Kültür-Sanat

Dokuz "onulmaz" soru: Orhan Tekelioğlu ile Olav H. Hauge şiirini çevirmek üzerine

"Hauge'nin şiirlerini, deyim yerindeyse, bir 'işaretler kılavuzu' olarak gördüm, öyle okudum, öyle çevirmeye çalıştım."

30 Ekim 2021 00:00

Nalan Kurunç

1. Elma Bahçesinden Olav H. Hauge'nin Türkçedeki ilk seçki şiir kitabı. Hatta Olav H. Hauge Norveççeden Türkçeye çevrilen ilk şair. Ve Norveç edebiyatının en büyük şairlerinden biri olarak kabul ediliyor. Neden Hauge? Konuştuğu diyalektin kanonik Norveç edebiyatından "ayrıksı" olması da tercihinizde belirleyici oldu mu? Buna ek olarak Hauge'nin müzikle ilişkisini de merak ediyorum, çünkü bazı şiirlerinde doğrudan göndermeler var. Sever miydi, öyleyse şiiri ne tür ("geleneksel", "avantgart", "atonal" vb.) bir müzik olarak düşünülebilir?

Âdet olduğu üzere soruya son kısmında başlayacağım. Olav H. Hauge müziğe meraklıydı, birçok şiirinde bunun izlerini görebiliriz, özellikle Norveç halk müziklerine ve Batı Klasik müziğine demek daha doğru olur. Popüler müziklere pek bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum, okuduğum kadarıyla günlüklerinde de böyle müziklerden söz etmiyor. Ancak konu Hauge oldu mu, özellikle bir besteciden söz etmek gerekiyor. Yaşadığı yere çok yakın bir yerde yaşayan ve şimdilerde yeniden ünlenen Geirr Tveitt (oldukça ilginç bir besteci, Grieg ekolünün, "ulusalcı" neo-romantiklerin son temsilcilerinden) ile dostluğunu "saklamayan" nadir insanlarından biriydi. "Saklamayan" derken Norveç kültür tarihindeki bir başka meseleye de girmek durumundayız. Tam bu noktada, Nazi sempatizanları ya da 2. Dünya Savaşında, Alman İşgalini biraz da sevinçle karşılayan "milliyetçi" kültür insanlarından söz etmemiz gerekiyor. Türkiye'de pek bilinmese de örneğin Knut Hamsun bu insanların başında geliyordu (Hamsun'un Nazi düşüncesiyle ilişkisi çok karmaşık ve kişisel hayatıyla doğrudan alâkalıdır) ve savaş bittiğinde o ve benzerleri (doğrudan desteklemese de Geirr Tveitt de bu isimler arasındadır) Norveç kültür tarihi açısından "tabu" isimlere dönüşmüş, yıllarca derin bir suskunlukla geçiştirilmiştir. Kısaca değinecek olursak Hitler, Norveçlileri Alman ırkının "bozulmamış" bir hâli olarak görüyor, Norveç'e özel bir anlam yüklüyor "Kadim Germen Irkının" en saf hâliyle bu ülkede bulunabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle, Norveç'te savaş öncesinden itibaren Hitler sempatisi artmış, işgale rağmen savaş esnasında Norveç'te Ulusal Cephe olarak bilinen pro-faşist harekete üye olanların sayısı dörtyüz bin kişiyi, yani nüfusun yüzde onunu geçebilmişti. Bir fikir vermesi açısından, işbirlikçi rejime karşı çıkan, Müttefiklere yardım eden "direnişçilerin" sadece onbin kişi olduğunu da not edelim. Neyse ki, Hauge'nin Ulusal Cephe'yi desteklediğine dair elde hiçbir somut kanıt yok, siyasal düşüncelerini de pek bilmiyoruz (ancak ölümünden sonra keşfedilen ve yaklaşık dört bin sayfa uzunluğundaki günlükleri de hiçbir ipucu sağlamıyor) ama onu baş tacı yapan, ünlenmesine neden olan Profil Dergisi çevresi (genç ve atak edebiyatçılar ki neredeyse hepsi sonradan ünlenmiştir) basbayağı solcuydu, Norveç'te çok güçlü bir hareket olan Maocu çizgideydi. Hauge'nin bu konuda (Profilcilerin ona olan hayranlığı) oldukça eğlenceli bir şiiri de var (Çin Seddinin Kapılarında). Bu şiiri ne yazık ki henüz çeviremedim.

Ulusalcı olmayan pek de bir şey yok zaten Norveç'te, bunu da mutlaka bir yere not etmek lâzım. Meselenin arkaplanında bir başka nokta, "moderniteye geç kalma" durumu öne çıkıyor. Avrupa'da en son tam bağımsızlığını elde etmiş ulus-devlettir Norveç, ancak 1905 Yılında İsveç ile olan zoraki birliğini bozabilen, İsveç'ten önceki "büyük abisi" Danimarka'nın dilini yıllarca kullanmak zorunda kalan, İskandinavya'nın bu her daim "küçük kardeş" kalan bu ülkesi, bağımsızlığını kazandıktan sonra milliyetçilik rüzgârlarından kendini bir türlü koparamaz. Bu uzun parantezden sonra konuya, yani savaş öncesi ve savaş yıllarında Hauge'nin neler yaşadığına dönersek acılarla dolu bir hayattan başka bir şey bulamayız. Başta ağır bir depresyon olmak üzere ciddî ruhsal sorunlarla boğuşarak (akıl hastanelerine uzunu süreli olmak üzere yatmak dahil) geçirmişti o yılları, üstelik hiç de sosyal biri değildi, kimselerle görüşmüyor, bahçesiyle uğraşıyor, fırsat bulduğunda kitap okuyor ve belli ki şiir de yazıyordu. Hauge ile Tveitt ilişkisine gelince, her konuda anlaşamasalar da dosttular, birbirlerine mektup yazıyor, arasıra yüzyüze görüşüyorlardı. Tveitt'in müziğini seviyordu belli ki Hauge, bazı şiirlerini bestelediğine göre Tveitt de onu. Atonal eserler veren bir besteci değildi Geirr Tveitt, Hauge'nin şiirini de böyle bir mecazda (atonal olarak) düşünemem. Avangarttı ama Hauge ama gelenekseli (folklorik) de "temellük edebilen", Geirr için asla öyledir diyemem.

Sorunun en başına dönersek, kitabın giriş yazısında ayrıntılarıyla anlattığım şekilde, Norveç'te okurken Norveçli arkadaşlarım sayesinde bu şiirle tanıştım. Ama sadece "tanıştım", ilk okuduğumda dilini çözebildiğimi söyleyemem. Fakat, ona hayran olan arkadaşlarım (o yöreden ve Norveç Edebiyatı bölümünde okuyan) bu şiiri bana çevirmeye, anlaşılır kılmaya çalışıyor ve öyle bir "iştahla" anlatılıyorlardı ki, ben de yavaş yavaş anlamaya ve zevk almaya başladım. Döndükten sonra (1991), Hauge'nin o güne kadar yayınladığı şiirlerin toplandığı kitabı (ölümünden sonra yeni şiirler de eklendi) bir türlü elimden bırakamadım. Anlamak istediğimde artık kimseden yardım alamazdım. Yine de elimde, dönerken yanımda getirdiğim iyi Norveççe sözlükler vardı. O dahil, sürekli olarak Norveççe şiir (arkadaşlarımın tavsiyesi ile birçok önemli şairin kitabını da dönerken satın almıştım) okumaya başladım. Özetlersem, özellikle Yeni Norveççe ("yenisini", "eskisini" birazdan, 2. Soruya cevap verirken anlatacağım) bilgim arttıkça Hauge'nin şiirini çok daha iyi anlamaya başladım. Bir nokta geldi ki artık çevirmem gerektiğini düşündüm, denemelere başladım. Çeviriye başladığım tarih sanırım 1990'ların sonları olmalı, tabii ki çok yavaş ilerleyen bir süreç oldu.

Ancak asıl soru şu: Neden özellikle Olav H. Hauge? Birçok eksik yanı olacağının bilincinde olarak bu soruyu şöyle cevaplayabilirim. İyi kötü, Türkçe ve bildiğim diğer dillerde düzenli olarak şiir okuyan biriyim ve sade bir şiir okuru olarak Hauge'nin şiirlerini anlamaya başladıktan sonra, hele bir de çevirmeye yeltenince beni çok etkilediğini fark ettim. Bu şiir düşüncelerimi, inançlarımı, dünyayla ilişkilerimi sorgulamama yol açtı, hâlen de açmakta. Öncelikle, matah bir şey olduğunu düşündüğüm "şehirli" kültürümü sorgulamama, pek önemsemediğim "taşrayı", "kırsalı" keşfetmeme, bildiğim "solculukların" yanına bir dizi soru işareti koymama, yerellik, ulusallık gibi konularda çok farklı düşünmeme, yerel ağızlar, lehçeler konusunda "kendime gelmeme" ve en önemlisi, doğayı ve doğalı yeniden keşfetmeme vesile oldu. Hauge'nin globalden beslenen yerelliği beni de "yerelleştirdi" diyebilirim.

Aslında konuştuğu diyalekt, odağında Hauge'nin yer aldığı çok katmanlı bir varoluşa da işaret ediyordu. Hauge'nin şiirlerinde o diyalektin beşerî bir boyutu, kültürel varoluşu, sosyal ve fiziksel coğrafyası da gizliydi. Norveç'in bu ücra köşesinde, kronik psikolojik sorunlarla didişen bir bahçıvanın (işinden de hoşnut olmadığını biliyoruz) dünya edebiyatına hakimiyeti, kendi kendine diller öğrenmesi, birçok önemli şairi okuyabilmesi, bazı çetin ceviz şairleri çevirmesi, üstüne üstlük şiirini bir "merhem" gibi yazabilmesi beni Hauge'yi çevirmeye mecbur etti. Yabanıl, modernite-dışı bir "yücelikle" karşı karşıya olduğumu ve bunun, bende de olduğu gibi, bu tuhaf dururumun bazı insanların hayatına dokunabileceğine inandım ve çevirdim. Hâlen de çeviriyorum, ikinci kitap da bitmek üzere. Bu seferki toplam, Elma Bahçesinden'in "geriye doğru" devamı gibi olacak. Elma Bahçesi, son üç kitabımdan seçmeleri içeriyor. Artık iyice ünlendiği yıllar. Bu kez, son üç kitabından önce yayımlanan, şairin henüz yeterince fark edilmediği (Profil Dergisi şairleri hariç) dönemi kapsayan üç kitabını temel alıyorum ve şimdiden bir isim bile buldum: Erken Hasat. Bu arada, Hauge'nin yayımlanmış toplam yedi kitabı var, böylece ben de ilk kitabı hariç yayımlanmış altı kitabından kapsamlı bir seçmeler toplamını çevirmiş olacağım. Birçok "ilk kitap olma" arızası olan yapıtı ise belki daha sonra çeviririm. Bundan sonra, Günlüklerinden yapacağım seçmelerden oluşan bir kitap hazırlamak istiyorum ama arada aklıma takılan başka Norveçli şairler de var, örneğin, Paal-Helge Haugen ve Yeni Norveççeden ilk çevirdiğim Tarjei Vesaas gibi. Belki önce onları çevirir, sonra günlüklere dönerim.

Konuştuğu diyalektin ayrıksılığı ve güçlüğü ise, kelimenin tam anlamıyla benim için bir "meydan okuma" oldu. Hauge marifetiyle Yeni Norveççeye (gramerin ötesinde, kültürel boyutlarıyla) gerçekten hâkim olup olamadığımı denemek istedim, bir tür sınav olarak gördüm ve bu işe soyundum. Sonucunu, başarısını tabii ki bilemem, bunu ancak okuyanlar ve tabii ki her iki dile de vâkıf olanlar değerlendirebilir. Ama neticede ve her şeyden önce, Norveççeden bir şairi derli toplu olarak, hem de anadilinden ilk kez çevirdiğini bilmek iyi bir his. Hele bu şair Hauge ise.

2. Kitapta Hauge'nin konuştuğu diyalektin (Hardanger Lehçesi) nedeniyle henüz kurulma aşamasında olan kanonik Norveç edebiyatında önemli bir "dil" avantajına sahip olduğunu belirtiyorsunuz, bunun da çevirmen açısından zorlayıcı olduğunu ekleyerek. Nasıl bir yöntemle, seziyle karşıladınız tüm bunları?

Bu tarihi okuyarak, öğrenerek, kültürel ve sosyal kodlarını mümkün olduğunca anlayarak çözümlemeye çalıştım. Kullandığı dilin bir buzdağının görünen yüzü olduğunu tahmin edebiliyordum ama sonunda İzlandaca sözlükler karıştıracağımı, Viking Sagalarına (efsanelerine) bakacağımı, bir nebze de olsa o meselleri öğrenmek zorunda kalacağımı düşünmemiştim. Bu arada, Yeni Norveççenin tarihsel kökenleri anlamam açısından, "dilde ulusalcılık", "gecikmiş modernitenin tetiklediği Norveç'e özgü Edebî Kanonun ne olacağı üstüne yapılan yayınları okumam gerektiğini zorluklara eklemiyorum bile. Şanslıyım ki, akademik ilgilerim dolayısıyla bu konulara dair önceden kafa yormuştum, anlamam pek zor olmadı.

Kullandığı, artık standart-dışı olan bir imlâyla (1917'de kabul edilen ve 1938'de vazgeçilen) yazdığı diyalekte gelince. Bunu anlayabilmek için öncelikle Yeni Norveççe diye tanımlanan, bizdeki Öztürkçeçi akıma denk gelen ve aslında bizden farklı olarak "başarılı" da olan bir dil hareketine bakmamız gerekiyor. Başarılı oldular çünkü şu anda okul müfredatında iki ayrı dil öğretiliyor Norveç'te, Radyo-TV yayınlarında mutlaka diyalektler kullanılıyor, edebiyatçıların hiç de azımsanmayacak bölümü bu dilde yazmaya çalışıyor (geldiği yöreye ya da sosyolojik gruba göre bazı farklar mutlaka oluyor) ama öte yandan, esasında tamamıyla "yapay" bir dil bu. Norveç, önce Danimarka'nın, sonra da İsveç'in hükümranlığı altında yaşadı Viking Çağından (Ortaçağın) bitiminden itibaren.  Danimarka döneminde resmî dil Dancaydı ve ülkede bulunan onlarca diyalekt sadece konuşma dilinde var olabildi, yazılamadı. 1905'te ulusal bağımsızlık kazanıldıktan sonra, baskılanan diyalektlerin hepsini kapsayabilecek bir sözcük dağarcığı ve ortak imlâ yaratma arzusu çok güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Tabii ki bu yönde, bağımsızlık kazanılmadan önce de öncü çalışmalar yapılmıştı. Ivar Aasen 1873'te böyle bir sözlük hazırlamıştı ve bu çalışma daha çok Batı Norveç'teki diyalektleri temel alıyordu. Bağımsızlıktan sonra hazırlanan ilk sözlükler ve imlâ kılavuzlarında bu eğilim kaçınılmaz olarak devam etti. 1908 doğumlu ve Batı Norveç'in en bilinen diyalektlerinden birini kullanan Hauge için bu durum doğal olarak bir avantaja dönüştü, Hauge için Yeni Norveççe yazmak yapay ya da zorlama bir durum değildi. Özellikle 1917'de kabul edilen imlâ yerel diyalekti ile neredeyse aynıydı ve ondan sonra da hep bu imlâyı kullandı. Bir başka parantez: imlâ meselesini bizim anlamamız pek mümkün değil, o nedenle bir iki örnek vererek işi biraz daha anlaşılır kılmaya çalışayım. "Elma" yerine "alma" yazmak kesinlikle yanlış değildir bu imlâ anlayışında. Biraz daha uç bir örnek verecek olursam: örneğin, türkülerinde kolayca duyabilirsiniz, Neşet Ertaş, kendi yöresel ağzında "gibi" yerine "gimi" der. Hauge de çoğu zaman buna benzer bir imlâyı tercih eder ve asla garipsenmez. Norveç ulusal edebî kanon anlayışında diyalektler bir zenginlik olarak görülür, varyasyonlar olması beklenir, farklı yazım alternatifleri sözcüklerde belirtilir.

Tabii ki, özellikle Yeni Norveççeden çeviri yaparken böylesi değişkenlikte bir imlâ, yerel alternatif sözcükler ve yörelere özgü deyimler bir çevirmen için kolayca bir kabusa dönüşebiliyor. Hauge'nin kendi bilgi birikiminden ve ilgi alanlarında gelen ekstraları da var: Sagalardan gelen kahramanlar, artık çok nadir olarak kullanılan deyimler, botanik terimleri ve kendisinin icat ettiği sözcükler, kullanımlar gibi. Sadece imlâsını çözemediğim sözcükler nedeniyle günlerce bitmeyen çevirilerim oldu. Neyse ki, o zamanlar geride kaldı. Çok daha hızlı çevirebiliyorum artık. Bu arada, Hauge'nin arkaik imlâsını ve tuhaf sözcüklerini abarttığımı düşünenler olabilir. Durum pek öyle değil. Nasıl bizde de bir "Ece Ayhan Sözlüğü" yazılmıştı, Olav H. Hauge'nin kullandığı sözcükler ve deyimler için bir internet sayfası var. Bir nebze işe yarasa da, her şeyi bulmak imkânsız, o nedenle çoğu kez başka kaynaklara da bakmak gerekiyor.


Olav H. Hauge'nin odasından görünen manzara

3. Elma Bahçesinden'i okurken eğer dersini iyi çalışırsan masadan bir coğrafyacı gibi kalkabilirsin, demiştim kendi kendime. Bana göre Hauge manzarayı iyi kuran bir şair. Bu manzara(lar)ın kuvvetlerini, hareketlerini, akımlarını ve bilhassa arızalarını -belki bir şiir, bir dize üzerinden- çevirmeni olarak sizden dinlemek güzel olurdu.

Sadece coğrafya mı? Benim gibi şehirde büyümüş birisi için örneğin botanik bilgisi de gerekiyor. Lâmı cimi yok öncelikle bu insanda doymak bilmeyen bir okuma iştahı (yerel kütüphaneden yüzlerce kitap ödünç aldığını, günlüklerinden okuduğunu da anlıyoruz) var, üstelik her tür kitabı alabiliyor, okuyor ve oralardan devşirdiği sözcükleri şiirlerinde kullanabiliyor. Bu nedenle şiirinde fiziksel ve kültürel coğrafyayı da içeren detaylı bir "topografya" şekilleniyor. Üç boyutlu bir düşüncenin, yazının doğası nedeniyle, iki boyutlu bir planda, bir krokide, bir haritada yazıya dökülmesi de denebilir bu duruma. Çünkü, çok soyut bir konuda yazıldığını düşündüğünüz bir şiirin arkaplanında somut, ancak o coğrafyayı, kültürü bilenlerin çözebileceği işaretler oluyor. Yakınlarda çevirdiğim bir şiiri örnek olarak kullanabilirim. İsmi "Senin Yolun" (Din veg) olan bu metni anlamak için öncelikle Norveç coğrafyasının yarattığı koşulları bilmemiz gerekiyor. Özellikle belli enlemlerin ve belli yüksekliklerin üzerinde kalıcı bir bitki örtüsü olamıyor bu coğrafyada, onun yerine bolca granit taşlar, volkanik kayalar var. Buz çağının etkisiyle bunlar ya levhalar hâlinde (sıkışıp "sandviçleştiği" için) bulunuyor ya da sert doğa koşulları nedeniyle kenarları aşınmış, yuvarlanmış hâlde. Özetle, etrafta bolca granit taş var. Ormanların bitiminden itibaren dağlık olan bir ülkede yollar, güvenli patikalar geleneksel olarak nasıl işaretlenmiştir? Çünkü aynı arazide uçurumlar, aşılmaz tepeler, derin vadiler, dağ gölleri ve diplerde, kuytularda tehlikeli bataklıklar da var. Böylece yollar, patikalar, geçitler daha da önem kazanıyor. İşte böyle bir arazide yolları işaretlemenin en kolay yolu, etraftan toplanan taşlardan piramitlere benzer tepecikler yapmak. Çok da alçak olmaması lazım bunların, çünkü kışın kar büyük miktarda yağabilir ya da rüzgârla toplanıp üstlerini kapatabilir. Artık çevirdiğim şiiri okuyabiliriz:

Senin Yolun

İşaretlemedi kimse bu yolu
yürüyeceğin
bilinmeyene,
maviliklere.

Senin yolun bu.
Sadece
senin yürüyeceğin. Dönülemez
geriye.

Ve işaretlemeyeceksin sen de,
ineceksin.
Ve silecek izlerini rüzgâr
ıssız dağda.

Taşlarla yolun işaretlendiğini bilmek tabii ki şiire topografik bir boyut ekliyor ve esasını da oluşturuyor. Esasını derken şunu kastediyorum, şiirin son bölümde "ineceksin" fiili kullanılıyor. Demek ki yola tepeden (dağ ise doruklardan) başlanacak ve sonra "aşağıya" inilecek. Hâlbuki yollar aşağıdan yukarıya doğru işaretlenir, yukarılarda genellikle yol bulunmaz. Başından sonuna bir yalnızlığın, sufî bir hissin şiiri bu. Geçeceği yolu işaretlememesinin nedeni o işaretlenmemesinde, "biricik" oluşunda, zaten rüzgâr da pusuda, geçmesini bekliyor, işaretlemeye kalkışırsa süpürmek, yolu silmek için. Soruyu cevapladım sanırım.

4. Hauge'nin şiirlerinde şeyler oldukları gibi, bir başka deyişle varlıklar bize olduğu gibi bahşediliyor ama bu her zaman böyle değil, bazen de Varlıkların kendisi o şeyler değil, kendileri değil. Bu aklıma sizin Hauge'nin poetikasını yorumlarken "rüya-yazılar" deyişinizi getiriyor; "neredeyse bir rüya görülürken yazılan, rüyasını sökmeye, anlamaya çalışan ama ürettiği metinle biz okurlara sadece bazı "işaretler", "istikametler" göstermekten öteye gitmeyen" bir poetikayı…  

Heidegger-Derrida izleğinde bir şeyler düşünerek yaptım o analizi. Heidegger'den mülhem, şairin bu "mahrumiyet çağında" (modernitenin çağı diyelim) ne yaptığının farkında olmayan bir yarı-yalvaç gibi işaretler gösterdiği önermesinin bir kanıtı gibiydi Hauge'nin şiirleri. Bu da onu, Heidegger'e göre "sahici" bir şair kategorisine sokuyor, zaten hayatı bunun bir ispatı gibi. İntihar da edebilirdi, mutlu da olabilirdi. Şanslıyız ki "mutlu mesut" ve akıl sağlığına kavuşmuş olarak ölüyor. Rüya meselesine gelince; Derrida'nın rüyaları hayatın tersyüz edilmiş ve daha da gerçek hâli olduğu argümanı ve bu çerçevede yaptığı okumalar ve genel olarak "yapıçözüm" yöntemi bana her zaman Heidegger'in mahrumiyet çağında şairler analizini hatırlattı. Bu noktadan hareketle, Hauge'nin şiirlerini, deyim yerindeyse, bir "işaretler kılavuzu" olarak gördüm, öyle okudum, öyle çevirmeye çalıştım. Simgesel bir topografya bu, tabii ki bizim somut topografyamıza hiç benzemiyor. Çevirirken farkları açıklayabilmek için bolca dipnot kullanmaktan geri durmadım. Belki daha da fazla kullanmalıydım. 

5. "Hiçbir şeyi inkâr etmeyeceğim burada ve hiçbir şeyin ricacısı olmayacağım" (Hölderlin, çev. H. Kaan Ökten). Elma Bahçesinden beni Hauge'nin bir bilge olduğunu düşündürüyor. Hölderlin'in bu sözlerini pekâlâ Hauge de yazabilirdi, ne dersiniz?

Mutlaka bir "bilge" yanı var ama ben bir önceki cevabımdaki "yarı" işaretlememde ısrarcı olacağım. Olsa olsa yarı-bilge birisi olabilir ama bence daha çok "divane" bir "rind" insan desek daha mutlu olurum sanırım. "Düşmüş", aslında seçmediği bir yola düşmüş biri, neden o yolda olduğunu bilmiyor, yol uzadıkça acıları artıyor, divâneleşiyor ama boş da vermiyor, yürümeye devam ediyor. Hayat tuhaf bir yolculuk, hiç beklemediği bir anda karşısına Bodil çıkıyor, o istekli olmasa da evine geliyor, yerleşiyor ve daha önceden öngörülemeyen bir başka şey gerçekleşiyor: akıl sağlığına kavuşuyor, sakinliyor, ilaçlardan ve cinlerinden kurtuluyor, karabasansız rüyalarla uyumaya başlıyor. Bu sefer de ömür sona eriyor. Neyse ki mutlu ölüyor, bu da bir şeydir…

6. Söylenildiği gibi Hauge'nin Elma Bahçesinden'in içinde yer alan Savaş Günlerinden şiiri Vietnam Savaşı'nın tanıklığında yazıldı diyebilir miyiz? Onun politik dünyayla ilişkisi nasıldı, bilhassa günlüklerinde ya da mektuplarında olup bitenlere dair aktarımları var mı?

Evet, Vietnam savaşının onu etkilediği aşikâr. Aslında, o açıkça savaşla ilgili şiirden sonraki iki kısa şiir (Aralık Ayı 1969 ve Yeni Yıl 1970) de savaşla ilgili ve hatta birinde sözü edilen "sarı kurt" sanırım hem Vietnam savaşına hem de 2. Dünya Savaşının sonlarında Almanların Kuzey Norveç'te yaptıklarına göndermede bulunuyor. Savaşın son günlerinde Kuzey Norveç'ten çekilen Alman Birlikleri tarlalardaki ürünleri de yakmıştı, sapsarı bir duman kaplamıştı gökyüzünü, o olaya atfen, kendilerine "kurt" diyen Nazileri de anıştıran bir "sarı kurt" metafor var şiirde. Yine unutmayalım, Vietnam'da Vietkongları yıldırmak için Napalm bombaları marifetiyle ürünler yakılmış, bombalara eklenen kimyasallar tarlaları uzun süre ürün veremeyecek hâle getirmişti. "Siyasal" diyebileceğimiz Hauge şiirleri nadir ve savaşa dair diyebiliriz. Bu bağlamda, ilk kitaplarından birinde yayımlanan, benim de yakınlarda çevirdiğim Kore isimli şiiri de örnek verebilirim. Daha önceden de belirttiğim gibi günlükler yaklaşık dört bin sayfa ve güncel siyaset hemen hiçbir şekilde yer almıyor. Edebiyat, şiir ve gündelik hayat, o kadar. Bir sonraki soruda içeriğinden bahsedeceğim.


Hauge çalışma odasında

7. Hauge, Brecht, Trakl, Celan gibi çok sayıda şairin şiirlerini çevirmiş, hatta onlar için şiirler de yazmış, Elma Bahçesinden'in içinde de yer alıyor. Sizce seçimlerinde ne(ler) etkili olmuş olabilir?

Hauge, konu çeviri olduğunda, hayatıyla bir türlü bağ kuramadığı hiçbir şairle ilgilenmiyor. Poetik söylemleri belli ki Hauge'nin iç dünyası ile bir iletişime giriyor ve onu çevirmeye mecbur bırakıyor. Zaten günlüklerinde edebiyat ama özellikle şairler ve bazen de şairinden bağımsız şiirlere ve şiir sanatına dair birçok yorum var, yayımlama kaygısı da gütmediğinden açık ve anlaşılır, övgü ya da yergilerle dolu fikirler. Aslında ya seviyor ya da sevmiyor. Bu arada, dillerini bilse kesinlikle çevireceğini anladığım Eski Çin Şiiri ve o şiirin ustalarına ayrı bir saygısının olduğunu da belirtmek gerek. Bir sevgiden çok bir hayranlık. Sanırım mesele, modern şiir ve geleneksel şiir arasında bir yerde şekilleniyor. Modern şairleri "akranı" olarak okuyup değerlendirirken, geleneksel ya da klasik diyebileceğimiz şiiri bir "ustalık" (şairden çok bir geleneğe işaret eden) olarak, modernite tarafından kirletilmemiş bir tür "saf şiir hâli" olarak görüyor. Özellikle Çin Şiiri onun için çok önemli. Örneğin, Viking Sagalarından söz ederken bir hayranlıktan çok bir merak, kendi kültürel geçmişiyle bir hemhâl olma çabası var; öte yandan, Eski Çin Şiirini ise bir yücelik, bir tamamlanmışlık, bir olgunluklar toplamı (kemâlât) olarak gördüğü söylenebilir.

Soruda sözü edilen şairler de dahil şiirlerinde, günlüklerinde sözü geçenlerin hayatları kolay geçmemiş, yaşadıkları devrin en çalkantılı dönemlerinde, kaotik tarihsel kavşakların tam ortasında yer almış, yaşamış insanlar. Burada tabii ki ilginç bir karşıtlık da var. En azından kâğıt üstünde, dünyanın en sakin köşelerinden birinde yaşamış Hauge. Ama onun da fırtınaları, çalkantıları, zorlukları olmuş, akıl hastalığı ile boğuşmak, yaşadığı yerde izolasyona maruz kalmak ("köyün delisi" olarak görülmüş ünlenene kadar), hiç sevmediği ve fiziksel olarak da yetersiz kaldığı bir işi yapmak zorunda kalmak ve kıt kanaat geçinebilmek hiç de kolay olmasa gerek. Bu şairlerle bir ruh kardeşliği içinde görüyor kendini, onların "akranı" olduğuna inanıyor. Uzakdoğu, Çin Şiirinden ise gözünü hiç ayırmıyor, "eski ustalarda" işaretler arıyor, derdine çare arıyor. Buluyor da sanırım. Çünkü birçok şiirine sinen "sufî" dokunuşlar (batılı eleştirmenler "varoluşçu" olarak okusalar da bence basbayağı "doğulu", hatta "ezoterik"), özellikle erken döneminde yazdığı depresif şiirlerini dengeliyor. İlk şiirleri, akıl hastanesinde geçirdiği zaman da düşünüldüğünde oldukça depresif, yine de "doğa"ya bakarak, ondan ilham alarak yola devam ediyor. Ünlendikten sonra "sufî" ton iyice belirginleşiyor, "doğunun ustaları" onu daha çok ziyaret ediyor, onlarla da "akran" olmaya başlıyor. Bir de üçüncü tip şiirleri var ki ben onları çok önemsiyorum. Bunlar kekre, "sinik" şiirler ve bence bambaşka lezzetler sahip. Onun çocuk hâlini (hiç ergen olamadığını düşünüyorum, çünkü çok erken bir yaşta akıl hastanesine gönderiliyor ve ağır elektroşok seanslarına maruz kalıyor), içindeki dertli ama muzip kişilikle bizi tanıştırıyor. "İronik" görünümlü ama derininde "sarkastik" ya da "sinik" diyebileceğimiz şiirler. Bunların hepsinde "anlatılan" dönüp dolaşıp Hauge'nin bir yerlerine çarpıyor. Bumerang karakterli şiirler.

8. İlk şiirleri ile son şiirleri arasında dil, biçim açısından belirgin bir fark var mı? Nasıl bir dönüşüm geçirmiş tüm yazma süreci içinde? Şairin yaşam boyu dostu ve önde gelen uzmanı olan Idar Stegane, Hauge'nin şiirini ve ruhsal gelişimini üç aşamaya ayırdığını yazıyor kaynaklar: "İltifattan düşmüş", "Yalnız yabancı" ve "Yeryüzündeki Evinde". Muhtemelen bu üçüncü aşama, eşi Bodil'le geçirdiği mutlu yıllara denk geliyor. Hauge de yanılmıyorsam onu kategorize etmelerine karşılık ironik bir şiir yazıyor "Old Poet Tries His Hand as a Modernist" [Yaşlı Şair Modernist Olmayı Deniyor].

Bir önceki sorunun sonunda "bumerang karakterli" olarak tanımladığım şiirlere iyi bir örnek, kitapta da yer alan "Yaşlı Şair Modernist Olmayı Deniyor". Profesör Idar Stagane ile tanışıklığı oldukça eski, yani yorumunda mutlaka haklı bir yan var. Tematik bir değişim olarak düşünürsek Stagane haklı zaten. Ama, ben bu soruya şöyle cevap vermeyi tercih ederim. Teknik anlamda, şiirin söz malzemesinde bir değişim olduğu söylenebilir. Yıllar geçtikçe, Hauge iyice ünlenip, okur tabanı tüm ülkeye yayılınca yerel dilden aktardığı ve ancak o bölgede yaşayanların anlayabileceği sözcükler ve deyimler azalamaya başlıyor. Bunu bilinçli olarak yaptığını sanmıyorum ama yine de çevirmen olarak kolayca gözleyebiliyorum. Yine de, örneğin imlâsı (1917 temelli) asla değişmiyor. İçeriğe gelince, sözü edilen dönemlerden bağımsız olarak asla değişmiyor. Sadece olgunlaşıyor, yaş alıyor, tecrübelerle derinleşiyor ve daha zamansız, daha evrensel temalarla buluşuyor. Hauge'nin bugün sadece Norveç'te değil, dünyanın birçok ülkesinde okunabilmesinin (otuza yakın dile çevrildiğini biliyorum) temel nedeni bir insanî varoluşa işaret edebilmesinde saklı. Bu varoluşun ipuçlarını, kendimizi modern dünya ile sınırlarsak, bulmak pek de mümkün değil. Hauge şiirini anlamak için şiirin ilk hâline (antropolojik varoluşuna), neden şiir yazılıyor sorusuna dönmek gerekiyor. Bence yaşadığı dünyanın şiirini yazmak istemeyen biri, o nedenle yolunu kaybetmiş ve kendi gibi olanlardan (sevdiği şairlerden) medet umuyor, yol soruyor.  Rezervasyonda yaşayan bir Kızılderili sanki, üstelik her şeye, yaşadığı acılara rağmen Kızılderili kalmak istiyor. İmkânsızın da imkânları var. Bodil. Bir Kızılderili hiç değil, sanmam ki öyle düşleri de var, sadece seviyor ve bu insanın hayatına girmeyi başarıyor. Bir peri masalı gibi anlatıyorum ama öyle olduğunu da hiç sanmıyorum. Ama neticede film senaryosu yazmıyoruz, iyi bir şairin şiirlerini okuyor ve mümkünse haz alıyoruz.

9. Okurlar için son niyetine… Hauge'nin Sor Rüzgâra (Spør vinden) kitabıyla ilgili araştırma yaparken yine Norveçli bir müzisyen ve şair olan Kenneth Sivertsen'in aynı adlı bir albümüne denk geldim. Belki de bir Haugen etkisidir… İyi dinlemeler.

Evet öyle, çünkü sözler doğrudan Hauge'den, şiirlerinin kullanıldığı birçok beste (popüler ve klasik müzik) var zaten. Bu söyleşiyi bitirirken son söz olarak günlüklerinden birine başvurmak, oradan her şiirseverin merak ettiği bir soruya verdiği cevabı aktarmak istiyorum. 28 Ekim 1971 Tarihli günlüğünde şöyle yazıyor: 

"ŞİİR NEDİR? Kimse bilmez. Ve bu iyi, çünkü bilinemediği sürece devam eder. Ve meraklandırır. Bir şiir nasıl oluşur? Kimse bunu da bilmez. Bu da iyi. Birarada tutar böylece bizi ve meraklandırır. Bir şiir yapmak imkânsızdır. Tanrı için de imkânsızdır. Böyledir işte. Ve böyle de kalacak. Kalacak. Böyle kaldığınca, insanlar devam edecek ve şiir yazacak. Birisi için şiir olan, bir başkasına olmaz."

Bir söz oyunu mu? Hiç sanmıyorum. Heidegger'in sözünü ettiği, şairin bu "mahrumiyet devrinde" yarı divane, yarı derviş, yarı yalvaç hâlinin, o güzel eksikliğin, o yüce tamamlanmamış lığın bir dile gelimi bu tanımsız tanım, bu "değini". İyi ki de değinmiş ve de sayfasına iliştirmiş…