Britanya’da 12 Aralık günü gerçekleşen seçimler adadaki siyasi konjonktürün de yeniden sorgulanması gerektiğini gösterdi. Jeremy Corbyn liderliğinde İngiliz İşçi Partisi, 1930’lardan beri yaşadıkları en büyük hezimetle karşılaştılar. Diğer taraftaysa toplumun güvenini kazanamadığını anketlerden açıkça bilmediğimiz Başbakan Boris Johnson, kendine rağmen galip çıktı. Margaret Thatcher’ın 80’lerde yakaladığı çoğunluğun bile üzerine çıktı.
Bu tablo, birçokları için Corbyn’in ve onun liderliğinin partisi içinde temsil ettiği aşırı-sol akımın, yani Corbynizmin de sonu. Fakat seçimlerde partilerin ideolojik durumları kadar Brexit’in de rol oynadığını reddetmek pek mümkün gözükmüyor. Zira seçim sonrasında yapılan anketlerde de İşçi Partisinden uzaklaşanların partinin politikalarını temsil eden manifestolarından ziyade lider Corbyn ya da partinin Brexit politikası yüzünden başka partilere yöneldiğini gösteriyor. Yani: Her ne kadar Corbyn istifa edeceğini açıklamış olsa da partinin ideolojik duruşunda Corbynizmin getirdiği enerji, belli bir güce sahip olmaya devam edecek. Elbette ‘Corbynizm’in ne olduğunu anlamadıkça da bu akımın yalnızca beyaz saçlı ve sakallı, siyah gözlüklü, 80’lerin solcularının son kalesi gibi gözüken lider Jeremy Corbyn’den ibaret olduğunu zannedebiliriz. Fakat durum o kadar basit değil.
Corbynizmi anlamak için, bu akımın cevap oluşturduğu eski statükoya bakmak gerekiyor. Ve o statüko, 12 Aralık seçimlerinden sonra yine sesini çıkarmaya çalışan ama eski gür tavrından eser kalmamış eski Başbakan Tony Blair’ın partiye getirdiği ‘New Labour’a yani ‘Yeni İşçi Partisi’ bakışına denk düşüyor. Bu bakış da “kazanma hırsı”yla yan yana anılmalı. Zira Blair, partisine lider olarak seslendiği son konuşmasında da demokrasilerde kazanmanın ne kadar elzem olduğuna ısrarla değiniyordu: “Benim bu partiyi sevmediğimi, geleneklerinden nefret ettiğimi söyleyip durdular. Doğru değil. Ben bu partiyi çok seviyorum. Ama nefret ettiğim tek bir gelenek vardı: Kaybetmek…”
Aslında 1997’de partinin başına geçerken ‘kazanma vizyonu’ ile yola çıkan Blair, haksız sayılmazdı. İşçi Partisi, Thatcher’ın 80’leri boyunca iktidar alternatifi olamamış, gençlerin dikkatini çekememiş, yıllarca bir solcu düşünce kulübü gibi pasif kalmıştı. Thatcher ise modern Britanya tarihinin en büyük ekonomik büyümesinde başbakandı. Onu tamamen reddederek bir yere varılamıyordu. Dolayısıyla Blair da ‘Yeni İşçi Partisi’ programının ana hedefini ‘partiyi modernleştirmek’ olarak belirledi. Parti tüzüğündeki “Labour, üretim araçlarının devlete ait olmasını hedefler” maddesinden vazgeçildi. Blair, Muhafazakârların ‘olumlu’ algılanan mirasını kabul etti. Ekonomik olarak liberal politikaları -kısmen- benimsedi. Ama üretilen kaynakların da kamu için harcanması yönünde siyaset geliştirdi. Üst üste üç seçim kazanan ilk ve bugüne kadar tek İşçi Partisi lideri oldu. Anılarını yazdığı “A Journey” kitabında da kendisini bir “radikal merkezci” olarak tanımlıyordu zaten. Merkez, kazanıyordu.
Her ne kadar Blair, toplumda çok az karşılık bulan bir kararla ABD’yle beraber Irak’a gitmiş olsa da liderliği de başbakanlığı da kaybetmedi. Parti içindeki iktidar yarışı ve 10 yılı aşan iktidar yorgunluğu Gordon Brown’ı genel başkanlığa ve başbakanlığa getirdi. 2008 yılında küresel finans krizini de dolayısıyla Brown hükümeti karşıladı; sonraki seçimlerde de Muhafazakârların “Gelecek benim” diyecek kadar kendine güvenen, genç lideri David Cameron, Liberal Demokratlarla yaptığı koalisyonla hükümet olmayı becerdi. Doğruyu söylemek gerekirse sosyal meselelerde Cameron da partisinin üzerine giderek Blair gibi ilerici politikalar benimseyebildi. Ama Blair’ın radikal boyutlara gelmesine razı olmadığı “kamu harcamalarının azaltılması” konusunda Cameron, Britanya’ya modern zamanlarının en büyük ‘bütçe kesintilerini’ yaşattı. Dolayısıyla siyasi merkezden çok uzaklaşılmadı ama siyasetin göz ardı ettiği nüfus ve toplum içinde eşitsizlik arttı. Jeremy Corbyn’in yıldızının parladığı dönemin de kapısı, hem kendi partisinin Irak fiyaskosu ve sol değerlerden -seçim kazanmak uğruna- uzaklaşmasıyla hem de Muhafazakârların merkez siyaseti sürdürürken toplumdan kopmasıyla açılmış oldu.
Blair’ın ‘modernleştirmek’ çerçevesiyle teknokratlaştırdığı partiye Corbyn, sol idealizmi tekrardan yücelterek 2015’te lider seçildi. 1983’ten bu yana Londra’nın en yoksul bölgelerinden birini Parlemento’da temsil eden Corbyn, hayatı boyunca tutarlı ve dürüst bir sosyalist profili çizmişti. Blair’e bayrak açanlardandı; Irak’a karşı düzenlenen protestolarda en ateşli konuşmaları yapıyor, partisinde herkes daha pahalı takım elbiseler giyerek ‘profesyonel’ izlenimi vermeye çalışırken Corbyn tıraş olmayı reddediyordu. Özel okullara karşı olduğu için çocuklarını devlet okullarında okutmuş, bu değerleri benimseyemeyen eşinden ayrılmıştı. Partisi İsrail yanlısı gözükürken Filistin için direnişe katılmaktan geri durmuyordu.
Bu idealist çizgi, 15 yıldan uzun süre merkezden ayrılmayan İşçi Partisi’ni tekrardan halka indirdi. Corbyn, Muhafazakârların kamu harcamalarını minimuma indirmesiyle dövüşe dövüşe öne çıktı; işçilere çalıştıkları iş yerlerinde hisse verilmesinden eğitim sisteminin tamamen bedava kılınmasına kadar birçok radikal politika öne sürdü. Merkeze saldırdı; merkezin açtığı yaraları sol siyasetin onarabileceğini iddia etti, o yaralara tuz bastı. Theresa May’in liderliğindeki Muhafazakârlara karşı 2017’de girdiği seçimde iktidar olamasa da partisinin oy oranını, bir önceki seçimlerle kıyaslayınca, modern zamanlarda en çok artıran lider oldu. Önerdiği politikaların toplumda karşılık bulduğu görüldü.
Fakat Corbyn’in tutarlı kimliğine ilk darbeyi vuran ve birçoklarına göre liderliğinin de sonunu getiren olay, Britanya siyasetini de yıllarda rahat bırakmayan Brexit kaosu oldu. 2016’da Başbakan Cameron ülkeyi referanduma götürürken Corbyn, neredeyse pasif bir tutum takındı ve ‘Çıkalım’ diyenlerin de ‘Kalalım’cıların da liderliğini Muhafazakârların içindeki sağcı ve merkeze yakın klikler üstlendi.
Boris Johnson, ‘Çıkalım’ ile kendine yeni bir siyasi kariyer yolculuğu çizdi; Cameron, ‘Kalalım’ dedi. Johnson, hem kısa vadede hem de uzun vadede kazandı. Corbyn ise dürüst, mert, korkusuz kişiliğini sergileyemedi; çekinik bir ‘kalalım’ fısıltısından öteye gidemedi. Zira, gazeteci Robert Peston’un “WTF?” kitabında da ortaya koyduğu gibi merkez siyasetin yarı yolda bıraktığı halk kitleleri de Brexit’te Cameron’un temsil ettiği müesses nizama inat, ekonomik olarak Brexit’ten en çok yara alacak kesim olmalarına rağmen ‘Çıkalım’ dedi.
Corbyn, seçmenlerinin bu kısmını kaybetmemek adına pasif kalmıştı ama 12 Aralık seçimlerinde “Brexit’i halledelim” sloganı ve kamu harcamalarının artıracağını vaat eden söylemiyle Johnson, bu kitleyi de Muhafazakâr mavisine boyamayı becerdi. Corbyn, Brexit’e ne çözüm üretebildi ne de dürüstçe kendini anlatabildi. Johnson’ın kısa başbakanlığında sağlık sistemine yatırım yapması, polis güçlerine aktarılan kaynakları çoğaltmasıyla da çıkış yaptığı ‘kamucu’ çizgi anlamsızlaştı. Günün sonunda Corbyn kaybetti, Brexit kazandı.
Johnson’ın kazandığı 78 sandalyelik tarihi çoğunluk, İşçi Partisi için ‘kaybetmenin dayanılmaz ağırlığı’na denk geliyor. Zira partisinin içindeki kendisine muhalif klikin büyük çoğunluğunu da Muhafazakârların dışına iten Johnson, tabiri caizse bundan sonra Meclis’te kendi çalıp oynayacak. Başbakan, 1930’lardan bu yana böylesi güçsüz bir muhalefetle Parlemento’ya giden ilk lider. Fakat bundan sonra Brexit’in açabileceği yeni yaraların da Johnson’ın benimseyeceği politikaların da halk nezdinde tek sorumlusu mutlak iktidarın emanet edildiği Muhafazakârlar olacak. Corbyn’in tuz bastığı yaralara ilaç olunmadıkça da o yaralar derinleşecek.
Blair’ın sağ kolu Alastair Campbell ile bir televizyon programında tartışan Corbyn’in en yakınındaki isimlerden biri, Campbell’ın “Siz kazanmayı bilmiyorsunuz” eleştirisinin üzerine “Belki de siz de sadece kazanmaya odaklandığınız için başka hiçbir şey göremez oldunuz” diyordu. Bu, 12 Aralık hezimeti sonrasında The Guardian’a yazdığı yazıda “Seçimi kaybettik ama argümanı kazandık” diyen Corbyn’in ve Corbynizm akımının özeti olarak okunabilecek bir diyalogdu aslında. Corbyn iktidar olamadı belki ama siyasi tartışmayı merkezin dışına taşıdı. 12 Aralık bu gerçeği saklayabilecekmiş gibi gözükmüyor. Corbyn, güvenilen bir lider olamadı; Brexit meselesini -diğer konularda olduğu kadar- samimi bir şekilde yönetemedi; ikna ediciliğini yitirdi… Fakat çağın meselelerini tespit etmeyi, uzun soluklu merkez hükümetlerin açtığı yaraları bulmayı, bu yaralara tuz basan politikalar üretmeyi bir noktaya kadar başardı. Zaten İşçi Partisi liderliği için adı geçen politikacıların çoğu da Corbyn’in liderliğini ve zaman içinde halktan kopan ‘Corbynizm’i eleştiren ama eşitsizlik, iklim krizi, paralı eğitim ve fırsat eşitsizliği gibi meselelerde Corbyn’den dramatik şekilde uzak olmayan isimler. Aslında İşçi Partisi, toplumun güvenini kazanabilecek bir ‘solcu’ arıyor; merkeze dönüş, ufukta gözükmüyor.