Evin Jiyan Kışanak
Geçen hafta Gültan Kışanak’ın yani annemin duruşması vardı. Türkiye’nin farklı yerlerinden kadınlar gelmişti, HDP’li vekiller ve DTK’nın başkanı da duruşmayı izleyenler arasındaydı. Ve hatta 88 yaşındaki dedem de oradaydı. Dedem neredeyse kırk yıldır cezaevi kapılarında, mahkeme salonlarında adaleti bekliyor annem için. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden biraz önce, henüz 19 yaşında genç bir üniversite öğrencisiyken tutuklanıyor annem. Ve Diyarbakır 5 No’lu askeri cezaevine götürülüyor. Kişisel tarihimizde bu pek konuşulan bir şey değildi, taa ki annem “milletvekili” oluncaya ve “başkaları” bunu kendince bir siyasi argümana dönüştürünceye kadar. Belki de yüzleşmenin ilk adımları mıydı diye hissettirilen sözler sarf edilmeye başlanmıştı Diyarbakır 5 No’lu askeri cezaevinde yaşatılanlar için. Çünkü orada insanlığa karşı suçlar işlenmişti. Dizilerden, filmlerden, belgesellerden, kitaplardan ya da siyasi gündem malzemesi edildiği zamanlardan sanırım artık herkes 5 No’lu askeri cezaevinde yaşananlar/yaşatılanlarla ilgili az çok bir şeyler biliyor. Fakat böylesi karanlık zamanları deneyimlemiş olmasına rağmen Gültan Kışanak, yani annem, demokratik siyasetten vazgeçmiyor. Çünkü bütün bu “sorunları” konuşarak çözmek dışında bir şansımız olmadığına inanıyor. Ve son olarak 2014 yılında, yüz yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kadın büyük şehir belediye başkanı olarak Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçiliyor. Diyarbakır cezaevini müze yapmak ve belki de orada yaşananlarla yüzleşme koşullarının oluşturulmasına önayak olmak, yapmak istediği ilk şeylerdendi belediye eş başkanı olarak. Fakat geldiğimiz noktada Gültan Kışanak bugün yine cezaevinde. Üstelik öyle yazılıp çizildiği gibi korkunç şeylerden değil, 8 Mart, 25 Kasım ya da 21 Mart gibi izinli mitinglerde yapılmış konuşmalardan yani milletvekili ve belediye başkanı iken yapmış olduğu siyasi faaliyetlerinden ötürü yargılanıyor. Dolayısıyla bu dava bir ifade özgürlüğü davasıdır.
Bütün bunları bir vatandaş olarak, Türkiye’nin ana muhalefet partisinin başlattığı “adalet” yürüyüşünden beklentilerimi dile getirmek için kaleme alıyorum.
Ne yazık ki dünyanın geri kalanından farklı olmayarak, yüz yıldır yaşadığımız coğrafyada da siyahlara adalet uğramıyordu ve bu “adil” olarak görülüp geçiştiriliyordu. Ne zaman ki adaletsizlik rüzgârları beyazlara doğru esmeye başladı, işte o anda siyahlara “adil” olarak görülen adaletsizlik tartışılmaya başlandı. Adalet herkes için uygulandığında adalettir. Sadece beyazlara uygulanan adalet yani adaletsizlik bir hastalıktır. Hastalıktır diyorum çünkü bunu bir hastalık olarak kabul etmek tedavi edebilmenin ilk koşuludur. Tedavisi de çok kolay aslında. “Eşitlik” fikrini zihnimize ve ruhumuza işlemek. Bu yöntem kolay ama bir o kadar da etkili ve kesin bir tedavidir. Nasıl bu kadar emin olabiliyorum? Çünkü bunlar tarihte farklı coğrafyalarda tekrar tekrar yaşanmış yaşatılmış trajedilerin sonucunda bulunan çarelerdir. Hitlerin Yahudilerden, Avrupalıların Afrikalılardan üstün bir yanı olmadığı geç de olsa anlaşılmış, yitip giden milyonlarca canın anısına, insan haklarının yani eşitlik ilkesinin temel alındığı metinlerde “adalet” için mutabık kalınmıştır. Fakat hala, yanlışlıkla eve giren bir panzer yüzünden çocuklar ölüyorsa ya da bir galoş giyilmesi yüzünden çıkan bir tartışmada genç bir kadın ölüyorsa ve bütün bunlar beyazlara hala bunun bir adaletsizlik olduğunu düşündürmüyorsa, bugün talep edilen adalet değil, ayrıcalıktır. Gasp edilen ayrıcalıkların yeniden talep edilmesidir. Ve bunlar geçicidir. Kalıcı olan, toplumsal adaletin sağlanması, yani fikri, dini, rengi, dili yüzünden ayrımcılığa maruz kalınmamasını sağlamaktır. Her canın kıymetli olduğu duygusunun yerleşmesidir adalet. Dolayısıyla bugün yapılan “adalet” yürüyüşü de koşulsuz, sorgusuz herkes için eşit herkes için özgür bir dünya vaadiyle yol almalıdır. Aksi halde “adalet”ten kaçış yoktur. Bir gün herkese rast gelir.