 2010'da Radikal'deyken, yazı hayatımın en ağır yazılarından birini yazdım. Şu merak ediliyor; bana öfkeniz, kızgınlığınız geçti mi, hain olarak görmüyor musunuz beni? Nasıl oldu da bakanlığınız döneminde, övgüler almış başını giderken benimle medeni iletişime devam ettiniz? Bunu başka bir yazımda yazmıştım ama insanlar benimle ilgili düşüncenizi merak ediyor" diye sordu.

"Öfkem geçmedi, çünkü..."

Davutoğlu, Beki'ye şöyle yanıt verdi:

"Öfkem geçmedi çünkü öfkem yoktu. Akademik hayata ve devlet hayatına giren birinin bunun özünde eleştiri olduğunu bilmesi lazım. Devlet hayatını gireyim de hiç eleştirilmeyeyim diyen biri devlet hayatını hiç bilmeyendir. Esas olan sizin o tutum karşısındaki ilkesel duruşunuzdur. Öğrencilerime 'Önce beni eleştirin' derdim. Devlet hayatında da bu böyle. Hamama giren terler. Siyasete de devlet hayatına da giren eleştiriye açık olacak. O bağlamda hele Akif Bey gibi 28 Şubat döneminde aynı gazetede birlikte yazılar yazdık. 28 Şubat'ın o despotik havasına, özgürlük adına birlikte direndiğimiz arkadaşlarımızdan biri bana  dönük bir eleştiri yapmışsa, ben ona yönelik kalbimde bir eleştiri beslersem, onda değildir, benim kalbimdedir yanlışlık. Kendisine yöneltilen eleştiriyi bir siyasetçi, bir devlet adamı önce ne kastediliyor anlamak lazım. Belki haklı bir eleştiridir. Çok daha daha ağır yazanlar oldu. Karşılaştığımda nezaket içerisinde davranırım. Mümkün olsa da yüz yüze otursak ve halleşsek diye çok düşünmüşümdür. Bütün gazetecilik hayatı bana ağır hakaret yazanlarla da bugün oturup konuşuruz. Bu devlet hayatının ihtiyacı. Ben o an bir öfke duysam kendime öfkelenmeliyim. Aksi takdirde nezaket olmaz, dostluk olmaz. Bir devlet adamına yakışmayan en önemli şey nezaketsizliktir. Ben tekrar teşekkür ederim 2010 yılındaki yazın için. O yazıyı o kadar iyi hatırlıyorum ki, hiç unutmadım. Bir nefis muhasebesine davet ediyordu beni. Gerçekten öyle mi diye yazıyı okuduktan sonra düşündüm. Akif benden ne kötülük isteyebilir ki? Yatılı okul arkadaşlığı gibi uçakta beraber uyumuşuz, otellerde sürünmüşüz. Niyetine güvendikten sonra tahammül esastır."

Davutoğlu açıklamalarına şöyle devam etti:

"Pelikan çetesi" açıklaması: Niye bu şekilde hedef alındım?

smail Saymaz: Marmara Üniversitesi'ndeki paneliniz iptal edildi, eşinizin tıp alanındaki paneli iptal edildi. Trol ordusu denen bir toplulukla karşı karşıya kaldınız. Neden hedef oluyorsunuz? Neden engelleniyorsunuz? Bütün bunların mağduru bir başbakan olarak geçmişte 7.5 yıl boyunca aynı iktidarın mensubu olmaktan ötürü kendinizde de bir sorumluluk görüyor musunuz?)

Neden engellendiğimi ben de kendi kendime soruyorum. Mesela o trol çetesi, malum ismini zikretmek istemiyorum ama pelikan denilen çete, ki daha sonra yaptıklarıyla herkes tarafından malum oldu, bildiriyi ilk yayan, bildiri de demeyeyim başbakanlığımın son günlerindeydi. Benim gıyabımda imzalanan son MKYK toplantısı oldu. Bu bildirinin arkasındakileri biliyorum, kimlerden talimat aldıklarını, kimlerin finanse ettiğini biliyorum. 'Ben ne yaptım bu insanlara?' dedim. 'Acaba kendimde bir şey var mı?' dedim. Ki beraber birçok ateş çemberinden geçtiğimiz insanların desteğiyle beni istifaya zorlamak üzerine yayımlanan bu şey beni Alman ajanı ilan ediyordu. Gerçekten düşündüm. Ben ne yaptım ki bu kadar ağır bir ithamla karşı karşıya kaldım? 8-9 yaşından beri bir misyon içinde büyüdüm. O günden bu güne hayatımın en temel ilkesi bu ülkenin onurunu koruyacak insan yetiştirmekti. Benim bir yerde Türk aleyhinde bir şey söylediğime kimse şahit olmamıştır. Yurt dışında ülkemin onurunu ayaklar altına almadım. Şimdi başbakanım 5 yıl Bakanlık, 2 yıl başbakanlık, ve en yakın arkadaşlarım diye gördüğüm arkadaşlar gıyabında imza topluyor, bana hiçbir şey söylemeden, itiraz getirmeden, o topladıkları itirazın gerekçesini bana getirmeden, bir muhtıra vari bir tavır takınıyorlar. Ondan iki gün sonra da böyle bir metin. Organize olmamış olması mümkün değil. Bir organize var. O zaman sordum kendime. Ben de hata yapmış olabilirim. Ola ki yanlış bir takım politikalar geliştirmiş olabilirim. Hepsine açığım ama niye bu şekilde hedef alındım?

Bakınız bugün hâlâ 3 yıl siyasette bu bağlamda ilk kez konuşuyorum. 3 yıl sustum derken yanlış anlaşıldı. 3 yıl susmadım aslında, cumhurbaşkanımıza bütün o düşüncelerimi defaten bildirdim, parti içindeki o arkadaşlarımıza bildirdim. Bazen parti adına açıklamalar yaptım. Ama iç siyasi gelişmeler ve parti içiyle ilgili bir açıklama yapmamaya özen gösterdim. hep düzelir umuduyla.

"AKP'nin MHP ile girdiği ittifaktan rahatsız olduğumu en başından beri söyledim"

Dış politikada aldığım bir çok pozisyon dolayısıyla bir takım dış lobilerin hedefindeyim, bunu anlarım. içeride siyasette tekrar aktif olmamla, önleri kapanacak bir takım aktörlerin hedefindeyim, anlarım. AK Parti'nin girdiği ittifak ilişkilerine karşı çıktığımı ilk günden beri söyledim. unu geçen sene Cumhurbaşkanlığı seçi öncesinde Mart ayında Erdoğan'a da aktardım. Bu ittifak ilişkisinin AKP'nin doğasını bozmakta olduğunu ve MHP'ye oy kaçırmaya neden olacağını anlatmaya çalıştım. Bundan dolayı Bahçeli'nin bana öfkelenmesini anlarım. Çünkü siyasi rakip olarak görür, anlaşılır. Ama omuz omuza yürüdüğümüz kişilerin kendileri için makamını terk etmediğim arkadaşların, birliğimiz beraberliğimiz için, hukukumuz devam etsin diye. Her türlü fedakarlık göstermeye gayret ettiğim kişilerin hedefinde olmak. Ve benim hedefte olmamı da anlarım ama benim yakınlarımın, eşimin konferansının iptal edilmesini anlayamam. 

"Beni gönülden yaraladı"

Başbakanlığın tasfiyesinde son kararnamesi, benimle birlikte çalışan arkadaşlardan 16 tanesinin, aralarında prof. bir hanımefendi var, başdanışmanlık kadrolarının lise düzeyinde araştırma kadrolarına indirilip, bütün özlük haklarının ellerinden alınıp, onların yerine son dakikada bir gün bile başdanışmanlık yapmamış insanların atandığını duyduğumda yazık ki ne yazık dedim. Beni hedef alın ama devlete hizmet etmiş olan insanların benimle birlikte çalışmış olmaktan başka ne suçları var? Beni hedef alın ama 15 Temmuz gecesi sokağa inip, hainlere karşı beyaz gömlekleriyle direnmiş İstanbul, Ankara, Konya il başkanımızı 'sadece Davutoğlu döneminde atandı' diye, hocacı deyip, görev teslimlerinde konuşmalarına bile izin vermeyip görevden almak nedir? Beni gönülden yaralayan bir şeydir bu. Devletin itibarını koruyun. 

Bosna-Hersek'e davet edildim. Geçen Nisan ayında. Davet gerekçesi Alaca Camii'nin ibadete açılacak olması. 2005 yılında gittiğimde bunu yapacağız demiştim. Bizim dönemde UNESCO'dan talimatını çıkarmıştık. Alaca Camii'nin inşaatı tamamlandı. Bizzat arayıp bize katılın dediğinde ben de memnuniyetle dedim. Aradan 15 gün geçti, sizin hükûmetiniz tarafından sizin uygun olmadığınız söylendi yönünde aradan bana neredeyse ağlayarak cevap geldi. 

Bana ödül verilmemesi için Türkiye Cumhuriyeti girişimde bulundu. Benim açılış oturumunda konuşmamam için. Hadi bunu da sineye çektim. İkinci oturumun başında verildi. Ve bana ödül verilirken benim uğrunda çalıştığım Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkilileri salonu terk ettiler. Şimdi ben hedefte olmamı anlarım. Gerekiyorsa neyim varsa alın. Ama devletin itibarını almayın. Benim yüzümden masum insanların özlük haklarını ezmeyin.

"Devre dışı bırakılmam gerekiyordu"

(Yavuz Oğhan: Kim yaptırıyor bunu?) Arife tarif gerekmez. Bunlar biliniyor. Bunlar hissedilebilir. Burada milletin huzurunda şu ana kadar bir polemik konusu içerisine girmedim. Bu Pelikan çetesinin bildirisi çıktığında önce ben bunu muhteris bir grubun elde ettikleri menfaat karşılığında bir şahsiyet katliamı olarak değerlendirmiş, biraz da acıyarak yapmıştım. Böylesine zelil yöntemlere başvurulduğu ve bir yol ayrımında bulunduğumuzu hissettiğim için de Başbakanlık makamını bırakmayı, partinin bölünmesi, kriz çıkması gibi opsiyonların gerçekleşmemesi için tercih ettim. Ama o zamandan biraz farklı kanaatteyim. Benim muhteris bir grubun çıkarları için yayınladığını düşündüğüm o paçavra aslında daha sonra yaşanılanlara baktığımızda, Türkiye'nin istikrarına ve dört yıl seçimsiz geçmesi beklenen bir istikrar dönemiyle ekonominin büyümesine ve Türkiye'de bir takım heveslerin ortaya çıkmasına zemin hazırladığını görüyorum. Sadece muhteris bir grubun bunu yazmış ve deklere etmesi değildi mesele. 2 Kasım günü bu ülke yeni bir umuda uyanmıştı. İstikrarlı bir hükümet kurulacak, 4 yıl seçimsiz, ekonomide tedbirler alınacak. Biz 3 ay içinde bütün sözlerimizi yerine getirmişiz. Asgari ücrete enflasyonun beş katı zam yapmışız. Bütçe açığı yüzde 1.8'lere inmiş, ÜFE yıllık yüzde 3.2 idi. Şimdi aylık o düzeylerde. Avrupa'da vize muafiyeti aşamasına gelinmiş. Böyle bir ortamdaki Türkiye'nin yaşamasını istemeyen kimlerse, bunu sadece Erdoğan'la aramızda kişisel bir ihtilaf olarak görmeyin lütfen, ben o zaman böyle düşündüğüm için çekilmemle meselenin çözüleceği ümidiyle bıraktım. O konulara tekrar gireceğiz. Ama şimdi düşününce bunun saha kapsamlı planın, arka arkaya gelen seçimler ve son derece özünden koparılan koparılan bir başkanlık sistemiyle Türkiye'nin yüzde 50+1'e muhtaç edilerek yürütme erkinin, gizli-açık bir koalisyonlara zorlanmak gibi bir senaryonun çıkması için benim devre dışına bırakılmam gerekiyordu. Şimdi hissettiğim bu. Hedef sorusu bu işte. 

"Hiçbir zaman bir hizip başı olmamaya özen gösterdim"

Ben AKP'nin genel başkanıydım, bir an bile bir hizip düşüncesi zihnime gelse onu zihnimden atmak için her şeyi yaparım. Şunlar bana yakın, bunlar bana karşı diye bir tutum takınmak benim siyasi anlayışıma karşı. Ben o zaman Yüksekova'da ve Iğdır'da olan şehidimin cenazesiyle meşgulken liste tartışması gündemdeydi. Bakın, manifestoyu yayımladığımda bütün AKP kitlesine hitap ettim. Ben onlarla yağmurda, sıcakta 2 seçim geçirdim. Ben o kitlenin yaptıkları fedakarlıkların farkındayım. Hiçbir zaman bir hizip başı olmamaya özen gösterdim. Hiçbir grup, bir tarafla parti içinde bir çalışma yaptığıma şahit olmamıştır. Yazılı metinler verdim, düzeltilmesi için her şeyi yaptım.

"Eğer dediğimi yapsaydık sonraki birçok tıkanma yaşanmayabilirdi, Cumhurbaşkanı ile hukukumuz zedelenmezdi"

Ben bunları fark ettiğimde, 2015 Temmuz 5-6, baktım ki 7 Haziran'da zor bir süreç geçirmişiz. Ve İnsanlar Cumhurbaşkanına gidip, benim onun altını oymaya çalıştığımı söyleyip, fitne koyanlar var. Gidip  Cumhurbaşkanı ile konuştum. Şunu söyledim; Sayın Cumhurbaşkanım siz beni akademik hayatta kalma irademe rağmen ısrarla siyasete davet ettiniz. Ben 2007 seçimlerinde sizin milletvekili teklifinize hayır diyerek akademik hayata dönmek üzereyken, 2008'de partimize kapatılma davası  açıldığı için gelip size bundan sonra sonuna kadar, mezara kadar, hapse kadar ne ise ne görev verirseniz yanınızdayım dediğim için siyasete girdim. Bir hırsla siyasete girmedim, beni tanırsınız, ben bana verilen bir görevin hakkını vermezsem uyuyamam. Hakkını veririm. Veriyormuş gibi yapmam veririm. Ben anlıyorum ki siz gücü elinizde toplamak istiyorsunuz, bunu yadırgamam. Ama bizim 258 milletvekilimiz var, başkanlık sistemini getirmemiz mümkün değil gelin ben Bahçeli ve Kılıçdaroğlu ile konuşayım, onları zaten istedikleri pür parlamenter sisteme ikna edelim, bir ay içerisinde bütün yetkileri başbakanda toplayalım. Ve eylül ayında da bizim referandumumuz var bu reformdan sonra kongreye gidelim, ben sizin  bana tevhi ettiğiniz görevi vereyim, başbakan olun ve sonuna kadar arkanızda durarak seçime gidelim, başbakan olarak bütün yetki sizde olsun. İsterseniz ben de sizin tekrar başbakan danışmanınız olayım, istemiyorsanız ben akademisyenliğe döneyim' dedim. Benim niyetim liderliğinize meydan okuma değil. Fakat başbakanlık gibi bir müessese önemini kaybederse devlet sistemi durur. Dolayısıyla bunu yapalım dedim. ve o reform bir ay içinde referanduma gitmeden de yapılabilirdi. 'Perşembe gününe kadar siz tefekkür edin, istediğiniz arkadaşlara danışın. Ve bana deyin ki görev verin Kılıçdaroğlu ve Bahçeli ile konuşayım, bunu yapalım' dedim. 'Benim size meydan okumak gibi bir kaygım yok. Devlette düzensizlik gibi bir şeye de yol açmam' dedi. Perşembe günü tekrar sordum çünkü Perşembe günü Sayın Kılıçdaroğlu ile buluşacaktık. Erdoğan, 'Böyle devam edelim' dedi. Eğer onu yapmış olsaydık sonraki birçok tıkanma yaşanmayabilirdi. Aramızdaki hukuk zedelenmezdi. 

"Bana o iftiraları atanlara şahsi kul hakkım helal olsun" 

Kırgınlığı keşfetmiş olmak güzel bir şey ama önce hepimiz karşı tarafı ne kadar kırdığımıza bakalım. Ben kırgın değilim. Ben bayram tebriği için aradım Cumhurbaşkanını. Ben hukukları gözetirim. Benim kırgınlığım şahsıma yapılan şeylerden kaynaklanmıyor. Bana o iftiraları atanlara şahsi kul hakkım helal olsun. 

Demokrasi vasat insanların rejimidir. Vasattan kastım hata yapabilen insanların işidir. (İsmail Saymaz: İstikşafı görüşmelerde CHP ile koalisyonu kurma aşamasına geldiğiniz, Cumhurbaşkanı bunu istemediği için o girişimin olumsuz sonuçlandığı rivayet edildi. Doğru mudur?) Şöyle diyeyim, olayları net koymak lazım. Biz istikşafı görüşmelere samimiyetle başladık. Daha sonra beni şununla ithaf ettiler. CHP ile birlik yapıp Cumhurbaşkanımızın yetkilerini kısıtlamak. Sonra Bahçeli bir defa bir oturumda konuşmaya çıkarken nazikçe selam verdi. Ben de selamı aldım. Konuşması bittiğinde de alkışladım. Bunun  üzerine malum çetenin neler yazdığını hatırlayın. Şimdi aynı malum çete Sayın Bahçeli'nin AKP'nin içinden oylarını devşirip, neredeyse siyasi iktidar üzerinde ipotek uygulayabilecek bir ittifak ilişkisinde her gün Bahçeli güzellemesi yapıyorlar. İnsanlar siyasi konjektür içinde değerlendirmek lazım. İstikşafı görüşmeler bağlamında 7 Haziran sonrasında, MKYK'da oturdum saatlerce konuştuk; 'Biz neden oy kaybettik, samimi görüşlerinizi söyleyin; bundan sonra ne yapmalıyız?' diye sordum. Birinci soruya verilen cevaplar hep siyasi etikle alakalıydı. Kibar, yolsuzluklarla ilgili algı vs. Genel algı buydu. O zaman 'Bununla ilgili partide siyasi etik kurulu kuracağız' dedim. İkinci soruya, o heyetin büyük çoğunluğu 'CHP ile koalisyon kuralım' dedi. Bir kısım da MHP ile koalisyon istedi. Ama seçimlerin yenilenmesi üzerinde de durduk. Ben elimizdeki bütün imkanları kullanarak Türkiyeyi hükümetsiz bırakmayacağımızı gösterdikten sonra gerekirse seçime gitmek ama öncesinde bütün bu yolları denemek. 7 Haziran akşamı çok ilginç bir akşamdır. İlk defa AKP oy kaybına uğradı. Ben Konya'dayım. Konyalılar benim moralim bozulmasın diye binlerce Konyalı Eminönü'ne geldi ve beni uğurladı. Sayın Başbakanım herhalde balkon konuşması yapmazsınız dediler. Hayır dedim bugün balkon konuşması yapma günüdür. V e o gün şunu söyledim; hepiniz ve milletim adına Türkiye'de bugün tek başına iktidar olamadığımızı düşünerek krize gireceğimizi düşünen varsa yanlış hesap yapmasın. Ülkeyi bir gün  dahi hükümetsiz bırakmayacağız. Aynı saatlerde ise muhalefet tarafında ne tartışmalar yaşandığını hatırlıyorsunuz. O dokümanlar muhafaza edildiyse çok ciddi uzlaşı dokümanlarıdır. Ama tabanda tepkiler doğurdu bu. Onu da görüyordum. Bir travma vardı AKP kitlesinde.  Cumhurbaşkanı ile en başından beri koordineli çalıştık. Sayın Bahçeli ile görüştüğümüzde Bahçeli ilk anda kapıyı kapatıp Sayın Cumhurbaşkanımıza epey ağır eleştiride bulunduğu zamanda ben buraya hükümet kurmaya geldim dedim. Sonra da seçime gitmek zorunda kaldım. 

"Böyle küçük hesaplar peşinde olsaydım Başbakanlığı bırakmazdım"

(Akif Beki: Siz koalisyonu Erdoğan'sız bir AKP için mi istediniz?) Cumhurbaşkanı tarafsız ama AKP'nin manevi olarak lideri durumunda. 12 Eylül kongresine giderken, Ankara'da ilk olarak alternatif MKYK listeleri hazırlanırken, Cumhurbaşkanına 'Ben burada liste tartışması yapmam. Kimi istiyorsanız onu getirin' dedim. 'Birileri size gelip senaryolar söylüyor ya, benim tek hedefim bu partiyi kurumsallaştırmak. Bu parti kurumsallaşırsa Türk siyasetinin en geniş örgütlenmesi olacak. Ben sizin kurduğunuzu yaşatmaya çalışıyorum. İzin vermezseniz ya sizin ya benim ömrümde bu parti biter' dedim. Ben hiçbir zaman Cumhurbaşkanı'nın liderliğini elinden almak, onu etkisiz kılmak niyetinde olmadım. Böyle küçük hesaplar peşinde olsaydım Başbakanlığı bırakmazdım.

"Cumhurbaşkanı benden 'Başbakan olmamı ama başbakan gibi olmamamı' istedi"

Hata yapmışımdır dedim. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda siyasi etik ve devletin sürekliliği bağlamında başbakanlığı bırakmak konusunda hata yaptığımı düşünmüyorum. Çünkü bırakmamış olsaydım bu Pelikan vari açıklamadan sonra çirkinleşen bir siyasetin parçası haline gelirdim, cevap verdikçe tartışırdık ve parti bölünürdü. O gece (2 Mayıs gecesi) üç yol vardı önümde. Kararı gece yarısı kalkıp, tek başıma bir yere çekilerek aldım. Çalışma odama çekildim, uyuyamadım çünkü. Bu gördüğüm muameleyi ne kalbim, ne aklım ne vicdanım aldı! Ne yaptım ben? Siyasete girdiğim bu aşamada maddi durumum ne daha iyi, daha kötü. Ter dökmekten, koşturmaktan, ailemi ihmal etmekten başka ne yaptım! Üç gün üst üste aynı yatakta yatmadım ben. Üç yol var önümde. Bir; MKYK ile bana, 'Sen başbakan gibi görün ama başkana olma, başbakanmış gibi yap ama yetki kullanma' dendi. Bunu benden Cumhurbaşkanı ve MKYK'da imza atanlar istiyordu. Ben kendimi bilirim; benden her şey olur da düşük profilli olmaz. (Kukla mı demek istiyorsunuz?) Öyle bir ifadeyi dolaylı da olsa kimseye söylemem. Ben böyleydim, akademik hayatta da böyleydim. İkinci yol, mücadele etmekti. Kongreyi kazansam bir türlü, kazanmasam başka türlü bölünürdü parti. İzzetle girdiğim yoldan izzetle çıkmanın yolunun çekilmek olduğunu söyledim o gün çalışma odamda. Keşke diyorum, bir ay daha sabredip Haziran ayında vize muafiyetini alıp ayrılsaydım. Aynı gün AB Komisyonu AB Konseyi'ne Türkiye ile vize muafiyeti başlatılması kararını tavsiye eden kararı gönderdi. Ve Haziran ayı içinde kalkacaktı. MKYK toplantısından bir ay önce bu sürecin tamamlanacağını taahhüt ettiler. Siyasi etik kanunu vardı, o zaman. 72 maddeden 7'si kalmıştı. Tamamlanmayacak şeyler değildi. Siyasi etik çıksın geri kalanı daha sonra tamamlanır gibi bir durum vardı. Cumhurbaşkanının siyasi etiği de uygun görmedi çıkmasını. Fakat şimdi düşündüğümde bir ay daha yaşananları şey yapıp vize muafiyetini alsaydın belki o zaman bu hain alçaklar Türkiye'nin geldiği yeri görüp 15 Temmuz gibi alçakça girişime gitmezdi.

"Elimdeki gücü bırakma sebebin parti bölünmemesi içindi"

Her anın her zamanın bir gereği var. Ben Başbakan iken, yani elimde bir güç varken onu bırakma sebebin ülkeye bir sıkıntı gelmesin ve parti bölünmemesiydi. Ben 31 Mart seçimlerine karşı eleştirilerimin tümünü sayın Cumhurbaşkanımıza ve sayın Binali Yıldırım'a aktardım. Düşüncelerimi, ne yapılması gerektiğini. Birisi 17 Temmuz'da, biri 21 Temmuz'da, üçüncüsü çok kapsamlı Anayasa paketi sunulduğu zaman Meclis'e kendisinden randevu istedim 5 Aralık 2016'da, ve bugün manifestoda zikrettiğim siyasal sistemle ilgili eleştirilerimin tümünü, şu sonuçlar doğabilir diyerek kendisine arz ettim. Daha sonra Afrin Harekâtı başladığında bu sefer daha fazla kapsamlı, düşünce özgürlüğünün olmadığı, demokratik ülke niteliğinin zedelendiği, MHP ile ittifak ilişkisinin bazı olumsuz sonuçlar doğurduğunu, bütün bunları 3.5 saatlik  toplantıda 30'a yakın sayfadan oluşan bir metinle arz ettim. 

Susarak içeride beklemek doğru değildir ve zaten bu yapılıyor. Ama ben susmadım, çalışarak yaptım. Anlattım. Bundan sonra da aynı yöntemi devam ettirmem olmazdı. Susarak başka ne söyleyeyim. Söyleyecek şeyleri söylemişim. Şu anda susmak yaygın kültür. İnsanlar susup övgü ile konuşuyor. Ekonomik kriz yok dendiğinde yok diyor insanlar. Yahu ekonomik kriz var. İnsanlar bunu hissediyorsa sizin yok demenizle yok olmaz. Kapalı kapılar ardında sıkıntılar konuşuluyor bir araya gelince sorun yok diyorsunuz. Şu anda partide olan birçok arkadaş arayarak biz bu manifestonun altına imza atardık dedi. Derler ama imza atmak mümkün değil. 

(Susarak ayrılanlar kim?) Benim kastettiğim kendimle ilgili. Sayın Babacan bir açıklama ile ayrıldı ama belki bir yöntem farkı. Saygı duyarım herkesin kararına. Ben kapsamlı bir şekilde AK Parti'nin vicdanına, terine, emeğine hürmeten, içeride hüznü yaşayarak devam edeceğim.  Bu saatten sonra parti kurmak bölücülüktür sorusuna gelince, hayır arkadaşlar, demokrasilerde parti kurmak bölücülük değildir. (AKP içinde eleştirmeye mi devam edeceksiniz?) Şubat ayında benim gibi şikayet edenlere gelin de bir yapı kuralım demedim. Ama bana gelip de  nereye gidiyoruz diyen arkadaşlarla hep ilişki içinde oldum. Bunu gizlemem de. Bana kim görüşmeye gelirse de kapım açık. Her şey iyiye gitseydi  siyasete girmeyi düşünmez, kitap yazardım. Tekrar bu açıklamalarla risk alıyorum, husumet çekiyorum, çünkü şu anda yeni şeylerin söylenmesine 2001 gibi ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Eğer bunu söylemezsek tarih önünde sorumluluk olduğunu düşünüyorum. 

Ümidim gittikçe zayıflıyor. Çünkü konuşulması gereken ana konular konuşulmuyor. Gerçeklikten kopuluyor. Ekonomik gerçeklikten kopuluyor.

(İsmail Saymaz: Anladığım kadarıyla parti içine son kez sesleniyorsunuz? Manifestoda iki kritik ölçüden bahsetmişsiniz; Partili cumhurbaşkanına itirazınız var, ailenin devlet katlarına çıkarılması diyerek Berat Alabayrak'ı kastetmişsiniz. Cumhurbaşkanı bunlardan vazgeçer mi?  Partili cumhurbaşkanına itirazınız varsa vaktinde neden kamu önünde buna itiraz etmediniz?) Doğru tespitler. Ben de bunu muhasebesini yapıyorum. Erdoğan'la aramızda dış politika değerlendirmesi yaparken o Başbakan iken, dedim ki iki büyük şey yaptınız; bir, devlet hayatına çok insan kazandırdınız. İkincisi de aileniz hiç siyasete karışmadı. Bunlar büyük erdem dedim. 

O dönemlerde cumhurbaşkanımıza hakaret edenler siyasetin tam merkezinde. Cumhurbaşkanımızın benim bir çekilip düşünmesinde fayda olduğunu görüyorum. O gün subay evlerinde aile hayatının karışmaması çok büyük erdemdi. 7 Haziran  seçimleri ertesi milletvekilleri adaylıkları söz konusu olduğunda  Cumhurbaşkanımızı veya Berat Beyi düşünerek değil, o dönem çok sayıda siyasetçiden kendi oğlu ile ilgili planlamalar geldiğinde  baktım ki bu başka bir görüntüye yol açacak, MYK'da karar  aldırdım. Birinci derece akrabaları milletvekili aday adayları olamaz diye. Ki biz elemeyelim. Bunu yaparken aslında hepimizin aile ile devlet hayatını ayırmasını sağlamaya çalışıyorum.

"Cumhurbaşkanı Yardımcısı mutlaka seçimle gelmeli, bakanlar Meclis'ten onay almalı"

Aile hayatına özen gösterilmeli. Kimsenin Kılıçdaroğlu ya da Erdoğan’ı özel hayatı üzerinden eleştirmemesi gerekir. Gezi eylemlerinde yapılan saldırılarda Erdoğan’ın yanındaydım. Albayrak’a yapılan aile eleştirisi değildir, bakandır, bunları göğüslemesi lazım. Eğer içeride bir revizyon olacaksa bu çizgiyi net çekmek gerekir. Cumhurbaşkanlığı - genel başkanlığa gelirsek; bir yıllık tecrübe bize şunu gösterdi, partili cumhurbaşkanı olunca partinin yapısı etkileniyor. Cumhurbaşkanı da insan, birinden birine yoğunlaşınca diğeri ihmal ediliyor. 15 Temmuz’da ben Meclis’teydim bence genel başkan konuşmalıydı ama genel başkan yardımcıları konuştu. Erdoğan konuşmayınca Kılıçdaroğlu da Akşener de konuşamadı. Siyasi rekabet genel başkan tarafından götürülse Cumhurbaşkanlığı zarar görmez, hakem görevini yürütebilir.

Herkes şunu bilmeli ki 15 Temmuz’dan 6 ay sonra yapılan bir oylama bu. 15 Temmuz’un etkisi var. Parti içinde bir kriz çıksa darbeciler umutlanabilirdi. Ben bunları 'Kaygılarım var' diye Cumhurbaşkanı’na ilettim. Bu kaygılarla ben kampanyaya katılmam dedim. Konya’da çıktım ama ağır eleştirilere rağmen 'evet' oyuna çağrıda bulunmadım. Bununla da elimden gelen imkanlarla gerekli mesajı verdiğimi düşünüyorum. Genel başkanlık ayrılmalı, cumhurbaşkanı yardımcısı kesinlikle seçimle gelmeli. Bakanlar mutlaka Meclis'ten onay alarak göreve başlamalı. Yasama güçlendirilmeli. Milletvekillerinin ağırlığı artırılmalı. Yargı bağımsızlığı teminat altına alınmalı. Bunun için de Meclis'ten atanan yargı üyeleri ile Cumhurbaşkanlığı arasında bir denge sağlanmalı. Yargı mekanizması üzerinden gelinmeli. Yasanın güçlendirilmesi şart. Müsteşarlıkların kaldırılması yanlış olmuştur. Bakanların siyasi ve teknokratik nitelikleri netleşmeli. Teknokratsa siyasi olmamalı. Toknokrat bakanlıkların olması devletle bakanlığın bağını kopardı. Şimdi karma bir şey var. Eskiden arada başka mekanizmalar vardı. Nihayet Türkiye'yi yüzde 50+1'e mahkûm etmek çok büyük bir hata olmuştur. Şimdi MHP ile AKP, CHP ile İyi Parti arasında yazılı bir metin yok . Herkes istediği andan koalisyonu bozup başka bir kulvara geçirebilir. 

MHP ile ittifakla Kürt oylarını kaybetme ihtimalimiz olduğu için Meclis’teki çoğunluğu kaybedeceğimizi Cumhurbaşkanına ilettim. Bazı konularda uzlaşma sağlanabileceğini düşünüyorum. Cumhurbaşkanı yardımcısının seçimle gelmesi. Yasamayı güçlendirecek tedbirler alınabilir. Bazı şeyler doğrudan yapılabilir. Yapılabilir ama yapılır mı bilemem.

Davutoğlu'ndan Ali Babacan ve Abdullah Gül sorusuna yanıt

(Partiden ayrılma opsiyonunuz masada duruyor. Peki, Babacan ve Gül ile arkadaşları bu kararı aldılar. Neden onlarla birlikte değilsiniz?) Sayın Gül ve Babacan'ın parti kurma konusunda bir irade beyan ettiklerini ben duymadım. Babacan ile bir yıldır görüşmedik. Babacan çok değer verdiğim, ben bakanken o başbakan yardımcısıydı, aramızdaki hukukun ölçüsü yoktur, derin bir hukukumuz var. Hep bir güven ilişkisi oldu aramızda. Hep güvenmişimdir kendisine. 1 Kasım’da ısrarla olmasını istediğim arkadaşlarımızdan biriydi. Çünkü Türkiye'nin Babacan gibi arkadaşlara ihtiyacı var. Her zaman vardır. Benimle beraber olsun olmasın. Yetişmiş devlet adamlarından bir kişiyi bile ihmal veya israf etmek bir milletin yapabileceği en ağır israftır. Hakkında herhangi bir olumsuzluk olmayan bir devlet adamının gitmesi en büyük israftır. O süreç içinde bir yıl içinde çok istişarelerde bulunduk. Muhtemelen Babacan benim manifestomu okuduğunda kendisi de imza atacak nitelikte görmüştür diye düşünüyorum. Ben bu konuda da elimden geleni yaptım, beraber olabilmek için. Parti içinde de dışında da, hep konuştuk. Önümüzdeki dönem ne gösterir bilemem ama bu soruyu Ali Bey'e de sormak lazım.

"Ali Babacan'a soruşturma başlatıldığında aradım, destek verdim"

Benimle çalışmış herhangi bir arkadaşıma haksızlık yapılmasına tahammül göstermem. Ali Babacan'a soruşturma başlatıldığında aradım, destek verdim. Babacan'ın bürokratik ciddiyetine, titizliğine şahidim. Onun arkasında durmak benim görevim. Bu kim olursa olsun. Manifestodan sonra kendisiyle görüştük. Dostane bir görüşme oldu. Öneri götürmedim. 31 Mart öncesinde Ali Bey’e 31 Mart'tan sonra Türkiye'yi kritik bir zaman beklediğini, hepimizin konuşması gerektiğini, beklemek gerekmediğini, 31 Mart’ta AK Parti çok büyük oranda bir zafer kazansa da kazanamasa da yanlış gidenleri söylememiz gerektiğini söyledim. 

Ali Babacan ve Abdullah Gül ile neden beraber olmadığımızı bilmiyorum.

(Suriye konusunda bir pişmanlığınız var mı?) Sayın Esat’la ilk görüşmemiz Şubat 2003, Irak savaşı başlarken gittim, Irak Savaşı’nı engellemek için ilk önce Suriye ile temasta bulunduk. O zaman da bana Türkiye’nin eksenini kaydırıyor deniyordu. O zamandan sonra aramızda güven ilişkisi oldu. 62 kere gittim ben Suriye’ye. Vizeleri kaldırdık. Arap Baharı başladığında biz Suriye’yi korumak için her şey yaptık. 

Pişman mısınız? sorusuna cevaben söylüyorum, Suriye’de tek bir yürek yıkıldıysa onun hüznünü içimde hissediyorum ama gereken her şeyi yaptık. Beşer Esad’ın ve Suriye’nin böyle bir facia yaşamaması için bütün uyarıları yaptık. Esad’la benim yaptığı 6.5 saatlik görüşmede Esad bana beyaz kağıt vermiş de ben reddetmişim gibi iddialar var. Mezhepçilik yapmadık. Esad o zaman da Nusayri idi. Biz bilerek ilişkiye geçtik.

Suriye'de elimizden geleni yaptık. Yetersiz kaldığımız yerler de oldu. 

Suriye konusundaki bütün olumsuzlukları bana yükleyip kendinizi bu işin dışında tuttuğunuz zaman... Ben buna 'siyasi ahlaksızlık' derim.

'Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılacağım' diye bir ifadem yok. Kimin söylediğini herkes biliyor. Algı operasyonu yapılarak bütün bunlar bizim üzerimize yakıştırılıyor.

"DEAŞ'a karşı operasyon emrini veren de 2015'te biziz. Aynı dönemde emniyetteki, ordudaki FETÖ yapılandırmasını göz önünde bulundurun. Bakan arkadaşları bana yapılan gibi hedef göstermek istemem. İçişleri Bakanlığı'na bunu neden yaptınız diye sorulmuyor ama Dışişleri Bakanlığına soruluyor. Sınır güvenliğini sağlamak benim görevim mi?" dedi. Dışişleri Bakanlığı'nda FETÖ'den dolayı soruşturma geçirenlerin sayısının bir elin parmağını geçmeyeceğini kaydeden Davutoğlu, "Somuttan kaçamayız. Varsa bir hata hepimiz bunları eleştirmeliyiz. Ama Dışişleri Bakanlığı'ndakiler KPSS üzerinden gelmiştir" diye konuştu. Davutoğlu, akademisyenliği döneminden bu yana Fetullah Gülen'e karşı olduğunu belirterek, Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde dinlenildiğini hatırlatarak "O dönem onun dışında telefonları dinlenen en üst düzey devlet yetkilisi bendim.

Aynı dönemde emniyetteki, ordudaki FETÖ yapılanmasını göz önünde bulundurun. Arkadaşları, bana yapılan gibi hedef göstermek istemem. İçişleri Bakanlığı'na bunu neden yaptınız diye sorulmuyor ama Dışişleri Bakanlığı'na soruluyor. Sınır güvenliğini sağlamak benim görevim mi? (Dışişleri Bakanlığı'ndaki FETÖ yapılanmasının sebebi kimdir peki?) O dönemde FETÖ'nün yapılanmadığı yer mi vardı?

Dışişleri Bakanlığı'nda bu konudan dolayı soruşturma geçirenlerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Somuttan kaçamayız. Varsa bir hata hepimiz bunları eleştirmeliyiz. Ama bir kere Dışişleri Bakanlığı'ndakiler KPSS üzerinden gelmiştir.

Elimizden geleni yaptık ama eleştiri her zaman hakkınız.

(Perinçek sizin, Babacan ve Gül'ün FETÖ'nün siyasi ayağını oluşturduğunu söylüyor.  Siz misiniz FETÖ'nün siyasi ayağı?) Benim akademik hayatıma ve düşünce yapıma bakıldığında, politikalarımı takip ettiğinizde de benim bu yapıyla aramdaki mesafe görülür. Ofisi dinlenen en üst düzey bürokrat benim. Dışarıda ve içeride bu konuda en çok saldırıya uğrayan da benim. 

FETÖ elebaşının ikna edilerek Türkiye'ye getirilmesi gerektiği, en azından kontrol edilebileceği kanaati uyarınca bunu sağlamak üzerine Fethullah Gülen ile bir görüşme gerçekleştirdik. O da bizi vakti var diye oyaladı. Gelip uyarıda bulundum, bu kişinin niyeti iyi değil, gelmeye niyeti yok, bizi oyalamaya çalışıyor dedim. Başbakan'a da bunu rapor ettim. 

(İsmail Saymaz: 2012 yılında mülteci sayısı 100 bine ulaşırsa onları Suriye'de ağırlamak gerekir, 600 bine ulaşırsa kırmızı çizgi aşılmış olur demişsiniz) Uluslararası toplumu uyarmak için söylediğimiz bir şey. Biz bunu sınır ötesinde halledemezsek sınırlarımız içine girer bu sorun dedim. İkinci hesap hatası uluslararası toplum dediğimiz toplumun Suriye konusunda bu kadar riyakar bir tutum takınacağını düşünemedik. İdealist davrandığımız doğrudur. Kimyasal silah kullanımı tespit edildi. Hiçbir şey yapılmadı. Bu uluslararası hukuk meselesi. Uluslararası hukukun bu kadar ayaklar altına alınacağını kimse tahmin etmedi. Bunun sonuçlarını bir şahsa, hatta tek bir ülkeye yüklemenin doğru olmadığını söylüyorum. 

(Akif Beki: PYD politikası doğru mu yönetildi?) Süleyman Şah türbesinin taşınması konusu milli Güvenli Kurulu'nda alınan karardır. Sanki 1921'de taşınan toprak ile bizim taşıdığımız toprağın aynı olduğu düşünülüyor. PYD ile yürütülen o şeyler Erdoğan'ın başlattığı çözüm süreci devam ederken yürümüştür. Kürt halkını rencide edilen her türlü söylemin karşısındayım. Bunun Tükiye'nin birliğine zarar verdiğini söylüyorum.

smail Saymaz: 10 Ekim Gar katliamından sonra 'şimdi anketler geliyor kamuoyunun nabzını tutuyoruz, oylarımızda yükseliş trendi var'; Van'daki konuşmanızda 'AKP iktidarı indirilirse buralarda beyaz toroslar dolaştırılacak' demişsiniz) Gar Katliamı ile ilgili de olay yerine ilk giden benim. O katliam Türkiye'deki siyasi ortamı zehirlemek için alçakça yapılan bir terör saldırısıdır. Katliamla oy artışı arasında hiçbir bağ kurmuyorum ben. Katliam konuşulduktan sonra ayrı bir soru var burada. O zaman oylarımızda artış gözlemliyorum diyorum. İkisi arasında hiçbir bağ yok. Bunu söylemeyi ahlaksızlık olarak görürüm. Siyasi bir menfaat beklemem söz konusu  değil. Beyaz Toroslar ise Van'da yaptığım konuşma. O dönemde PKK ve HDP öyle bir terör havası estiriyorlardı ki o mitinge bile yansıyan bir asayiş sorunu vardı. Türkiye'de kamu düzeni sağlanamazsa 90'lı yılların hadiselerini canlandırmak isteyenler çıkabilir dedim. 

(S-400'ler) Türkiye’nin kendi egemenliği içinde alacağı her tedbir haklı tedbirdir.

Türkiye Rusya ilişkileri derinleşmesi doğrudur ama alternatifler üretilmeden bu ilişkinin derinleştirilmesi ileride sorunlar doğurabilir.

Amerika ile ilişkilerin yeniden masaya yatırılması, kurumsal düzeyde aradaki ilişki nereye gidiyor diye konuşmak gerekir. Avrupa ile ilişkiler mutlaka rehabilite edilmeli.

2012 Haziran’ında Suriye uçağı bizim uçağı düşürdü. Başbakanımız o dönem angajman kuralları ilan eti. Türk sınırına 5 km yaklaşan uçaklar vurulur şeklinde. Bu andan itibaren yerine getirilen talimatlar Başbakan’dan alınmış sayılır. Ben başbakan olunca bu angajman kuralları yenilendi. G-20 Zirvesi nedeniyle Putin geldiğinde bu konulara dikkat edilmesi gerektiği söylendi. Bizim hava sahasına girip Bayırbucak Türkmenleri vuruluyordu. Bunlar Rusya’ya iletildi. Rus uçağı düşürüldüğünde kesinlikle açıklama yapmayacaksınız, ‘ Sınırlarımızda kimliği belirsiz bir uçak düşürülmüştür’ diyeceksiniz dedim. Rusya ile de bu durumu paylaşmamız lazım dedim. O arada da Rusya aynı şeyi düşünmüşüz gibi uçağımız düşürülmüştür diye açıklama yaptı. Hangi işgüzar bilmiyorum ama 10 dakika sonra Cumhurbaşkanlığı’ndan Rus uçağını düşürdük diye bir açıklama yapıldı. Hemen Genelkurmay Başkanı'yla görüştüm, bir iletişim hatası olduğunu söyledi ve o açıklama 2 dakika içinde geri çekildi. Komşu ülkelere izah edin, kimse bu olaydan sonra kaygı duymasın dedim. Putin’in hemen aranmasını arz ettim Cumhurbaşkanı’ndan. Ben öğleden sonra hükümete açıklamak üzere ayrıldım. Akşam 5’te görüştüğümüzde Putin’den sert bir açıklama geldi. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum. Olayın seyri budur. Sonra Ruslar ile iletişime geçtiğimizde bu yanlış açıklamanın neye sebebiyet verdiği ortada. Bir gün sonra grup konuşmam var. Diyorum ki Rusya bizim dostumuz, bir iletişim hatasından dolayı bu ilişkiye zarar verilmemelidir. Bunun Rus uçağı olduğu bilinseydi bu netice olmazdı dedik.

Perde gerisi diplomasiye izin vermek gerekir. Ben ne denmemesi gerektiğini söyledim. Kim yaptırdı o açıklamayı? Reuters o açıklama üzerinden verdi ve o arka kapı diplomasisinin imkânı kalmadı. Ben hiçbir krizi tansiyon yükselterek yönetmedim. Peki talimatı kim verdi? O güvenlik toplantısında genelkurmay başkanımız haklı olarak dedi ki, pilotla ilgili çok söylemler var. FETÖ’ydü bilmem neydi. Bunu araştırın dedim, bu pilotun bir yanlışı varsa derhal tedbir alın yok değilse bana bilgi verin. Silahlı kuvvetlerimizin vatan görevi yaparken tereddüt etmesine ben izin vermem. Sorumluluk bana aittir. Ertesi gün geldiler, geçmişini kontrol ettik ve herhangi bir FETÖ geçmişi yok dediler. Bunun üzerine bir açıklama yaparsanız güzel olur dedim. Talimatı ben verdim dediğim cümle, o Rus uçağı ile ilgili talimat değildi. Ben öz eleştiri yaparım. Nitekim Suriye’de hesap hataları olduğunu söyledim.

Hakaretlerin beni en çok üzen tarafı, omuz omuza verdiğimiz arkadaşlarımızın sessizliği. Cumhurbaşkanı’na da söylüyorum, bu ortak sorumluluğumuzdu demeli. O gün o kulisin sebebi, perde gerisi diplomasiye izin verilmemesiydi.

(Genel Başkanlık önerseler AKP’ye gider yorumları var?) Zihninizin sürece ayarlı olması lazım. Dinamik süreç yürüten devlet adamları net takvimlerin şartları oluşmadan söylemez. Herhalde hiç kimse bu netlikte bir manifesto yayınlayacağımı beklemiyordu. Ben bu manifestoyu Ocak ayında hazırlamıştım. Kafamda bir plan var. Gönlüm ister ki Cumhurbaşkanımız manifestoda geçen teklifleri göz önüne alır, partiyi yeniden kurumsallaştıracak adımları atar, ben de kitaplarımı yazarım. Bu olmadığı anda da atılması gereken adım, üstlenmesi gereken bir misyon varsa, ne olması gerekiyorsa yaparım.

Prensipte ben 23 Haziran seçimlerine karşı çıktım. AK Parti’nin bir travma yaşamaması için karşı çıktım."


Yavuz Oğhan kişisel sosyal medya hesabı Twitter'dan program öncesi şu fotoğrafı paylaştı: