19 Kasım 2023
Gece vakti, Zamane Diktatörleri isimli
günlüğüme düştüğüm notlar:
Büyük yalanlarla... Özgürlük diyerek...
Adalet diyerek...
İçte dışta düşmanlar icat ederek...
Sinsi sinsi ilerleyen bir faşizm...
İrkiltici, korkutucu bir tablo.
Üstelik fena halde gerçekçi.
Hem Amerika hem Avrupa için
çok ciddi bir faşizm uyarısı.
Kitabın adı da öyle:
FAŞİZM, BİR UYARI
Yazarı, Amerika'nın eski dışişleri bakanlarından
Madeleine Albright. Yeni çıktı.
Geçen ay New York’ta satın aldım,
pazar sabahı okumaya, sayfaların
arasında dolaşmaya başladım.
Putin Rusya'sı, Erdoğan Türkiye'si
sık sık geçiyor kitabın birçok yerinde.
Hatta Erdoğan'la Putin'e ayrı birer
bölüm ayrılmış... Mussolini'den, Hitler'den
başlıyor, İkinci Dünya Savaşı sonrasının
Soğuk Savaş döneminden
Berlin Duvarı'nın yıkılmasına
ve bugüne geliyor. Milliyetçilik ve faşizm
virüsünün nasıl kolay kolay ölmediği,
bağışıklığın zayıfladığı bünyelerde hastalığın
çaktırmadan nasıl nüksettiği çarpıcı
örneklerle anlatılıyor.
Dünyadan örnekler arasında, biat medyası
konusunda 'Erdoğan modeli'ni seçen
Victor Orban Macaristan'ı var.
Sonra, bağımsız yargıyı adım adım yok
etmekte olan Polonya ve Çekya...
Hugo Chavez'in, Erdoğan'ı pek seven
Nicolas Maduro'nun Venezuella'sı...
Britanya'nın Brexit'i... Almanya'da
ana muhalefet haline gelen Neo-Nazi çizgideki
Almanya için Alternatif partisi...
Hollanda, Fransa, Avusturya ve Yunanistan'daki
faşist ve milliyetçi partilerin yükselişi...
Demokrasiyi, Avrupa Birliği değerlerini
hiç umursamayan bütün bu partilerin,
Putin'le mali boyuta da sahip derin
bağları sergileniyor kitapta...
Faşizm: Bir Uyarı isimli kitabın önemli
bir bölümü Başkan Trump Amerikası'na
ayrılmış. Donald Trump'ın Amerika'da
demokrasiyi, hukuku, yargı bağımsızlığını,
özgür medyayı boşlayan çizgisinin dünyadaki
demokrasi karşıtlarının, demokrasi
düşmanlarının elini nasıl güçlendirdiğine
ilginç örneklerle işaret ediliyor.
Şu satırların altını çiziyorum:
Tarihten öğrendik ki:
Faşistler, iktidarı seçim sandığından
çıkarak ele geçirebiliyorlar.
Sonra da ilk adım olarak parlamento
başta olmak üzere demokrasinin
temel kurumlarını adım adım
zayıflatmaya başlıyorlar.
Kitapta bu durum kötü bir rüya,
bir kabus diye niteleniyor.
Tarihin insanlık açısından en kanlı
dönemlerini, dünya savaşlarını,
Hitler Nazizmi'ni, Holokost'u yaşamış
bir Avrupa'da, demokrasiye ilişkin bağışıklık
sisteminin yeniden zayıflamaya başladığı,
alarm zillerinin çaldığı kitapta anlatılırken,
demokrasilerin kendilerini toparlaması
gerektiğinin altı çiziliyor.
Eski Amerikan Dışişleri Bakanı Albright'ın
kitabında Erdoğan Türkiyesi'ne ayrı bir
bölüm ayrılmış ve bölümün başlığı
Kanuni'den, Muhteşem Süleyman'dan esinlenmiş:
Muhteşem Erdoğan!
Kitapta Erdoğan'ın demokrasiyle
yola çıktığı, sonra adım adım demokrasi,
hukuk ve özgürlük yolundan nasıl saptığı
anlatılıyor. Ve bu sapmanın
20 Temmuz OHAL'iyle aldığı çarpıcı
viraj sergileniyor.
Kitabın beni etkileyen bölümlerinden biri,
faşizmin sinsi yürüyüşü oldu.
Öylesine sinsi bir yürüyüş ki...
Büyük yalanlar söyleyebiliyor.
Özgürlük diyebiliyor. Adaletten söz
edebiliyor. Hem içte, hem dışta düşmanlar
icat edebiliyor. Üstelik inandırıcı da olabiliyor
kitleler nezdinde. Evet, irkiltici ve korkutucu...
Madeleine Albright'ın kitabını,
Faşizm: Bir Uyarı'yı okurken bir kulağım da
televizyonda. Erdoğan seçim bildirgesini
açıklıyor. Ciddi ciddi adaletten, özgürlükten,
hukuktan söz ediyor.
Gülmem tutuyor.
Keşke Faşizm: Bir Uyarı Türkçe'ye çevrilse
diyorum kendi kendime.
İstanbul, 8 Mayıs 2018
Amerikan Time dergisinin kapağına
bakıyorum: Putin'le Erdoğan... Bu ikili
son birkaç yıldır ne kadar çok yan yana
getiriliyor. Özellikle demokrasilerin
nasıl tökezlediğini, nasıl çöktüğünü
anlatan makale ve kitaplarda
Putin ve Erdoğan isimleri sık sık birlikte
anılıyor. Putin-Erdoğan ikilisinin yanına
bazen Macaristan Başbakanı Orban,
Venezuela Devlet Başkanı Maduro da ekleniyor.
Harvard Üniversitesi'nden iki profesörün,
Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt'ın yazdıkları
"Demokrasiler Nasıl Ölüyor" isimli kitapta da,
demokrasilerin yalnız Doğu'da değil, Amerika'yla
Avrupa'da da nasıl inişe geçtiği örneklerle anlatılıyor.
Bu kitapta da Putin'le Rusya'nın, Erdoğan'la
Türkiye'nin isimleri aynı bağlamda anılıyor.
İlginç olan, Amerikan demokrasisinin de
Başkan Trump dolayısıyla fena halde
sorgulanması. Harvard'lı iki profesörün kitabı,
Amerikan demokrasisine ilişkin şu iki cümleyle başlıyor:
Bizim demokrasimiz de tehlike altında mı?
Böyle bir soruyu kendimize sorabileceğimiz
hiç aklımıza gelmezdi.
Şöyle devam ediyorlar:
Ama şimdi kaygılıyız.
Amerikan siyasetçileri artık rakiplerini
düşman olarak görüyorlar.
Özgür basını korkutuyorlar.
Seçim sonuçlarını reddeden
tehditler savuruyorlar.
Ve 2016 yılında, Amerikan tarihinde
ilk kez hiçbir kamu tecrübesi olmayan,
anayasal haklardan habersiz, açık otoriter
eğilimlere sahip biri Başkan seçildi bu ülkede...
Şu satırların altını çiziyorum:
Demokrasiler artık generallerin değil,
seçilmiş liderlerin elinde ölebiliyor.
Faşizm, komünizm veya askeri yönetim
tarzındaki çıplak diktatörlükler çağı kapandı.
Bugün askeri darbeler ya da şiddet yoluyla
iktidara el koymak çok ender görülüyor.
Artık seçimler yapılıyor ama demokrasiler
yine de ölüyor, farklı yollar ve yöntemlerle...
Kitabın bu bölümünde sivil darbeler anlatılıyor:
Seçilmiş liderler, Venezüela'da Chavez
örneğinde olduğu gibi, Türkiye, Rusya,
Macaristan, Polonya, Peru, Filipinler,
Gürcistan ve Ukrayna'da da demokratik
kurumları rayından çıkardılar.
Meydanlarda bugün tanklar yok.
Anayasalar ve demokratik kurumlar
görünüşte yerli yerinde duruyor.
Halk gidip oyunu da kullanıyor.
Ancak, seçilmiş otokratlar demokrasinin
cilasını koruyor olsalar da, demokrasinin
özünü çaktırmadan boşaltıyorlar.
Demokrasinin özünü boşaltmak...
Sivil darbe yapmak...
İki Harvard'lı profesör, Türkiye'yi bu
kategorinin içine koyuyor. Kitapta,
Erdoğan'ın gazetecileri nasıl "teröristlik"le
suçladığı, medyayı ve iş dünyasını hangi
yöntemlerle sindirdiği anlatılırken,
Doğan Grubu'na karşı "vergi sopası"nın
ne kadar acımasızca kullanıldığına da,
Gezi direnişi bağlamında Koç Grubu'nun
nasıl hizaya getirildiğine de değiniliyor.
Demokrasinin içinin boşaltılması
konusunda yargının öncelikle ele
geçirilmesine ve güçler ayrılığının sona
erdirilmesine dair örnekler de var kitapta.
Rejimin otoriterleştirilmesinde Putin ve
Erdoğan'ın dış tehditleri nasıl kullandıkları
da anlatılıyor.
Yakınlarda okuduğum bir kitabı daha
günlüğüme, Zamane Diktatörleri'ne
not düşüyorum:
The Road to Unfreedom.
Türkçesi ne olabilir?
İstibdata açılan yol...
Diktatörlük yolu vs...
Kitabın yazarı Timothy Snyder.
ABD'deki Yale Üniversitesi'nde
tarih profesörü. Daha önce de onun
iki kitabından söz etmiştim.
Biri On Tyranny, diğeri Blood Lands'di.
İlki, Avrupa'da demokrasiyi bir zamanlar
teslim alan faşizm, nazizm ve komünizmden
çıkarılması gereken "yirmi ders"i anlatıyordu.
İkinci kitabın konusu, geçen yüzyılda Hitler
ve Stalin'in korkunç kıskacında kalmış
topraklardaki trajedilerle ilgiliydi.
Tarihçi Timothy Snyder, bu üç kitabında da
demokrasi, özgürlük ve hukukun üstünlüğünü
yıkan kötülükleri çok yalın bir dille anlatıyor.
Son kitabı, The Road to Unfreedom'da ise
Rusya, Avrupa ve Amerika'da demokrasi
ve özgürlüklerin kötüye giden hallerini ele alıyor.
Bu çerçevede Putin Rusyası'na özel bir
yer ayırmış. Putin'in Batı'ya karşı demokrasi
nefretini besleyen kaynaklara iniyor. İvan İlyin
gibi, Rusya'da bir zamanlar Hristiyan faşizmi
bayrağını sallamış bazı düşünürlerin,
Putin tarafından nasıl güncel kılındığını sergiliyor.
Kitapta Putin'in Avrasyacılığı da geniş yer tutuyor.
Erdoğan'ın yıllar içinde yüzünü Batı'dan Doğu'ya
çevirirken ilgisini fazlasıyla çeken,
askerdeki Avrasyacıları da celbeden
Avrasya Gümrük Birliği de var kitapta.
Türkiye'deki asker-sivil Avrasyacı çevrelerde
iyi bilinen Alexander Dugin'in adı kitapta
sık sık standart faşist görüşleri olan
bir demokrasi düşmanı olarak geçiyor.
Ayrıca, Dugin'in kendine entelektüel
müttefikler bulmak için Batı Avrupa'ya
yaptığı gezilerden de kitapta söz ediliyor.
Bir yerinde şu söz var: Dugin'in Avrasyacı faşizmi...
Alexander Dugin, bütün demokratik değerleriyle
birlikte Avrupa Birliği'nin tarihin
çöplüğüne atılmasını istiyor.
Kitapta en geniş bölüm Putin'e ayrılmış.
Putin'in Avrupa Birliği'nin temellerine
indirdiği gizli açık darbeler... AB içindeki
çelişkileri körükleyen hamleleri...
Brexit'e verdiği destek... Fransa, Almanya,
Avusturya, Polonya, Bulgaristan, Yunanistan
ve Macaristan'daki AB karşıtı milliyetçiliğe,
ırkçılığa, demokrasi düşmanlığına dönük
üstü örtülü ve açık destek politikaları...
NATO'yla Avrupa'nın, NATO'yla Erdoğan
Türkiyesi'nin arasını bozma ya da açma çabaları...
Kitabın ilginç, epeyce ayrıntılı ve de renkli bir bölümü de,
Trump'ın ABD başkanı seçilmesinde Putin'in
oynadığı rolde düğümleniyor.
Putin'in iktidar oyununu ne kadar acımasızca
oynadığına ilişkin bölümleri kitapta okurken
Erdoğan'ı düşündüm, Putin'le Erdoğan arasındaki
çarpıcı benzerliklerin altını çizdim.
Tek adamlık... İktidar dizginlerini tek elde toplamak...
Çok sert bir merkeziyetçi devlet...
İktidarı bölmeyi, paylaşmayı aklının ucundan
bile geçirmemek... Siyaseti her zaman siyah-beyaz diye,
dost-düşman diye ayırarak yapmak...
Elinin altında hep bir düşman bulundurmayı
bir siyaset tarzı olarak benimsemek...
İktidar oyununu krizlerle, ufak çapta da olsa,
savaş ve çatışmalarla, kanlı provokasyonlarla
oynamak... Sivil toplum kuruluşlarını yasaklamak,
düşman ilan etmek; yabancı devletlerin ajanı,
hain olarak görmek... Yalnız Putin'in değil,
Erdoğan'ın siyaset defterinde de üç aşağı beş
yukarı bütün bunlar yazılı. Başarısız da değiller.
Elimdeki kitap; demokrasi diye,
özgürlük diye gelen faşizmleri anlatan,
faşizm ve hümanizm üzerine bir kitap...
Bir zamanlar Avrupa'nın başına bela olan
faşizmin nasıl yeniden yükselişe geçtiğine,
faşizm mikrobunun nasıl ölmediğine ışık tutan
bir kitap... Faşizmi kültür ve felsefe çerçevesine
oturtan, faşizme ilişkin uyarılarla dolu bir kitap...
Kitabın yazarı Rob Rieman,
Hollanda'da yaşayan bir kültür filozofu ve yazar.
Kitabı okurken tabii Türkiye'yi de düşünüyorum.
Kitabın girişinde şu satırlar var: Faşist hareket
yeniden yükseliyor. Bu gelişme Hollanda gibi
varlıklı bir refah devletinde yaşanıyorsa,
faşizmin yirmi birinci yüzyıldaki geri
dönüşü her yerde yaşanabilir.
Kitabın bir yerinde, 1909 doğumlu bir
Rus Yahudisinin hayat hikâyesi ilginç.
Adı, Leone Ginzburg. Çocukken ailesiyle
birlikte Rusya'dan İtalya'ya göç etmiş.
Daha 18 yaşındayken Tolsoy'un Anna
Karenina'sını İtalyanca'ya çevirmiş.
Bir yayınevi kurmuş, bir de Kultura isimli
bir dergi çıkarmaya başlarken,
Mussolini ve faşistleri İtalya'da iktidara el koymuş.
Ginsburg'un hikâyesi kitapta şöyle anlatılıyor:
Mussolini, akademiyadaki tüm profesörlerin
faşist iktidara bağlılık bildirisine imza
koymalarını emreder. İmza koymayanlar
işlerini kaybedecektir. 1100 profesörden
sadece 10'u bildiriyi imzalamayı reddeder.
Ginzburg da bunlardan biridir. Ginzburg,
Mussolini'ye karşı yeraltı direnişine katılır.
Çünkü şunu iyi bilir: Kültür ve özgürlük
ancak birlikte yaşayabilir. Şu gerçeğin de
çok iyi farkındadır: Her zaman özgürlük
örtüsü altında, özgürlük diye diye gelen
faşizmin tek hedefi özgürlüğü yok etmektir.
Ginzburg tutuklanır ve sürülür. Mussolini
1943'te devrilince Roma'ya döner ve
bu kez onun yerini alan Nazilerle mücadele
etmeye başlar. Yeniden tutuklanır.
Ve Nazilerin işkencesinde 35 yaşındayken
hayata veda eder. Hapishaneden karısı
Natalya'ya gönderdiği mektubu şöyle noktalar:
- Cesur ol!
Dolce Vita, Amarcord filmlerinin yönetmeni
Federico Fellini, Ginzburg'un karısı Natalya'nın
yakın arkadaşıdır. Gençliğinde kısa bir süre
İtalyan Faşist Gençler Birliği'nin üyesi de
olan Fellini kitapta şöyle anlatıyor:
Faşizm her zaman taşralı bir ruhtan
yükselir, cahilliğiyle övünür. Hepimizin
içinde gizli saklı bir faşizm vardır.
Bir ses, bir otorite, bir güven buldu mu
çıkar ortaya ve yapacağını yine yapmaya başlar.
Onun için bir rastlantı değildir, faşist hareketin
bir ülkeyi x, y, z veya "yeniden büyük"
yapacağını ilan ederek sahneye çıkması...
Büyük bir güç, bir devlet olma iddiası
ya da o hiç olmayacak şanlı bir geçmişi
yeniden yaşatmaya dair içi boş sözlerle
kapımızı çalan faşizm... Yalan söyleme
sanatı ve sözleri gerçek anlamlarından
koparıp içini boşaltma becerisi de faşist
karakterin bir parçasıdır.
Rob Rieman kitabında faşizm
sözcüğünün Avrupa'da bugün neden
bir tabu olduğuna da değiniyor:
Avrupa'da aşırı sağ var, radikal
muhafazakârlık var, popülizm var,
sağ kanat popülizmi var, fakat faşizme
gelince, hayır, faşizm Avrupa'da yok.
Bu doğru olamaz, biz demokraside
yaşıyoruz, faşizm diye lütfen felaket
tellallığı yapmayın, halkı incitmeyin!
Camus'nün 1947'de yazdığı Veba isimli
romanı bir faşizm alegorisidir. Bir gün
resmi bir bildiriyle vebanın terör döneminin
sona erdiği açıklanır. Ama doktor, büyük
kalabalıkların yaptığı kutlamaya katılmaz.
Camus'nün Veba isimli romanının o bölümü şöyledir:
Çünkü doktor, kitlelerin bilmediğini bilir:
Veba mikrobu hiçbir zaman ölmez, kaybolmaz.
Kuytuluklara siner, mobilyalarda, ketenlerin
kırışıklıklarında saklanır. Yatak odalarında,
bodrumlarda, sandıklarda büyük bir sabırla
bekler. Ve bir gün veba, farelerini uyandırır,
mutlu bir şehirde ölmeleri için yola çıkartır.
Albert Camus ve Thomas Mann,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında unutkanlığa
karşı uyarmışlar, faşizm mikrobunun
ölmediğini yazmışlardır. İyi bir mücadele vereceksek,
bugün faşizm mikrobunun toplumsal bünyemizde
yeniden aktif hale geldiğini bilelim ve bunun
adını koyalım. Bunun adı 'faşizm'dir.
Büyük bir sorundur, kaçınılmaz olarak
despotizme ve şiddete yol açar. Bu sorunu,
bu tehlikeyi inkâr etmek, kafamızı devekuşu
gibi kuma gömmektir.
Daha kötüsü, tarihten öğrenmeyenler onu
tekrar etmeye, yeniden yaşamaya mahkûmdurlar.
Kitapta faşist yöntemler de anlatılır:
Faşist teknikler her yerde benzerdir:
Karizmatik, otoriter bir lider...
Kitleleri seferber etmek için popülizm...
Elit düşmanlığı... Kriz... Yabancı düşmanlığı...
Ve mutlaka bir düşman bulmak, yoksa yaratmak...
Demokrasi konusunda karamsar
bir kitap daha... Ama bu kitap, liberal
demokrasinin yakın geleceğini karanlık
görse de, mücadeleyi elden bırakmıyor.
Halkla demokrasinin karşı karşıya
gelmeye başladığını belirtiyor.
Demokrasileri demokrasi yapan hak ve
özgürlüklerin tehlikede olduğunu söylüyor.
Seçim sandığından çıkan iktidarların,
bir süre sonra 'demokrasi oyununun kuralları'nı
bir yana bırakıp, tek adam olarak kendi
oyunlarını oynamaya başladıklarının altını
çiziyor. Bu çerçevede tabii Tayyip Erdoğan
adı da ön plana geliyor.
Bu yıl içinde çıkan kitabın yazarı Yascha Mounk,
Harvard Üniversitesi'nden.
Kitabın adı Türkçe'ye şöyle çevrilebilir:
Halkla Demokrasi Karşı Karşıya,
Özgürlüğümüz Neden Tehlike
Altında ve Onu Nasıl Kurtarırız?
Şu satırların altını çiziyorum:
Donald Trump'ın Beyaz Saray'a Başkan
seçilmesi, demokrasi krizinin en çarpıcı
göstergesi oldu. Çünkü dünyanın en eski,
en güçlü demokrasisi, tarihinde ilk kez,
Amerikan anayasasının temel ilkelerinden
hiç hoşlanmadığını açıkça ilan eden
birini Başkan seçti. Öylesine bir Başkan ki,
rakibini hapse atmakla tehdit edebildi.
Öylesine bir Başkan ki, Amerika'nın otoriter
karşıtlarını 'demokratik müttefikleri'
olarak ilan edebildi. Amerikan
demokrasisinin kontrolcü kurumları
(güçler ayrılığı) nihayetinde Trump'a
fren koysalar bile, Amerikan halkı tarafından
ülkenin en yüksek makamına böyle
bir başkan seçilebilmiş olması bu ülkede
demokrasinin geleceği açısından çok kötü bir işaret...
Bu satırlardan hemen sonra
Putin'le Erdoğan'ın isimleri geliyor:
Trump'ın seçimi kendi başına bir
olay değil. Rusya ve Türkiye'de de seçim
sandığından çıkan güçlü liderler, ülkelerinde
gelişme halindeki demokrasilerin kolunu
kanadını kırarak seçimli diktatörlükler
kurmayı başardılar. Bunun gibi Polonya
ve ve Macaristan'da da popülist liderler
aynı modeli uygulayarak özgür medyayı
yıktılar, bağımsız kuruluşları zayıflattılar
ve muhalefetin sesini kıstılar.
Kitapta, liberal demokrasinin tehdit
altında olduğu bazı Avrupa Birliği
ülkelerinden de örnekler veriliyor:
Avusturya'da aşırı sağdan bir aday
Cumhurbaşkanı seçildi. Fransa'da
siyasal yelpaze, radikal sağ ve solun
sahneye çıkışına tanıklık ediyor.
İspanya ve Yunanistan'da yerleşik
partiler hızla dağılıyor, çöküyor.
İsveç, Almanya ve Hollanda gibi istikrarlı
ve hoşgörülü varsayılan demokrasilerde
bile aşırı akımlar benzersiz başarılar elde ediyor.
Seçim sandığından çıkıp demokrasi oyununu
boşlayan 'tek adamlar'ın ya da otoriter liderlerin
aralarındaki benzerlikler kitapta epeyce yer kaplıyor.
İktidar dizginlerini iyice ellerine geçirmek ve
devleti kendilerine daha sıkı bağlamak için
kendilerine nasıl iç ve dış düşmanlar
yarattıklarına işaret ediliyor.
Bu çerçevede, Erdoğan Türkiyesi'yle Polonya
örnekleri veriliyor. Bu ülkelerde yargının,
seçim kurullarının bağımsızlıklarından nasıl
yoksun kılındıklarına işaret edilirken, medyanın
iktidar tarafından nasıl tam kontrol altına
alındığı vurgulanıyor.
Harvard'lı akademisyenin kitabında,
Berlin Duvarı'nın 1989'da yıkılması
ve Sovyetler Birliği'nin 1991'de tarihe karışmasıyla
birlikte liberal demokrasinin dünyadaki
zaferine ya da önlenemez yükselişine vurgu yapılıyor.
Amerikalı siyaset bilimci Fukuyama'nın
Tarihin Sonu (The End of History) isimli o
zamanların ünlü makalesine dikkat çekilirken,
liberal demokrasinin 1990'ların başından itibaren
yirmi yıllık alternatifsizliği işleniyor.
Sonra bugünlere, yani demokrasiler ölüyor
noktasına nasıl gelindiği ve bu tehlikeden
kurtulmanın nasıl mümkün olabileceği anlatılıyor kitapta.
Demokrasinin dünyadaki -özellikle Batı'daki- yükselişi,
tökezleyişi ve çöküşe geçişi hakkında ilginç
tahliller yer alıyor. Demokrasilerin İkinci Dünya Savaşı
sonrasındaki yükselişi ve istikrar kazanmalarında
rol oynayan üç neden şöyle özetleniyor:
1. Ekonomik büyüme ve hayat
standartlarında hızlı iyileşme.
2. Bu dönemde bir etnik grubun
ya da ırkın, örneğin Amerika ve
Kanada'da beyazların sahip oldukları
üstünlük ve ayrıcalıklar, Almanya ve İsveç
örneklerindeki toplumsal homojenlik.
3. Dünyadaki kitle iletişim düzeninin
daha çok siyasal ve finansal
elitinin kontrolünde işlemesi.
Özellikle 1990'lı yılların başından itibaren
alternatifsiz gözüken liberal demokrasi,
nasıl oldu da yeni yüzyılın ilk on yılıyla
birlikte inişe geçti? Bu sorunun yanıtı,
yukarıdaki üç noktanın tersine
dönmesinden kaynaklanıyor.
1. Ekonomik büyümenin yavaşlaması...
Hayat standartlarının düşmeye başlaması...
Gelir dağılımındaki uçurumun derinleşmesi...
Böylece kitlelerin siyasetçiye, siyaset
kurumuna duyduğu güvenin zayıflaması...
2. Farklı etnik grupların, azınlıkların,
göçmenlerin eskisi gibi büyümeyen
pastaya ortak çıkmaları... Özellikle Batı
dünyasında, etnik ve kültürel çoğulculuğa
karşı isyan patlamalarının uç vermesi...
3. Ve internet devrimi ile, sosyal medya ile,
kitle iletişiminin elit kontrolünden çıkması...
Merkez ile kenar arasındaki teknolojik açığın daralması...
Böylece eski 'istikrar'ın canına okuyacak tahrikçi unsurların
siyaset meydanında sahne alması...
Yukarıda üç noktada özetlenen gelişmelerin
dünyada demokrasi ve özgürlüklere büyük
darbeler indirdiği örneklerle anlatılıyor.
Amerika'da, Avrupa'da demokrasilere dönük
güvenin nasıl inişte olduğu, güçlü lider ve
otoriter rejim tercihlerinin, hatta askeri yönetim
eğilimlerinin bile nasıl yükseldiği ürkütücü
kamuoyu araştırmalarıyla sergileniyor.
Peki ya çare? Kitapta bazı çareler yok değil:
1. Ekonomik politikalarda, ulusal ve
uluslararası planda reform ihtiyacı...
Eşitsizliklerin törpülenmesi..
Hayat standartlarının gerçekten düzeltilmesi...
Yeni bir refah devleti kurulması...
2. Günümüzdeki ulusal devlet anlayışını
yeniden düşünmek... Farklı inanç ve renktekileri
de eşit vatandaş olarak kabul eden çok
etnik boyutlu demokrasiyi müzakere
konusu yapmayacak tarzda benimsemek...
3. İnternet ve sosyal medya düzenini,
nefret söylemi ve yalan haberler açısından
-sansür tuzağına düşmeden- yeniden düşünmek...
Dijital çağı, demokrasi açısından güvenli hale getirmek...
4. Günümüzde milliyetçilik demokrasiye karşı yükselirken,
uluslar üstü idealler gerilemekte...
Bu durum özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde
ve Britanya'daki Brexit'le çok belirgin hale geldi.
Çin ve Hindistan, milliyetçi tırmanışın en çarpıcı
olduğu ülkeler arasında...
5. Türkiye, milliyetçilikle İslamcılığın
sentezini yapan güçlü bir tek adamın
liderliğinde çıplak bir diktatörlüğe
doğru hızla yol almakta...
6. Dışlayıcı değil, saldırgan değil, kapsayıcı,
yumuşak bir anlayışla milliyetçiliği ehlileştirmenin
liberal demokrasi açısından taşıdığı önem...
Yarın: Son yazı...
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |
İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından Nimet Tanrıkulu, 29 Ekim 2024 tarihinde, hukuk dışı bir kararla tutuklanıp Ankara Sincan Kapalı Cezaevi'ne kondu
Yoksa yine malum "devlet ezberleri"yle yola devam çıkmazı mı?..
Demirel 100 yaşında! Pazar günü Ülke Politikaları Vakfı'nın Cevahir Otel'de düzenlediği bir toplantıda "BABA"yı andık. Özlemişim Demirel'i, itiraf edeyim, arada bir gözlerim doldu
© Tüm hakları saklıdır.