Gündem

CHP'li Yüksel Taşkın: On milyon işsiz, yirmi iki milyon yoksul isterse bu düzen değişir

"Kaynak yok demek ideolojik bir tutum"

10 Aralık 2020 15:13

* Prof. Yüksel Taşkın

Seçilmiş siyasetçilerin mesailerinin büyük bölümü düğün, cenaze, hemşeri derneği, kanaat önderi, dini cemaat ve parti örgütü ziyaretleriyle geçer. Siyasetçilerin en fazla karşılaştıkları talep, iş bulma talebidir. İktidar partisine veya yerel yönetimlere sahip muhalefet partilerine mensup siyasetçiler sürekli iş talepleriyle karşılaşır. Toplumumuzda iş bulan siyasetçi makbuldür. “Torpil aramak” çoğunluğun eleştirdiği ama başkaları yapıyorsa ben de yapmalıyım dediği bir mekanizmadır.

Siyasetçiler açısından bakıldığında, “birilerini işe yerleştirebilmek” önemli bir güç kaynağıdır. Çok sayıda talep sahibinden pek azının hayalinin gerçekleşmesi algıyı çok değiştirmez. O geçit vermez, acımasız duvarın aşılabileceği hissi sanıldığından daha cezbedicidir. Bu durum piyango bileti alıp hayal kurmaktan farklı değildir aslında.

Mevcut siyasi kültür içerisinde çok az siyasetçi iş bulmak benim görevim değil diyebilir. Böyle bir tutum takınırsanız etkisizlikle veya duyarsızlıkla itham edilmeniz kaçınılmazdır. “Bir işimizi bile çözemedi” veya “Yüzümüze bile bakmadı” türünden serzenişler havada uçuşur.

Bu durum göründüğünden çok daha zordur. Sizi çare olarak gören ve yardım isteyen kişi son derece nitelikli birisi de olabilir. İdeolojik tavrı veya bir muhalefet partisine sempatisi yüzünden ayrımcılığa maruz kalmış, hakkı yenmiştir. Artık oy verdiği parti yerel iktidarı kazanmıştır. O da iş ister. Ama sadece o değil: Aynı durumda olan on binlerce insan da benzer bir beklenti içerisindedir. Bu durumda en adil sistemle hareket ederek gerekli sayıda insanı istihdam etseniz de algı kolayca değişmez: “Kırk yıldır oy verdiğim parti çocuğumu işe almadı” diyenler olur, engelleyemezsiniz. 

Size iş için başvuran kişi açlık sınırının altında bir yaşam sürüyor da olabilir. “En büyük hayalim bir fabrikada çalışmak” diyen birisi yüreğinizi sızlatır. Hayali dünyayı gezmek değildir. Bir fabrikada mesaisi bittikten sonra göğsünü gere gere evine gitmektir. İnsan yerine konulmaktır. İş bulamadığı için beceriksiz, işi olduğu için “adam” yerine konulduğu bir toplumda yaşamaktadır çünkü.

"İktidar yoksulluğu çözemedi; 'idare etmeye' yatırım yaptı"

Bir siyasetçi olarak bu durumlarla sık sık karşılaşıyorum. Dürüst davranmaya çalışıyorum. En önemlisi mutlaka karşımdakini dinliyorum. Bazı önerilerde bulunuyorum. Ama neredeyse sınırsız taleplere son derece sınırlı kaynaklarla çözüm bulabileceğiniz algısını beslememek gibi insani bir sorumluğunuz da var.

Bu böyle gitmez. Bu işte büyük bir yanlışlık, çarpıklık var. İktidar, sorumlusu olduğu çaresizlikten güç devşirmeye çalıştıkça ve mağdurlar bu sorunlu durumu aşacak arayışları destekleyecek yerde torpil aramayı çözüm olarak gördükçe değişen hiçbir şey olmaz. Ne yapmalı sorusuna geçmeden önce bu düzenin neredeyse değişmeyen mağdurlarını tanımlamaya çalışalım:

Önce yoksullardan başlayalım: On sekiz yıldır iktidar yoksulluğu bitiremedi veya bitirmedi. Üstelik çözemediği sorunu bir oy kaynağı olarak “idare etmeye” büyük yatırım yaptı. Bugün TUİK’in rakamlarına göre Ciddi Maddi Yoksunluk içerisinde olan yaklaşık 22 milyon insan var (%26,3). Yine tahminlere göre 17 milyon insan kamudan sosyal yardım alıyor. 2013 yılında en alt yüzde 20’lik dilimin ulusal gelirden aldığı pay yüzde 6,2. 2019’da da bu rakam aynı. En üst yüzde 20’lik dilim ise ulusal gelirin yüzde 46’sını alıyor. Eğer on sekiz yıldır yoksulluğa demirlediyseniz ve hayatınız değişmediyse neden iktidar partisine oy veresiniz?

Dahası da var: Özellikle derin yoksulluktan mustarip olanlar, siyasetin kayırmacı tarzından ve hemşericilikten de zarar görüyorlar. Bu iddia verilerle desteklenmeli elbette ama bizim gözlemimiz, sadece mevcut iktisadi yapının değil siyasal mekanizmaların da yoksulluğun sürekliliğini beslediği yönünde. “En alttakiler” siyasal çıkar ağlarından da dışlanıyorlar. Siyasal ağlarda etkin olan aktörler genellikle kentlere göç tarihleri nispeten yeni olan alt orta sınıflardan başlıyor. Gelir seviyesi belli bir ortalamanın üzerinde olanlar siyasette aktif oluyorlar. Siyaset alt orta sınıfın altına pek inmiyor, o kesimle edilgen ilişkilerle yetiniyor. Yani mevcut düzenin tüm özellikleri derin yoksulluğu kalıcılaştırmaya yarıyor.

Gelelim düzenin diğer değişmez mağduru olan işsizlere. Kronik işsizlik asıl yapısal sorunun en yakıcı biçimde yaşandığı alandır. Asıl yapısal sorun, üretemeyen ve istihdam yaratamayan Türkiye’dir.

Bu ülkenin 15 yaş üstü çalışabilir nüfusu 62 milyonun üzerindedir. Bunun yarısından fazlası çalışma hayatının dışındadır. 2020’de gerçek işsiz sayısı 10 milyonun üzerine çıkmıştır. İş bulma ümidi olmadığı için iş aramaktan vazgeçen ve bu nedenle TUİK tarafından işsiz sayılmayan vatandaşlarımızın sayısı, 2020’nin ortasında 1,3 milyon kişiyi geçti. Tek adam rejiminin fiilen uygulandığı iki yılda işsiz sayısı 2 milyon arttı. Genç işsizlerin sayısı aynı dönemde yüzde 19,9’dan yüzde 25,9’a, yani 1 milyon 242 bin kişiye çıktı. Bugün ülkemizde her dört gençten biri işsiz, her dört işsizden biri üniversite mezunu.

"Asgari ücret istisna olmaktan çıktı"

Çalışanların durumu da hiç parlak değil: 10 milyonun üzerinde insan asgari ücretle çalışıyor. Kayıt dışı ekonomi yüzünden bundan daha az maaş alanlar da mevcut. Daha da kötüsü asgari ücretle, ortalama gelirin arasındaki makasın kapanması. TUİK verilerine göre 2019 yılı için Türkiye’de hane halkının kullanılabilir fert geliri ortalaması 28, 552 TL oldu. Bu da aylık 2306 TL demek. Aynı yılın asgari ücreti de 2020 TL’ydi. Demek ki çalışanlar asgaride kümeleniyorlar. Asgari ücret istisna olmaktan çıkarak ortalama haline geliyor. Yine ülkemizde 11 milyon emekli var ve çoğunun aldığı maaş açlık sınırının altında.

Bu durum, aslında hazine arazilerinden başka (Doğalgaz ve petrol gibi) zengin rant kaynaklarına sahip olmayan bir ülkenin rant ekonomisine teslim olmasının sonucu. Bu işsizler ve açlık sınırının altında çalışanlar ordusu, iktidarın mirasyediler gibi eline geçen parayı betona yatırdığı bir israf düzeni yüzünden ortaya çıktı.

Rant ekonomisi derken, bunun çalışmayı önemsizleştiren boyutundan da bahsetmeliyiz. Diyelim 25 yılın sonunda emekli oldunuz ve 2000 TL aylık alıyorsunuz. Komşunuz zamanında hazine arazisini çevirerek bir apartman dikmeyi başarmışsa ve kiraya verdiği 2 dairesi varsa, 4000 TL kira geliriyle sizden daha fazla para kazanıyor demektir. 25 yılın karşılığı olan 2000 TL ve belki bir yıllık çabayla dikilen ama size bir ev ve 4000 TL kira geliri getiren apartman. Bu rant ekonomisi değil üretim ekonomisi olsaydı, emekli vatandaşımız 10 bin TL maaş alırken, kira geliri de belki 1500 TL civarında kalacaktı.

Yıllarını sıkıcı bir mesai rutinine adayan emeklimize 10 bin TL verebilecek bir ekonomi yaratamadık ama yaratabilirdik. Burada sadece bir başarısızlık söz konusu değil. Bu durum “teknikle” değil net biçimde “siyasal tercihlerle” ilişkilidir. 2000’lerin başından beri bu ülkenin yarattığı kaynak, üretim ve bölüşüme harcansaydı bu kadar işsiz, yoksul ve açlık sınırı altında yaşayan çalışanımız ve emeklimiz olmayacaktı.

"Orta sınıflar statü kaybediyor"

Ya orta sınıflar? Özellikle eğitim yoluyla orta sınıflaşan veya konumlarını muhafaza eden orta sınıflar, sadece kültür alanında statü kaybı yaşamakla kalmıyor, aynı zamanda da güvencesiz ve baskıcı ortamda ciddi maddi kayıplara uğruyorlar. Özellikle orta sınıfların soyut bir özgürlük talebi peşinde koştukları genellemesi sıklıkla karşımıza çıkar. Aslında baskıcı ortamlardan en fazla zarar gören kesimlerin başında üretici nitelikleri olan eğitimli orta sınıflar gelir. Özgürlük taleplerinin de bir ekonomi politiği vardır. Ülkeler içe kapandıkça ve otoriterleştikçe orta sınıflar statü kaybı riskiyle karşı karşıya kalırlar. Onlar için maddi kayıplarının ötesinde kültürel sermayelerinin erimesi riski de mevcuttur.

Ne var ki orta sınıfların özgürlük talepleri her zaman eşitlik talepleriyle yan yana gelmez. Ama Türkiye’de gerçek bir düzen değişikliği için özgürlük ve eşitlik taleplerini aynı anda dillendirmeleri gereken bir dönemeçteyiz.

Tam tersi bir açıdan baktığımızda, mevcut iktidarın otoriterleşmesinin de bir ekonomi politiği olduğunu görmek durumundayız. Türkiye’deki beton-perest düzenin bir servet aktarımı projesi olduğunu unutmayalım. Pastanın büyümediği ama servet aktarımının amansızca devam ettiği ahbap çavuş kapitalizminde otoriterleşme neredeyse kaçınılmazdır. Ülkemizdeki otoriterleşmeye dair yapılan açıklamalar, bu durumu yeterince kavrayabilmiş değildir: Otoriterleştik çünkü kuralsız bir servet aktarımı için bu elverişli görüldü. Hak arayamadığınız otoriter bir rejimde ne yaparsınız? Yoksullara yapılan küçücük yardımlara bağımlı kılınırsınız. Bu da yetmez; iktidar partisine yanaşarak trenden atılanlardan olmamaya çalışırsınız.

Bilindiği gibi iktidar partisinin on milyona yakın üyesi var. Neden? Elbette partiye bağlılıkla üye olanların varlığı yadsınamaz. Ama herkes biliyor ki bu üyelerin çoğu iş bulmak veya “bir yerlere gelmek” amacıyla üye olmuştur. Fakat burada da bir ölçek meselesi var. Ya üye sayınız on beş milyona çıkarsa?

Çözemediğiniz sorunu istismar etme gayretkeşliğiniz de bir noktada tıkanır. Bitik bir ekonomide kime iş bulabilirsiniz? On milyon üyenizi nereye yerleştireceksiniz? Kamuya mı? Kamuya alımları abartırsınız ama ekonominiz bitikse gelir üretemezsiniz. Gelir üretemezseniz kamu personelinin maaşlarını dahi ödeyemeyecek duruma düşersiniz.

Oysa yapılması gerekenler belli: Kamuda personel alımlarını liyakat ve ihtiyaç esasına dayandırmak için KPSS’nin kapsamını genişleteceksiniz. Ölçülebilir sınavları değil ama mülakatları kaldıracaksınız. Kadınlar başta olmak üzere dezavantajlı gruplar için kota oluşturacaksınız. Ve bu çözümleri de anayasanıza taşıyacaksınız…

Yapısal sorunlar yapısal dönüşümler olmadan aşılamaz demiştik. Sorunun kaynağı olanlardan çözümün parçası olmalarını beklemek beyhudedir. Düzen değişikliği hedeflemeyen hiçbir çabaya prim vermemek gerekir. Deniz iyice sığlaşmıştı ama artık çamurlu dibi de gördük. İktidar otoriter rejimin tuzu kuru destekçilerine dahi kaynak aktaracak durumda değil. Böyle bir ortamda yoksullara, işsizlere, emekçilere ve bir bütün olarak üretici güçlere sunacak hiçbir şeyi yok.

"Kaynak yok demek ideolojik bir tutum"

Hep karşımıza çıkan ezici bir soru vardır: Kaynak nerede? İnanın kaynak var. Onu kamu yararına adilce kullanacak irade yok sadece. Son on ayda kamu 1 trilyon 800 milyar TL kaynak kullandı. Sosyal Koruma Kalkanı programı kapsamında Covid-19 salgınının mağdur ettiği çalışanlara ve yoksullara verilen destek sadece 40 milyar TL. Üstelik bunun 32 milyarı İşsizlik Sigorta Fonu’ndan geldi. Hazineden gelen yardım sadece 6 Milyar TL. İki milyar da vatandaşlardan IBAN’la toplanan yardımlardan geldi. Almanya’nın geçtiğimiz mart ayında açıkladığı ilk destek paketi 750 milyar avro idi. “Kaynak yok” demek ideolojik önyargı barındıran bir tutumdur. Kaynak düzenin mağdurları söz konusu olduğunda yoktur. Bu da sınıfsal-politik bir tercihtir…

Bu düzen değişikliğinin ana parametreleri özgürlük, üretim ve eşitlik olmalı. Başka bir ifadeyle söylersek, temel özgürlükleri güvence altına alan Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önemlidir ama tek başına yetmez. Bu arayış, üretici güçlerin önünü açan bir iktisadi önermeyi de barındırmalıdır. Demokrasi, refahın artması için önemli bir kaldıraç etkisi yaratacaktır.

Fakat on yıllardır mevcut düzenin kaybedenlerine bir kuşak daha feda edin demek hakkımız yoktur. Bu nedenle bölüşümü önceleyen politikalar geliştirilmesi ve güçlü bir sosyal devletin inşa edilmesi elzemdir. Amaç yoksulluğun idaresi olmamalı; yoksulluktan çıkışı adım adım planlayan bir strateji olmalıdır. Bu stratejinin odağında da çocuklar ve gençler olmalı. Sistem mağdurlarına öncelik veren pozitif ayrımcı politikalar geliştirilmelidir.

Gelişmeyi eğer insani gelişmişlik olarak alıyorsak, Türkiye’de bu ancak demokrasi koşullarında gerçekleşebilir. Kaldı ki Türkiye, doğalgaz veya petrol gibi doğal kaynaklara sahip olmadığı için otoriter rejim içerisinde pastayı büyütmesi çok zordur. Tam tersi, Türkiye’nin “petrolü” aslında modernleşme sürecinin ürünü olan nitelikli insan sermayesidir. Demokrasi, bu insan sermayesinin güvenli ve üretken olabilmesinin biricik yoludur. Türkiye’de sadece adil bölüşümün değil, üretim ekonomisine geçişin yolu da demokrasiden geçer. O nedenle Türkiye gibi bir ülkede demokrasi demek ekmek demektir.

Demokrasi varsa ülkemizin nitelikli insan sermayesinin serpilmesi, katma değeri yüksek ürünler üretmesi, böylelikle üretim ekonomisinin ve tüketimin motoru olması mümkündür. Bugün yaşadıklarımız bunun tam tersi bir duruma işaret etmektedir: Otoriterleşme derinleştikçe, üretken olmayan bütün unsurlar devlet etrafında kenetlenerek adeta devlete yapışmakta ve toplumun serpilme, gelişme alanlarını tıkamaktadırlar. Niteliksizliğin örgütlenmesi, demokrasinin olduğu bir ortamda devlete yapışarak elde ettiği fazladan avantajları sürdüremeyeceğini gayet iyi görmektedir.

Eğer demokrasiniz güçlüyse bütçe tercihleri konusunda baskı oluşturabilirsiniz. Partiler örgütlü topluma, emek örgütlerine tepki vermek durumunda kalır. Bölüşüm politikaları keyfilik üzerinden değil, kapsayıcı ve hak temelli bir biçimde, sosyal devlet üzerinden gerçekleştirilir. Pastanın adil dağıtımı yolunda mesafe alınır. Neden? Çünkü partiler seçmenlerden, özellikle de örgütlü seçmen gruplarından ürkerler.

Demokrasi, üretim ve bölüşüm eksenli bir düzen değişikliği, yoksullara, işsizlere, açlık sınırındaki emekçilere, güvencesiz ve baskıcı ortamlarda eriyen orta sınıfların ihtiyaçlarına yanıt verebilecek tek seçenektir. Bu seçenek için mücadele etmek ve daha önce yan yana gelme pratiğimiz olmayan kesimlerle yan yana gelmek durumundayız. Aksi takdirde çocuklarımızın bizlerin yaşam standardının altında kalabilecekleri bir karanlığa doğru sürüklenebiliriz.


*CHP Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı