04 Kasım 2023
Atatürk demokrasiden yana mıydı,
değil miydi?
Bu konuda, Zafer Toprak,
Fransız siyaset sosyologu Maurice Duverger
ile ilgili olarak şöyle yazar:
Maurice Duverger'ye göre,
Ortadoğu uluslarının modernleşmelerini önleyen başlıca etmen dindi.
İslamiyet'e başkaldıran Atatürk'ün şiarı "Batılılaşmak" olacaktı.
Seçime sadece Mustafa Kemal'in gösterdiği
tek adayın katılması, dolayısıyla çoğunluğun
garantilenmiş olması bile Türkiye'deki
Tek Parti'nin niteliğini değiştirmiyordu.
Duverger'ye göre bu durum
bir ideal değil, geçici bir zorunluluktu:
Türkiye'de Tek Parti, Kıta Avrupası'nda gözlendiği gibi
bir tek parti doktrinine dayanmıyor;
tekel konumuna resmi bir nitelik vermiyor;
partiyi sınıfsız bir toplumun varlığıyla ya da parlamenter çekişmeleri
ve liberal demokrasiyi
ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmıyordu.
Bilakis, Tek Parti oluşu
tekel konumu nedeniyle
sürekli huzursuz bir rejimden söz edilebilirdi.
Mustafa Kemal,
Tek Parti konumuna son vermek için
iki kez (Serbest Fırka, Cumhuriyetçi Terakkiperver Fırka-HC)
girişimde bulunmuştu;
bu açıdan faşist ve komünist partilerden ayrılıyordu.
Tek Parti dışında yasaklanan çoğulculuk,
parti içinde yeniden doğuyor ve orada aynı işlevi görüyordu.
Kısaca, Duverger'ye göre,
Türkiye'de Tek Parti rejiminin siyasal demokrasiyle
dirsek temasında olduğunu düşünmek mümkündü.
Ve nihayet Duverger,
tek partilerin kimi ülkelerde
demokrasi yolunda bir aşama olarak kabul edilebileceğini kaydediyor(du). *
1980'li yıllarda,
"Atatürk demokrasiden yana mıydı, değil miydi"
konusu yüzünden,
adını 1924'te Atatürk'ün koyduğu Cumhuriyet gazetesinde de
hayli sert tartışmalar yaşanmıştı.
Özellikle Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal'le
gazetenin duayen yazarı İlhan Selçuk arasında...
İlhan Selçuk, Batı demokrasisini sevmezdi.
Başka çare olmadığı için katlandığını söylerdi.
Devrimci demokrasi, devrimci demokrat deyimlerini tercih ederdi.
Saklardı.
Belki bir başka deyişle takiye yapardı.
Belki de Başyazarımız Nadir Nadi’yi rahatsız etmemek,
ona açık vermemek için böyle yapardı.
Ben ne zaman demokrasiyi, çoğulculuğu savunan bir yazı yazsam, dalgasını geçerdi:
“Yine demokrasi havariliği yapmışsın !”
Ben de yanıtlardım:
“Doğan Avcıoğlu’nun kemikleri sızlamıştır.”
Eklerdi İlhan Selçuk da:
“Devrim de yapamadık, demokrasi de...”
1986 yılı 9 Kasım'ı.
Nadir Bey benden Cumhuriyet imzalı bir 10 Kasım başyazısı istedi.
“Daha önceki yıllara bakıp yazarsın” demişti.
“Acımız, Atatürk’ün ölümünden değil” başlığını taşıyan
bu başyazı nedeniyle İlhan Selçuk’la çok sert tartışmıştık.
Soru şuydu:
Atatürk’ün hedefi, çok partili Batı demokrasisi miydi, değil miydi ?
İlhan Selçuk’la aramızdaki temel görüş ayrılığını,
üstünü örtmeye çalıştığımız “ideolojik çatlağı”
büyüten tartışmalarımızdan biriydi bu.
1991 sonunda "vazo kırılınca"ya kadar
hiç bitmeyecek, gitgide parlayacak tartışma...
Bana kızmıştı İlhan Abi !
Çünkü taşra baskısından sonra
küçük bir değişiklik yapmıştım başyazıda.
Değişiklikten Nadir Bey’in haberi vardı.
Yalnızca şehir içlerinde yer alan
bu bölüm, Atatürk ve demokrasi ile ilgiliydi:
“Atatürkçülüğün,
vicdan özgürlüğü, laiklik, ‘öğretim birliği’
gibi temel ilkeleriyle bir ‘kültür devrimi’ olduğu,
çağdaş uygarlığı ve özgürlükçü demokrasiyi amaçladığı
bazı çevrelerde ne yazık ki unutturulmak istenmektedir.”
İlhan Selçuk, hem taşra kalıbını,
hem de ertesi sabah şehir baskısını okumuş, değişikliği fark etmişti.
Öğleden sonra gazeteye gelince
bir hışım odama girmişti:
“Bak Hasan Cemal,
Atatürk hiçbir zaman özgürlükçü demokrasi demedi,
sadece çağdaş uygarlık dedi.”
Günlüğümün, 12 Kasım 1986 tarihli sayfasına şöyle bir not düşmüşüm
İlhan Selçuk için:
“Tıpkı Doğan Avcıoğlu gibi.
Hep aynı. Değişmiyor, n’apalım?..”
Atatürk’ün özgürlükçü demokrasi demediğini ben de biliyordum.
Ama hedefi neydi, çağdaş uygarlık derken?
"Batılılaşmak"tan başka bir şey mi vardı kafasında ?
Tek örneği ya da modeli Batı Avrupa değil miydi ?
Öyle olmasa, Almanya’dan Ticaret Kanunu’nu,
İsviçre’den Medenî Kanun’u,
İtalya’dan Ceza Kanunu’nu getirir miydi?
Fransa’dan laiklik ve merkezî idare anlayışını benimser miydi ?
Latin alfabesini, takvimini, giyim kuşamını, konservatuvarını
her şeyini Avrupa’dan alır mıydı ?
Kısacası:
“Muasır medeniyet”, yeni deyişle
“çağdaş uygarlık”, Avrupa’dan başka bir şey değildi.
Atatürk hem çağdaş uygarlık diyecek hem tek partili otoriter rejimleri, diktaları savunacaktı, öyle mi ?..
Tabiî ki hayır.
Atatürk, tek partili rejimi de
devletçiliği de bir geçiş dönemi olarak görmüştü.
1930’ların devletçiliği, bir yandan
genç Türkiye Cumhuriyeti’nde özel girişimciliğin olağanüstü cılızlığı,
öte yandan “1929 dünya ekonomik buhranı”ndan kurtulma çabasıydı.
Devletçilik tercihinde hiç kuşkusuz
o tarihlerde Sovyetler Birliği’ndeki “planlı komuta ekonomisi”nin etkisi vardı.
Fakat Atatürk devletçiliği aslında
kendi başına bir model değildi.
Karma ekonomi denemesiydi.
Ağır basan boyutu, Türkiye’de özel girişimciliği,
Türk işadamını, Türk sanayicisini yaratıp önünü açabilmekti.
İlhan Selçuk’la bunları tartıştık.
Bana katılmadı, katılmasını da beklemiyordum.
İlhan Selçuk, benim yazdığım Cumhuriyet imzalı bu başyazıda
Atatürk ile demokrasiyi yan yana getirmiş olmamdan rahatsız olmuştu.
Nadir Nadi iki yıl önce, 1984’te,
yine bir 10 Kasım başyazısında kendi imzasıyla şunları yazmıştı:
Yirmi beş yıl kadar önce bir gün
bir devlet sorumlusuyla görüşüyorduk.
Tartışmamız uzun sürdü.
Biz hükûmetin davranışının,
ne Atatürk ilkelerine,
ne de demokrasiye yakıştığı düşüncesini savunuyorduk.
Bir aralık sinirlenen
o devlet sorumlusu ünlü kişi
bana dönerek:
– Sanki Atatürk zamanında bizde demokrasi var mıydı ?
gibilerinden bir çıkış yaptı.
Böylece beni mat ettiğini sanıyordu.
Tek parti döneminde gerçekten
ülkemizde çağdaş anlamıyla demokrasi yoktu.
Kendisine kısaca:
– Atatürk kendi döneminde demokrasinin önkoşullarını hazırlıyordu!
dedim,
yanıt bulamadı.
Atatürk ve demokrasi konusunda
Nadir Nadi’nin kafası netti.
1981 yılında Cumhuriyet’te yayımlanan
Cumhuriyet gazetesini anlattığı yazı dizisinde de,
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in hedef olarak çağdaş uygarlık ile
“demokratik devlet düzeni”ni seçtiğini şöyle anlatır:
Cumhuriyet kurulduğu zaman
ben henüz on beş yaşındaydım.
Babam daha önce Yeni Gün’ü çıkardığı için
ve Yeni Gün de çok başarılı bir gazete olduğu için
ben yeni gazetenin aynı adla çıkmasını isterdim.
“Ne demek cumhuriyet?
Cumhuriyetin ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz” derdim.
Halbuki babam haklıymış.
Yeni Gün’den sonra Cumhuriyet’i çıkarmakla cumhuriyet fikri,
çağdaş uygarlık düşüncesi,
çağdaş uygarlık ortamı ve demokratik bir devlet düzeni kurulması için
bu adı takmış. Bu ad da,
sonradan duyduğuma göre,
doğrudan doğruya Atatürk tarafından verilmiş. **
Yalnız Nadir Nadi böyle demiyor.
Babası ve Cumhuriyet gazetesinin kurucusu
Yunus Nadi de “demokrasinin savunuculuğu”
ilkesini daha gazetesinin birinci sayısında,
7 mayıs 1924’te başyazısında şöyle belirtir:
Kesin olarak söyleriz ki,
gazetemiz ne hükûmet gazetesi,
ne bir parti gazetesidir.
Cumhuriyet sadece cumhuriyetin,
bilimsel ve yaygın ifadesiyle demokrasinin savunucusudur;
cumhuriyet ve demokrasi
fikir ve esaslarını yıkan
ve yıkmaya çalışan
her kuvvetle mücadele edecektir.
Memlekette her anlamıyla
gerçek bir demokrasi kurulması için
gazetemiz bütün varlığıyla çalışacaktır.
Memlekette halkın halk tarafından,
halk için idaresi, bizim idealizmdir.
Ve biz, yalnız bu idealin esiriyiz, başka hiçbir kuvvetin değil.
Yunus Nadi de böyle diyordu.
Ama İlhan Selçuk farklı düşünüyordu.
Atatürk ile demokrasiyi yan yana getirmekten özenle kaçınıyor,
Atatürk’ün hedefinin de
çağdaş uygarlık çerçevesinde demokrasi olduğunu kabul etmiyordu.
Çünkü bu çerçeveyi kabul ederse,
Atatürk’ü “devrimci demokrasi” yolunda,
gerektiğinde bir “darbe” yolunda “kışkırtma aracı” olarak kullanamayacağını biliyordu.
"Sol radikalizm"e, Yön-Devrim çizgisine,
“Doğan Avcıoğlu ekolü”ne damgasını vuran,
özellikle 1960’larda aydınlar üzerinde çok etkili olan bu bakış açısını
İlhan Selçuk, Cumhuriyet’te de sürdürmek istiyordu.
Atatürk ve demokrasi konusunda İlhan Selçuk’un
Uğur Mumcu ile Ali Sirmen’i de yanına alabileceğini sanmıyordum.
Bu iki arkadaşım, benim başyazı alanına eski deyişle
“müdahil” olmamdan ve Nadir Bey’in bana böylesine
bir güven beslemesinden memnun değillerdi.
Ayrıca benim bu işi kıvırabildiğime inanmıyorlardı.
Ancak, İlhan Selçuk’a Atatürk-demokrasi konusunda
hak vermeleri yakın ihtimal değildi.
Bu konuyla ilgili olarak bir yıl sonra,
30 ekim 1987’de günlüğüme Uğur Mumcu’nun
Cumhuriyet Bayramı yazısını kesip yapıştırmış,
ayrıca bazı notlar almışım.
Uğur yazısının sonunu şöyle bağlamış:
Cumhuriyet’in ulaşmak istediği düzen,
bugün Batı ülkelerinde görülen çoğulcu demokrasiydi.
Atatürk, bu amacı taşıdığını
Hasan Rıza Soyak’a şu sözcüklerle anlatır:
“Biz öyle bir idare,
öyle bir rejim istiyoruz ki,
bu memlekette bir gün eğer
dünyada hükümdarlık aleyhine gittikçe
kuvvetlenen akımlar karşısında kalanlar varsa,
padişahlığa taraftar olanlar dahi bir parti kursunlar.”
Atatürk’ün sağlığında bu amaç gerçekleşmedi.
Çünkü dünya, 1930’larda büyük çalkantılar yaşamaktaydı.
Üstelik devlet yeni kurulmuştu.
Ama bugün?
Bugün, Cumhuriyet’in 64. yıldönümünde,
hem Atatürkçülük’ten söz edip
hem yasakçılığı tek yol olarak görmek,
cumhuriyetçilikle nasıl bağdaşmaktadır?
Benim 10 Kasım başyazısıyla ilgili olarak
İlhan Selçuk’u rahatsız eden bir başka neden vardı.
Bu daha çok “ideolojik”ti.
Doğan Avcıoğlu’nun damgasını vurduğu
Yön-Devrim çizgisinin ideolojik çizgisiydi bu.
Atatürk ile Batı demokrasisi arasındaki bağı koparmanın
kendi “radikal” fikirlerine hizmet edeceğine öteden beri inanırlardı.
Böylece “asker”i daha etkili kışkırtabileceklerini düşünürlerdi.
Ancak bu bağ koparılabilirse, Türkiye sırtını Batı’ya dönebilir,
başka sulara açılabilir diye hesap yaparlardı.
İlhan Selçuk bu nedenlerle rahatsız olmuştu.
Günlüğün 7 Aralık 1986 tarihli sayfasında şu notlar var:
“İlhan Abi dün akşamüstü Nadir Bey’deyken,
‘Seçime inanmam, ama ne yapalım başka şey de yok’ dedi.
Doğan Bey’le farkı belki burada İlhan Selçuk’un.
Sevgili Doğan Bey, ‘cici demokrasi’den o kadar nefret ederdi ki,
araç olarak kullanmayı bile reddetmişti.”
Ben İlhan Selçuk’la açık kavgadan yana değildim.
Cumhuriyet’in dengelerini koruyarak
gazeteyi geliştirmenin,
daha iyi “gazete” yapmanın peşindeydim.
“Eski” ile “yeni”nin bir arada gidebileceğini,
zamanla “yeni”nin ağır basarak
Cumhuriyet’in daha iyi bir yerlere gelebileceğine inanıyordum.
Belki olmayacak duaya amin diyordum.
Ama böyle düşünüyordum içtenlikle...
Nitekim, 7 aralık 1986’da günlüğüme şunları yazmışım:
“Cumhuriyet’in belli dengelerini sürekli korumak...
Geleneksel Atatürkçülüğünü,
bununla çoğulcu demokrasiyi,
radikalizm ile demokrasiyi hep bir sentez içinde tutmak...
Bütün bu bakış açılarının,
Cumhuriyet’i daha çağdaş,
daha mükemmel
ve de demokrasinin gelişimine
katkıda bulunan bir organ yapmasını sağlamak...
Yani farklılıkların, ‘dinamik’ bir yapı yaratarak,
‘çözücü, dağıtıcı’ değil,
'ilerletici’ bir işlevi olmasını sağlamak...
Kanatların tepesinde kalarak dinamik bir yapıyı bir sentez içinde yönetebilmek...
Birtakım çelişkileri zaman, hayat kendi çözecek...
Atatürkçülük, Atatürkçü radikalizm, Marksizm’den de etkilenen sol radikalizm...
Bunları da Türk siyasal ve düşünsel yaşamında yadsımak olası değil...
Bu Cumhuriyet tam altmış iki yıllık bir yapı.
Duvarlarını yıkmadan,
onun içinden yepyeni bir yapı inşa etmek gerekiyor.
Çağdaş, çoğulcu demokrasiyi ‘amaç’ edinen,
Atatürk’ün ‘kültür devrimi’ni
hiç kuşkusuz benimseyen bir Cumhuriyet...
Ama kavga etmeden...
Cumhuriyet, zor bir gazete!”***
Daha Cumhuriyet'in ilan edildiği
29 Ekim 1923 günü, Fransız basınına,
"Biz daima Şark'tan Garb'a doğru yürüdük. Bütün mesaimiz Türkiye'de
Garbî bir hükümet vücude getirmektir" ****
diyen Atatürk'ün,
demokrasiye geçmek istemediğini söylemek inandırıcı değildir.
Peki ya 1946'dan beri "demokrasi"yi
başarabildik mi?
Ne yazık ki hayır.
Ama bu başarısızlıkta aslan payı,
Cumhuriyet'i kuranların değil,
77 yıl Türkiye'yi yönetmiş olan
siyasal kadrolarındır, partilerindir,
hükümetlerindir.
Atılan "temel"in üstüne
bunca yıldır doğru dürüst bir yapı yükseltemeyenler,
"Cumhuriyet'i demokrasiyle taçlandıramayanlar" onlardır.
YARIN: İsmet İnönü: "En büyük hezimetim en büyük zaferimdir."
* Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s. 384, 385
** “Nadir Nadi Cumhuriyet’i anlatıyor”, Ali Sirmen, Cumhuriyet, 11 Mayıs 1981
*** Hasan Cemal, Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim, ilk baskı 2005 Doğan Kitap, son baskı Everest Yayınları 2013, s. 109-115
**** Zafer Toprak, ATATÜRK, Kurucu Felsefenin Evrimi, Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2020, s.1
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |
Eyy Erdoğan, yaratmakta olduğun bu dünyanın altında kalacaksın, seçim sandığında kaybolup gideceksin, az kaldı!
Hey sen, bana baksana: Yoksa çöküşünü durdurmak için yine savaş mı yapacaksın?..
CHP içinde hala kavgayı, didişmeyi tercih edenlerin dikkatine...
© Tüm hakları saklıdır.