18 Kasım 2023
Bir zamanlar askeri darbe günlükleri
tutardım. 15 Temmuz sonrası
'sivil darbe günlükleri'm başladı.
Bu günlüklerime
Zamane Diktatörleri adını verdim.
Çünkü onlar günümüzde
tankla topla tüfekle değil, milletin
oyuyla "seçim sandığı"ndan
çıkarak yapıyorlar darbelerini...
Bugün trenle Gdansk’tan Varşova’ya geldim.
Yolculuk boyunca kar hiç durmadı.
Şimdi de atıştırıyor.
Varşova’da önce Getto Müzesi’ni gezdim.
Ve paramparça oldum.
Böylesine bir vahşeti,
böylesine bir barbarlığı yapanları
kimbilir kaçıncı kez lanetledim.
Parkın içinden Yahudi Gettosu Kurbanları Anıtı’na
doğru yürüyorum.Yahudi soykırımının,
Holokost’un simgelerinden biri.
Anıtın önünde, Alman Sosyal Demokratlarının
efsane lideri Willy Brandt’i hatırlıyorum.
Yıl 1970, Aralık ayı.
Willy Brandt Batı Almanya Başbakanı olarak Varşova’da.
Gezi programında Getto Müzesi ve Anıtı da var.
Brandt çelengi anıta bırakıyor.
Ama aynı anda ellerini önünde kavuşturup dizlerinin üstüne çöküyor.
Ve tabii kıyamet kopuyor.
Çünkü Willy Brandt bu jestiyle
Almanların Nazi geçmişi adına özür diliyor,
Almanya’nın Hitler tarihiyle hesaplaşma kapısını açıyor.
Ve böyle bir jesti yapacağından hiç kimsenin haberi yok.
Cep telefonum çalıyor,
Doğan Akın’dan, Silivri’den haber var:
Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Mehmet Altan
ömür boyu ağırlaştırılmış hapse mahkûm edildi.
Ağırlaştırılmış müebbet hapis...
İdam cezası olsa, idam...
Barın sakin sessiz bir köşesinde
Zamane Diktatörleri adını taktığım
yeni günlüğümü açıp hissiyatımı içine
boca ediyorum, bir yandan da yüksük kadehteki
buz gibi votkamı yudumluyorum.
Heyy sen!
Demek, benim sevgili arkadaşlarım
Nazlı’yı, Ahmet’i, Mehmet’i mahkûm ettirdin.
Üstelik ağırlaştırılmış ömür boyu hapse…
Demek öyle.
Demek onlar darbeci...
Demek onlar terör işbirlikçisi...
Demek onlar terör sevici...
Bak, şunu hiç unutma.
Hukuk ve adaletin ırzına geçen bu mahkûmiyet kararları,
senin alnına kapkara bir leke olarak, silinmez bir damga gibi vurulacak.
Bu utançtan kurtulamayacaksın.
Bir başka dünyaya alnında o kapkara lekeyle göç edeceksin.
Çünkü Nazlı da, Ahmet de, Mehmet de
hiçbir zaman darbeci olmadılar.
Darbe işbirlikçisi olmadılar.
Sen darbeci oldun, onlar olmadı.
Nazlı Ilıcak da, Ahmet Altan da,
Mehmet Altan da darbelere karşı
hep hukukun yanında durdular.
Ömür boyu özgürlük dediler.
Adaleti savundular.
Demokrasiden hiç kopmadılar.
Ama sen, anlaşılan o ki, benim sevgili arkadaşlarımı
demir parmaklık arkasında tutmaya kararlısın.
Heyy sen!
Şunu kafana iyi sok.
Bizler bağımsız düşünürüz.
Özgür düşünürüz.
Koyun gibi sürüye katılmayız.
Tek başımıza kalsak da doğru bildiğimizi söyleriz.
Milliyetçi çığırtkanlarla bizim işimiz yoktur.
Biat kurumları bize göre değildir.
Ne yapsan bizi korkutamazsın.
Bizim dünyamız, sözcüklerin
özgürce uçuştuğu bir dünyadır.
Ve sen ne yapsan, sözcüklerin
özgürce uçuşmalarını engelleyemezsin.
Hapishaneler dolup taşsa da, mahkeme kapılarında
izdiham yaşansa da, sözcükler özgürdür.
Ne yapsan hapsedemezsin onları.
Heyy sen!
Bana bak.
Eleştiri hakkını elimizden alamazsın.
Farklı düşünme hakkımızı yok edemezsin.
İfade özgürlüğü bizim alın yazımızdır.
Bak, Edward Said ne demiş
Entelektüel adını taşıyan
kitabında, biraz anlamaya çalış:
Entelektüelin tek dayanağı,
tavizsiz düşünce ve ifade özgürlüğüdür.
Bu özgürlüğün savunma hattını gevşetmek
veya dayandığı temellerden herhangi birinin
kurcalanmasına göz yummak,
entelektüelin işine ihanet etmesi demektir.
Bizim ihanetle işimiz yok.
Hiç olmadı.
Biz o senin bildiğin iktidar yalakası,
iktidar tetikçisi yazarlardan,
gazetecilerden değiliz.
Her devrin insanı Saray soytarılarıyla
bizim işimiz yok.
Heyy sen!
Kulağını iyi aç, dinle.
Bak Ahmet Altan savunmasında ne diyor:
Her zorba, her zalim, her diktatör
hukuku öldürmek ister
ama hiçbirinin gücü buna yetmez.
Duydun mu?
Bak, ne diyor savunmasında:
Hukuk ölümsüzdür. İnsanlardan uzakta,
kendisine ihtiyaç duyanların gelip
kendisine sığınması için sabırla bekler.
Hukuku, bulunduğu yüce zirvelerden alıp
topluma taşıyacak olan yargıdır.
Her zorbanın, her diktatörün ilk hedefi yargı olur.
Kulağını iyi aç, bak Ahmet Altan ne diyor:
Artık generaller değil,
yazarlar darbeci.
Niye böyle?
Çünkü artık siyasi iktidar generallerden korkmuyor,
askerî vesayet döneminin generallerinin
bütün özlemlerini yerine getiren politikalarıyla
generallerden korkacakları bir şey yok.
Ama yazarlardan korkuyorlar.
Silahlar değil kalemler korkutuyor onları.
Çünkü kalem, silahın ulaşamayacağı bir yere,
toplumun vicdanına ulaşıyor.
Heyy sen!
Bana baksana.
Öylesine adaletsiz bir dünya yaratıyorsun ki.
Öylesine zulüm ve baskıya batmış
bir dünya resmi çiziyorsun ki.
Öylesine haksızlıklarla dolu bir dünyanın ressamlığına
soyunmuş durumdasın ki.
Öylesine soluk alınamaz dünyanın peşindesin ki.
Öylesine milliyetçi çığırtkanlık dalgaları köpürtüyorsun ki.
Göremiyorsun, bu yol çıkmaz yoldur.
Bu yolun sonunda cehennem var.
Farkında değilsin ama öyle.
Akıllarımızı tutsak alamazsın.
Bizim akıllarımız
çoktan beri özgürlüğe alışmış durumda.
Heyy sen!
Kulağını aç, iyi dinle.
Bak, Mehmet Altan savunmasında ne diyor:
Adaletin olmadığı bir ortamda adalet arama
çabama şahit olacaksınız.
Türkiye bir ‘hukuk devleti’ olsaydı,
Anayasa Mahkemesi’nin özellikle ‘özgürlük ve güvenlik hakkı’
başta olmak üzere hak ihlâlleri kararı,
başta Adalet Bakanlığı olmak üzere,
siyasî yönetimde ve HSK’da bütün alarm zillerini
çaldırmış olurdu. Şimdi sormak istiyorum,
neden hukukun emirlerini yok sayıyorsunuz?
Böyle bir durumda, herkes kendi kendine ‘yargıladığım gibi
yargılanmak ister miyim?’ diye sormalı.
Yargıladığımız gibi yargılanmak ister miydiniz?
Heyy sen!
Ne yapsan nafile.
Sevgili Nazlı’dan darbeci çıkaramazsın,
Nazlı’dan darbeci olmaz,
çünkü Nazlı darbelere karşı çıkmış biridir.
Bak ne diyor:
Ben gazetecilik yaptım. The Post filmini izlediyseniz,
orada da Amerika’nın Vietnam Savaşı
konusundaki belgeleri yayımlanıyor.
Watergate gibi olaylarda orada yapılan
gazetecilikle başkanlar istifa etti.
Kimse ABD’de o gazetecileri teröristlikle suçlamadı.
Gazetecinin vazifesi gerçeğin peşine düşen
bekçi köpekleri gibi olmaktır.
Heyy sen!
Şunu kafana sok.
Adalete, özgürlüğe, zulüm ve baskıya,
haksızlığa tamamen kör bir toplum yaratamazsın.
Hiç kimse bunu başaramadı.
İnsanlar günü geldi isyan etti.
Ne yapacağını bilmez bir hâldesin.
Heyy sen!
Şunu kafana iyi sok.
Ne susacağız.
Ne biat edeceğiz.
Ne korkacağız.
Ne de yılacağız.
Şunu iyi bil!
Akıllarımızı tutsak alamazsın!
Bizim akıllarımız çoktan beri özgürlüğe alışmış durumda.
Onun içindir ki, sen ne dersen de,
barışı savunmaya devam edeceğiz.
Savaşa karşı çıkacağız.
Barışı suç saysan da, barış diyenleri hapse atsan da,
savaşa karşı çıkmaya devam edeceğiz.
Nazlı gibi, Ahmet gibi, Mehmet gibi,
Şahin Alpay gibi, Ali Bulaç gibi, Ahmet Turan Alkan gibi,
Selahattin Demirtaş gibi adalet diyenleri, hukuk diyenleri,
özgürlük diyenleri hapse atsan da,
barış ve demokrasinin temelini oluşturan
bu değerleri biz hep birlikte ölümüne
savunmayı sürdüreceğiz.
Yine aynı soru:
Geçmişi öldürebilir miyim?
Tarihi yaşarken yakalamak zorunda mıyım her seferinde?
Ne işim var benim bu şehirde, eski adıyla Königsberg'de?
Kasvetli, kurşuni, buz gibi bir hava, kar yağıyor.
Bir pazar sabahı.
Yalnız başıma kahvaltı...
Garson tombul, sempatik bir kadın.
Belki bir pazar sabahı beni tek başına hüzünlü görünce,
önüme buz gibi bir kadeh şampanya koyuyor,
güzel başlıyorum güne.
Evet, ben niye buradayım ki?
Belki aklımı aramak için...
Ayşe dedi ki:
Bak, yeni kitabın (Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor) da çıktı,
haydi pasaportun da elindeyken, git dolaş yurt dışında
ve yazı yazmayı da bir süre kes, hepimiz rahat edelim.
Atladım uçağa, Moskova üzerinden bu kasvetli,
melankolik şehre geldim.
Kaliningrad mı, Königsberg mi?
Ben ikincisini tercih ediyorum,
Kant’ın memleketi olduğu için.
Königsberg’i Kaliningrad yapan Stalin olmuş,
1946’da yoldaşı Kalinin’in adını vermiş.
Lenin ve Kalinin’in kocaman anıtları yerli yerinde duruyor.
Kahvede meydana bakan bir köşeye oturdum.
Kar yağıyor.
İnsanlar kara gölgeler halinde çabuk çabuk geçip gidiyorlar.
Hava çok soğuk, iç karartıcı,
bütün kanallar buz tutmuş.
Kırmızı tuğlalı binayı seyrediyorum.
Hitler döneminde Gestapo’nun karargâhıymış;
Stalin’le birlikte KGB gelip yerleşmiş;
Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasından,
Sovyetler’in tarihe karışmasından sonra da polis merkezi olmuş...
Kant’ın memleketine neden geldim ki?...
Yine o geçmiş sislerin arasından beliriyor.
Bir türlü kurtulamıyorum ondan, öldüremiyorum geçmişi...
O zamanlar "aklı"mı kaybetmiştim!
Aklımı başkalarının emrine vermiştim,
beynimi sıradan sloganlara teslim etmiştim.
Hayalim, yeni bir dünya kurmaktı.
Bunun için de aklımı kendi elimle tutsak kılmıştım.
Oysa akıl tutsak değil, özgür olmalıydı!
Bu gerçeği kavramam ne yazık ki zaman aldı.
Tutsak akıllarla insanoğlunun kendini Stalin’lere,
Hitler’lere, Humeyni’lere teslim ettiği gerçeğini anlamam kolay olmadı.
En başta bu topraklar yaşadı Stalin’i, Hitler’i.
Kara acıyı iliklerine kadar hissettiler.
Aklın işlediği cinayetler’e kendi hayatlarında tanık oldular.
Ama akıllar bugün hâlâ yeterince özgür değil.
Akıllar bugün hâlâ doğru dürüst sorgulamıyor.
Hitler gitti, Stalin gitti, duvar yıkıldı ama akıllar hâlâ kıskaçtan kurtulamadı.
1989’da Berlin Duvarı yıkılırken, Cumhuriyet’te yazdığım
Özgürlük Kanatlandı Uçuyor başlıklı yazılarımı hatırlıyorum.
Ama şimdi Rusya’da Putin...
Çin’de Şi Jinping...
Türkiye’de Erdoğan...
Macaristan’da Viktor Orban...
Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya
gün geçtikçe milliyetçi çığırtkanlığın hükmü altına giriyor.
Liberal demokrasi, özgürlük ve hukukun üstünlüğü
gitgide geriliyor. Almanya’da, İngiltere’de,
Fransa’da, Hollanda’da, İtalya’da, Avusturya’da
kabarmakta olan milliyetçi, yabancı düşmanı,
otoriter dalgalar, faşizm ve milliyetçiliğe karşı
koca bir dalgakıran olarak İkinci Dünya Savaşı
felaketi sonrasında kurulmuş Avrupa Birliği’nin
barış ve demokrasiden oluşan temellerini çatırdatıyor.
Ve Avrupa’daki bu popülist, milliyetçi, ırkçı çığırtkanlık,
elbette Amerika’dan, Başkan Trump yönetiminden besleniyor.
Kant Müzesi.
Duvarda fotoğraflar... İkinci Dünya Savaşı’nda
yerle bir olan Königsberg’den içler acısı görüntüler...
Yaşanan bunca musibetten sonra liberal demokrasi
ve özgürlük düzeni yeniden gerilemeye,
dünya yine korkutucu olmaya başladı.
Her tarafta ötekine karşı kolektif
bir nefret söylemi kulaklara çalınıyor.
Farklılıklara tahammülsüzlük yaygınlaşıyor.
Akıl alır gibi değil.
Kar durmak bilmiyor.
Kant müzesini gezerken Kant’ın duvara yazılmış bir sözü dikkatimi çekiyor:
Hukuk, her zaman siyasetten önce gelir;
gerçek ve hukuk ayrılmaz parçalardır.
On sekizinci yüzyıldan kalma bu söz, bizim memleketin
hukuktan uzaklaşan bugünkü hallerini anlatıyor.
Hapisteki Nazlı’lar, Altan’lar,
Selahattin Demirtaş’lar, Şahin’ler, Ali Bulaç’lar,
Ahmet Turan Alkan’lar, Ahmet Şık’lar,
Murat Sabuncu’lar, Enis’ler, Akın Atalay’lar geliyor aklıma...
Kant Üniversitesi’nin bahçesi bembeyaz,
etrafta kimsecikler yok,
ben ve Kant’ın heykelinin üstünde zıplayan güvercinlerden başka...
Uzaklardan koca filozofun sesi geliyor.
Sapere aude!
Kant böyle sesleniyor,
"kendi aklını kullanacak
cesareti göster" diyor.
Sapere aude, Aydınlanma'nın
temel sloganı. Kant ister ki, insanlar
kendileri yerine başkalarının düşünmesi gibi
bir kolaycılığa kapılmasınlar. Bu kolaycılığı eleştirir, der ki:
Yasaktı, günahtı, hiçbirinden korkma.
Aklını kıskaca almaya kalkan zincirleri kır.
Aklını tembelleştirme.
Aklını başkalarının eline verme.
Klişelere, sloganlara teslim etme.
Descartes da Aydınlanma’yı şu sözle anlatır:
Her şeyi sorgula!
Zamanın intikamı!
Sabah erken, kafamda bu sözle uyandım sanki...
Perdeyi açtım, kar yağıyor.
Hoşuma gitti, içim ısındı.
Kendimi dışarı attım. Kar tutmuş.
Eski şehirde yürümeye başladım.
Meydanlar, sokaklar tenha.
Heykeller, anıtlar, kiliseler ve birbirinden güzel öncepheleriyle
asırlık binalar, saray yavruları...
Krakow, anlaşılan, İkinci Dünya Savaşı’nın
korkunç yıkımından kendini epeyce korumuş...
Çevrede gözü rahatsız edebilecek bir şey yok.
Tarihle flört edercesine bir duygu içinde,
kar altında yürüyorum, etrafa bakına bakına...
Tarih ve kültür bu şehrin iliklerine işlemiş.
Bu şehir bana iyi geldi.
Hâlleri, asil ve hüzünlü. Hayatın derinliğini
sanki bu şehirde daha iyi hissedebiliyorum.
Kültürün ne kadar köklü olduğu başını nereye çevirsen
kendini belli ediyor.
Bir kahve arıyorum.
Mis gibi kahve kokan, kahve gibi bir kahve.
Buluyorum da, kimsesiz bir sokakta, adı Bona.
Hem kitapçı hem kahve, duvarlar kitapla kaplı.
İngilizce kitapların bulunduğu raflara göz gezdirirken,
Czeslaw Miɫosz’a rastlıyorum.
Tesadüfen bir dostla karşılaşmışcasına seviniyorum.
Kendi hayat hikâyesini anlatan
Native Realm isimli İngilizce kitabı alıp bir köşeye çekiliyorum,
bir fincan kahveyle...
Czeslaw Miɫosz...
Yıllar önce New York'ta satın aldığım
Tutsak Akıl isimli kitabını hatırlıyorum.
Aklının tutsaklıktan özgürlüğe doğru macerasında,
kendi iç tarihinde yaşadığı altüst oluşlarla
kaos hallerini neredeyse ezberlediğim Polonyalı şair...
Yine birlikteyiz, buz gibi bir şat votkayla...
1930’ların hemen başlarında, üniversite dönemini anlatıyor:
Sağ gitgide faşistleşiyor, sol da Stalin’leşiyor!
Ve benim kafamda bu inanca nasıl direnebilirim sorusu...
1939’da sorusu değişiyor Miɫosz’un:
Hitler’in zaferi mi, yoksa Stalin’in mi?..
Kendi iradesinin dışında çalışan bir mekanizmaya karşı
mücadele konusunda bireyin güçsüzlüğü...
Doğu’daki dev korkutucuydu.
Bu gerçek daha sonra, ülke Stalin ordusunun işgali
altına girdiğinde fark edilecek ve o zaman kahvelerde
entelektüellerin yakınma, dövünme seansları başlayacaktı.
Böyle bir memleket düşünün.
Önce Hitler işgali, sonra Stalin işgali...
Bir totaliter rejimden ötekine süreklilik kazanan acılar...
İngiltere ve Fransa’nın 1939’da Hitler’in Polonya işgalini durdurmaktaki gönülsüzlüğü...
Şöyle yazıyor:
Polonyalılar kendilerinden her zaman emindi,
özgürlük rüzgârı Batı’dan gelecekti;
demokratik devrimler kralları, tiranları devirecekti.
Ama olmadı, beklenen devrimler söndü gitti.
Avrupa başaramadı, yenildi.
Ve o hayal kırıklıkları...
Bazen gelir gibi olup gelmeyen o yarınlar...
Önümde geçmişimden başka bir şey kalmadı, diye şikayet edenler...
Bunlar hep var, her yerde, tarihin her dilimde...
İç dünyalarımızdaki, kendi kişisel tarihlerimizdeki bölünmeler
hiç eksik olmadı, anlaşılan olmayacak da...
Czeslaw Miɫosz’un iki cümlesini daha not ediyorum.
Çok hızlı koşmaya kalkma!
Her şey ağır ağır olgunlaşıyor çünkü...
Geleceği ise fazla kurcalama, o kendini kurtarmayı bilir.
Gelecekten çok bugünü düşünüyorum,
çünkü beni bir çukura doğru bugün çekiyor.
74 yaşında, çukura düşmekten
nasıl kurtulacağımı düşünüyorum.
Czeslaw Miɫosz, tümüne tanıklık ettiği yirminci yüzyılın,
totaliter ideoloji ve rejimlerle insanlığa
nasıl bir cehennem yaşattığını düşünürken
"zamanın intikamı"ndan söz ediyor.
Zamanın intikamı!
Altını çiziyorum.
Bunun yanına zamanın ruhu ya da
Almancasıyla zeitgeist yazıyorum.
Zamanın ruhu yakalanamadığı için mi zamanın intikamı kapıyı çalıyor?
Bilemiyorum.
Ama hiç bitmiyor zamanın aldığı intikamlar...
Ve o soru:
Erdoğan da zamanın intikamı mı?..
Türkiye’nin üstüne heyula gibi çökmekte olan
bu karanlık zamanın intikamı mı?..
Ciddi bir kitle desteğiyle birlikte özgürlük kalelerini
tek tek düşürmekte olan bu despotluk da -isteyen faşizm,
isteyen dikta, isteyen tek adam rejimi de diyebilir- zamanın intikamı mı?..
Öyle gibi.
İslamcılar “eski”nin intikamını alıyor.
Bu açıdan örnekler o kadar çok ki.
Biri Bilal Erdoğan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu.
Diğeri Hayrettin Karaman, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önemsediği,
bazen danıştığı bir ilahiyatçı ve yazar,
Yeni Şafak gazetesinde köşesi var.
Her ikisi de Batı’ya karşı... Her ikisi de
laik Cumhuriyet’e karşı... Her ikisi de,
1923’te kurulan Cumhuriyet’e karşı...
Her ikisi de, Türkiye’nin Cumhuriyet'le Batı tarafından tutsak alınmak
istendiğine inanıyor.
Bu nedenle her ikisi de, Türkiye’nin
bu yoldan dönmesi, döndürülmesi gerektiğini savunuyor.
Her ikisi de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi,
dindar ve kindar nesiller
yetiştirilmesini istiyor. Kökleri imam hatipli olan
Bilal Erdoğan ve Hayrettin Karaman,
eğitimin laiklikle bağının tümüyle koparılmasından yana.
İkisinin de ortak bir hedefi var:
Kökleri Osmanlı’ya giden Batılılaşma ya da
modernleşme sürecini tümüyle tersine çevirmek
ve laik Cumhuriyet’ten intikam almak!
Bu açılardan, Bilal Erdoğan’la
Hayrettin Karaman’ın ilginç sözleri var.
İstanbul’un Okmeydanı’nda,
Okçuluk Araştırmaları Enstitüsü’nün açılışını yapan
Bilal Erdoğan demiş ki:
Bizi tutsak edemeyenler,
bağımsızlığımızı elimizden alamayanlar,
bizi başka şekillerde tutsak etmeye çalışmışlar.
“Acaba ben bu milleti kafalarda, ayaklarda,
yaşam tarzlarında tutsak edebilir miyim” demişler.
Bizi kültürleriyle tutsak etmeye çalıştılar.
Müziklerinden yemeklerine, kıyafetlerine,
bütün yaşam tarzlarına kadar.
Türkiye’de yıllarca müzik derslerinde blok flüt çalınmasının
sebebi basit bir şey değildir.
Veyahut da beden eğitim derslerinde ritmik jimnastiğin
öne çıkarılmasının sebebi basit bir şey değildir.
Buralarda bizim kendi sporlarımızın,
müziklerimizin, müzik enstrümanlarımızın,
kendi kültürel öğelerimizin yer alması demek,
bir milletin bağımsızlığının gerçek manada korunması,
sahiplenilmesi demektir.
Hayrettin Karaman’a gelince...
O da “millet”i değil, “ümmet”i savunuyor.
“Üniter devlet”e karşı çıkıyor.
Milliyetçiliği aşmak için
“İslam’ın ipine sarılmak gerektiği”ni yazıyor.
Laikliği, demokrasiyi boşluyor.
Yeni Şafak’taki 22 Ekim 2017 tarihli yazısındaki şu satırları ilginç:
Şartlar müsait olduğunda ümmetin bir tek devleti olacak
ve bütün Müslümanlar da bu devletin teb’ası olacaklardır.
Defalarca ifade ettiğimiz gibi İslam devleti yalnızca
Müslümanların devleti değildir.
Gayr-i Müslimler de kabul ettikleri takdirde,
basit bir vergi ödeyerek ve statülerini koruyarak
bu devletin vatandaşları olur
ve temel insan haklarına sahip bulunurlar.
Şartlar müsait olmadığında birden fazla
İslam devletinin meşru olup olmadığı tartışılmıştır.
Dinden delil devşirerek bağımsız devletlerle
ümmeti bölmeye uğraşanların yanlış yolda oldukları
düşüncemi tekrarlıyorum.
Durum böyle.
Biri, Cumhurbaşkanı’nın oğlu.
Öteki, gayri resmi danışman.
İkisi de, Cumhurbaşkanı’nın "dindar ve kindar nesil"
projesine gönül vermiş kişiler. Murat Belge’nin belirttiği gibi:
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne,
gerilimin bu kadarını kaldıracak ölçüde
güçlü bir toplum olmadı.
Bu gidişin sonu hiç sevimli görünmüyor.
Bu gidişin sevimli olmadığına dair o kadar çok örnek var ki.
Tarih, 15 Aralık 2017.
Tayyip Erdoğan İstanbul’daki Necip Fazıl Ödülleri’nde konuşuyor,
kulağıma çalınanları not ediyorum:
Necip Fazıl üstadımız...
Büyük Türkiye hedefi...
Allah’ın dediği olur.
Büyük inkılap...
Her şeyin bir zamanı vardır!
Her şeyin bir zamanı vardır
sözünün altını özellikle çiziyorum.
Çünkü, Erdoğan’ın bu sözünün altında demokrasiyi bir araç,
bir ara istasyon olarak gören o zihniyet yatıyor.
Necip Fazıl da demokrasiden hiç hazzetmezdi.
Bir zamanların Milli Görüşçüleri gibi,
Erbakan Hoca gibi o da, demokrasiyi eski Yunan’dan, Batı’dan gelen
bir küfür düzeni sayardı. Ama o da,
bu "küfür düzen"inden yararlanmak,
yani demokrasiyi "ara istasyon" olarak kullanmak isterdi.
Bir başka deyişle:
Türkiye’yi Batı’dan kopartıp Doğu’ya açmak için
demokrasiyi bir basamak, bir proje olarak görürdü. Hayranlarının bir başyapıt saydıkları İdeolocya Örgüsü’nde Necip Fazıl,
"Başyücelik Emirleri" başlığını taşıyan bölümde şöyle der:
Bu emrin neşriyle beraber, ‘Matbuat Hürriyeti’ isimli milli
ve içtimai felaket vesilesi kaldırılmıştır.
Bundan böyle matbuat bilinen manada hür değildir.
Her şekli ve her neviyle matbuat, en sert murakabe (denetim)
ve en keskin güdüme tabi tutulacaktır.
Büyük Doğu nizamı, demokrasilerde olduğu gibi
serbest basına tahammül edemez.
İnsan hür değildir, hür olan eşek veya köpek...
Ve Necip Fazıl Üstad,
“İdeolocya Örgüsü”ndeki
son sözüyle taşı gediğine koyar:
Demokrasya, getirdiği prensiplerle,
icap ederse kendisini tepeletmek yolunu da açık bırakan (...)
telakki ve teşkilatın ismidir. (...)
Biz kanuna aykırı şekilde “İslam’ı getirin" demiyoruz.
“Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!” diyoruz.
Erdoğan da bu sözlerin sahibi Necip Fazıl Üstadı’nı
yere göğe koyamıyor ve çok açık oynamaya yöneliyor.
Kendisini iktidara getiren demokratik kurallara
tekmeyi vuruyor. Erdoğan oyunun kurallarını
birer birer terk ediyor.
Bu çerçevede, seçim sandığına yakın gelecekte
bir tekme atması da uzak ihtimal değil.
Peki o zaman, seçimle gelip seçimle gitmeyenlere
karşı mücadele nasıl olacak?
Seçim sandığıyla gelir de gitmezlerse,
“demokrasi oyunu”nda ben artık yokum derlerse,
kendilerini bir punduna getirip "devlet" ilan ederlerse ne olacak?
Mussolini halkın oyuyla sandıktan çıkıp
1920’lerde İtalya’nın başına heyula gibi çökmüştü.
Hitler de öyleydi.
1920’lerde örgütlenmeye başlamış,
1930’ların başında seçim sandığından çıkmıştı.
“Ben halkın oyuyla geldim, istediğimi yaparım” demiş,
tüm iktidar dizginlerini eline geçirmişti.
Ve kendisini iktidara getiren demokrasi oyununun
tüm kurallarından vazgeçmişti.
Muhaliflerini acımasızca ezmiş,
ve bir gün "devlet benim" demişti.
Hitler, dünyanın başına 60 milyonun aşkın insanın
ölümüne yol açan korkunç bir savaşı bela etmiş, 6 milyon Yahudi’yi
gaz odalarında yok ederek Holokost’la insanlığa karşı en büyük suçu işlemişti.
Hitler gibi bir canavar seçim sandığından çıkmış,
halkın oyuyla iktidara gelmiş,
bir daha da gitmemişti.
Hitler ve Mussolini’nin totaliter rejimlerinin
devrilmesi için milyonların öldüğü bir dünya savaşı gerekmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bazı
Doğu Avrupa ülkeleri de sahne olmuştu
seçim sandığı oyunlarına.
Stalin ordularının desteğiyle
Polonya’da, Çekoslovakya’da, Macaristan’da
seçimleri kazanan komünist partileri,
kısa süre sonra bir darbeyle iktidarlarını kalıcı kılmışlardı.
Ve 1989’da Berlin Duvarı’nı çökerten halk ihtilalleriyle birlikte
Doğu Avrupa’nın totaliter rejimleri de tarihin çöp tenekesine atılmıştı.
Kısacası:
Seçim sandığının, demokrasinin bir basamak,
bir ara istasyon olarak kullanılmasına ilişkin örnekler az değil tarihte.
Bu konu İslam ülkeleriyle ilgili olarak da yıllardır tartışılır.
Kimi der ki:
Her dinde olduğu gibi İslam dininin özünde de
mevcut totaliter unsur demokrasiyle bağdaşmaz;
bu yüzden İslamcı hareketler seçimle iktidarı bir kere
ele geçirdiler mi bir daha bırakmazlar.
Kimi de der ki:
İslamcıları oyundan dışlamak yanlıştır;
demokrasi oyununun içinde kaldıkça,
onlar da çaresiz kurallara alışırlar,
demokrasiyi benimserler.
Bu iki karşıt görüş,
yani "İslam’la demokrasi bağdaşır / bağdaşmaz",
Türkiye bağlamında da uzun yıllar tartışıldı.
Özellikle Tayyip Erdoğan’ın 2002 yılı sonunda seçimleri
tek başına kazanması ilk dört beş yıl AB yolunda yürümeye başlamasıyla birlikte,
Türkiye model ülke olarak
Batı merkezlerinde gösterilmeye başlanmıştı.
Aradan 16 yıl geçti.
Bugün artık Erdoğan Türkiyesi demokrasiye model değil,
İslamcı faşist bir model olarak görülmeye başladı.
Demokrasiyle İslam bağdaşmaz, diyenlerin eli güçleniyor bugün artık...
Evet Erdoğan iktidarı, 1923’ün Cumhuriyet’i dahil bu topraklarda,
son iki yüzyılda Batılılaşma-modernleşme adına ne yapılmışsa,
tersini yapmaya koyulmuş durumda.
Batı’ya, Avrupa’ya ait ne varsa nefret ediyor çünkü.
İfade özgürlüğü, hayır!
Hukukun üstünlüğü, hayır!
;Bağımsız yargı, hayır!
Güçler ayrılığı, hayır!
Kadın-erkek eşitliği, hayır!
Farklı hayat tarzları, hayır!
Czeslaw Miɫosz’un Hitler’in ölüm kampları
ve Stalin’in Gulag'larıyla nelere tanık olduğunu,
yirminci yüzyıl boyunca hangi cehennemlerden geçtiğini biliyorum.
Bizim hâllerimize gelince...
Elbette Miɫosz’un zamanlarındaki gibi değiliz. Ölüm kamplarımız, Gulag'larımız yok.
Ama bizim dünyamız da gün geçtikçe
bir cehenneme dönüşüyor.
İslamo-faşizm yeni bir şey... Belki de zamanın intikamı.
Eğer zamanında, “zamanın ruhu”nu,
zeitgeist’i boynuzlarından yakalayabilseydik,
cumhuriyetimizi demokratikleştirmekten
bu kadar korkmasaydık, “İslamcı faşizm”in Türkiye’de sahneye
çıkışını engelleyebilirdik. Çarşaf yırtarak,
başörtüsü yasaklayarak, dini devlet baskısı
altına alarak modernleşeceğimizi,
zamanla kendiğinden demokratikleşeceğimizi sandık.
Olmadı.
Zamanın intikamı mı?
Krakow’dan dün otobüsle vardım Katowiçe’ye.
Bu şehir bana iyi gelmedi.
Ne kadar karanlık, ne kadar kasvetli.
Otelin duvarlarındaki fotoğraflara bakıyorum, içim kararıyor.
Eski bina fotoğrafları, sokak fotoğrafları, siyah beyaz,
insansız, savaş sonrası fotoğraflar...
Karamsarlık veren, insanı melankoliye iten bir hava..
Barın birinde memleketi düşünüyorum.
TRT’nin 142’si Türkçe, 66’sı Kürtçe 208 şarkıyı
yasakladığı ortaya çıkıyor.
Ve bir Başbakan Yardımcısı da,
"Diğer televizyonlar da böyle davransın" diye fetva veriyor.
Türkiye’ye hangi pencereden baksam oynaşan hortlakların
ölüm dansları gözüme çarpıyor.
Derinleşmekte olan bir sivil darbe ortamıyla
usul usul yayılmakta olan devlet terörü görüyorum.
Meclis’in yetkileri gasbediliyor.
Devlet gitgide hukuk dışına çıkarılıyor.
Yargı, medya biat kurumları hâline getiriliyor.
Tek sesliliğin, tek tipliliğin
hakim kılındığı bir toplum düzenine doğru hızla yol alınıyor.
Farklı, eleştirel sesler terör propagandası diye,
darbecilik diye,
casusluk diye eziliyor.
İtiraz cezalandırılıyor.
Muhalefet sindiriliyor. Mahkeme ve hapishane
kapıları dolu. Farklılığı, itirazı, muhalefeti
yok etmek için yeraltında çetecilik örgütleniyor.
Suikast timleri konuşuluyor.
Simsiyah bir korku dalgası kabardıkça kabarıyor.
Bu Türkiye beni ürkütüyor!
Bu Türkiye benim görmek istediğim Türkiye değil.
Erdoğan’a dur demek için, demokrasiye açılan
yollarda yürümek için muhalefet önyargılarından sıyrılmalı
ve kendi aralarında bir an önce diyalog kanalları açmalı,
bir demokrasi bloku oluşturmalı, diyorum.
Demokrasi bloku, demokrasi cephesi...
Muhalefet liderleri bu gerçeği görmüyor değil.
Ama bu gerçeği görmek başka,
bu gerçeğin gereğini yapmak başka...
İyimser olamıyorum.
Ne güzel bir şiir, "Rüyamda korkunun bittiğini gördüm" diyor.
Dün gece rüyamda korkunun sona erdiğini gördüm;
kadınlarla erkekler birlikte geldiler yeniden
ve her şey sessizlik içindeydi soluk ay ışığında.
Böyle bir sabrın zafer şarkısı gülüyor,
gülüyorlar bana ve günler,
yeryüzünün o geniş örtüsünü çekiyorlar üstüme,
otlar, ağaçlar ve çiçeklenen mevsimle kim bilir neden. *
Yarın sabah erken Katoviçe’den otobüse binip
Çekya topraklarına gideceğim, Brno'ya,
Milan Kundera’nın memleketine...
Elimde dört tekerlekli küçük bir bavul,
trenle, minibüsle, otobüsle yaptığım bu seyahat bana gençliğimi,
1960'lı yıllardaki İngiltere tatillerimi hatırlatıyor.
O eski seyahatler bir film şeridi gibi
gözümün önünden geçip gidiyor.
Bu hüzünlü coğrafya galiba benim
şu sıralardaki ruh halimi de yansıtıyor:
Hüzün...
Kendimi çaresiz ve çıkmazda hissediyorum.
Memleketin hallerini, ağzına kadar dolu hapishanelerini düşünüyorum.
Ve Çetin Altan’ın ölümünden kısa süre önceki
o sözleri aklıma geliyor, içim acıyor:
Ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden
ayrılacağım bu dünyadan.
Hayal ettiğimiz ülke bu değildi.
Evet, Çetin Abi;
Ben de 74 yaşıma geldim, benim hayal ettiğim
Türkiye de bu değil.
Amerikalı tarihçi Timothy Snyder’in
Blood Lands isimli kitabı bugünlerde elimden düşmüyor.
Hitler ve Stalin’in pençesindeyken bu coğrafyada
1930’lardan itibaren oluk gibi kan akmış...
Bu topraklarda dolaştıkça, tarihin nasıl acımasızca,
kanla yazıldığı aklıma kim bilir kaçıncı defa takılıyor.
Ve de acıların insanları, toplumları olgunlaştıracağına,
geçmişte yaşananlardan dersler çıkarılacağına dair,
benim de hep inanmak istediğim genellemelere olan inancım ne yazık ki
pek öyle güçlenmiyor.
Çünkü bu topraklarda bunca acıdan sonra ırkçı,
fanatik milliyetçilik yeniden yükselişte.
Akıl alır gibi değil ama öyle.
Moskova’da Putin, Lenin’lerin, Stalin’lerin
Sovyet İmparatorluğu'nu özlüyor, seviyor.
Avrupa Birliği’nin kafası çok karışık,
yaşlı kıtadaki popülizm ve milliyetçilik AB’nin barış olan temelini kemiriyor.
Polonya’sı, Macaristan’ı, Çekya’sı her geçen gün demokrasi,
hukuk devleti ve Avrupa Birliği karşıtı siyasetin etki alanında.
Amerika’da Trump bir başka felaket.
Batı’yı Batı yapan demokrasi, hukuk, insan hakları
ve özgürlük gibi değerleri boşluyor,
ticaret savaşlarına dönük adımlarla dünyada barışı tehlikeye atıyor.
Putin ise hâlinden memnun.
NATO’yu, Avrupa Birliği’ni bölecek fırsatları kaçırmıyor.
Amerika’yla "ikinci soğuk savaş" kapısını aralamış durumda.
Balkanlar’ı istikrarsızlaştıracak ince siyasetleri
sahnelemeye hazırlandığı yazılıyor Putin’in.
Ayrıca, Erdoğan sayesinde
Türkiye’yle Amerika’nın,
Türkiye’yle NATO’nun arasını açacak oyunları oynayabiliyor.
Britanya’yı Avrupa Birliği’nden çıkaracak kadar güçlenebilen
popülist, milliyetçi, yabancı düşmanı, ırkçı dalga
yarın öbür gün demokrasinin beşiği olan bu ülkeyi
demokrasi rayından çıkarabilir mi sorusu bile gündemde.
Muhafazakâr basının manşetlerine,
İngiltere gibi bir ülkede, yargıçlar için halk düşmanları sözü çıkabiliyor.
İngiltere’de bile "Ben sandıktan çıktım her şeyi yapabilirim" zihniyeti,
demokrasiyi demokrasi yapan yargı bağımsızlığı,
güçler ayrılığı gibi kurumların temeline sanki
ölümcül darbeler indirmeye hazırlanıyor.
Kamuoyu araştırmalarında güçlü lider beklentisi kendini belli ediyor.
Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya ve bir zamanların
liberal Hollanda’sında da durum parlak değil.
Popülist, milliyetçi, ırkçı ve otoriter partiler siyaset sahnesinde
ürkütücü biçimde yükseliyor.
Kitleler yeni bir savruluşun içinde...
Küreselleşmeden kaynaklanan
adaletsizlik, işsizlik ve göçmenlik gibi derin sorunlar,
1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonraki demokrasi
ve özgürlük dalgasını bugün gitgide tersine çeviriyor.
Suriye’siyle, Irak’ıyla Ortadoğu ise bir başka alem.
Amerika’sıyla Rusya’sıyla dünyayı ateşe atabilecek
çok tehlikeli oyunlar oynanıyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın attığı dikişler,
çizdiği sınırlar yerlerinden atıyor Ortadoğu’da...
Elinde milliyetçilik bayrağıyla iktidarını sağlama bağlamanın
peşindeki Tayyip Erdoğan da Türkiye’yi adım adım bu yangın yerine sürüyor.
Sanki dünyayı büyük bir altüst oluş daha bekliyor.
Bana öyle geliyor ki, barış ve özgürlüğü
daha çok özleyeceğimiz bir dönem var önümüzde...
Yıl 1938.
Atatürk’ün ölümü üzerine yeni Cumhurbaşkanı seçilecek.
Ordu Komutanı Fahretttin Altay,
“Birinci Ordu’da kolordu ve tümen komutanlarıyla
bir toplantı yaptık ve ve İsmet İnönü üzerinde karara vardık” der.
Yıl 1961.
27 Mayıs darbesi sonrasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
Adalet Partisi, anayasa profesörü Ali Fuat Başgil’i
aday göstermeye hazırlanıyor ama asker karşı.
Bazı paşalar, Ali Fuat Başgil’i Başbakanlığa çağırır
ve “Orduda yeni bir cunta kurulmuştur,
size cuntadan aldığımız emri tebliğ ediyoruz” diyerek
anayasa profesörünü adaylıktan vazgeçirirler.
Yıl 1973
12 Mart darbesi sonrasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
Genelkurmay Başkanı Gürler Paşa Çankaya’yı istiyor.
Hava Kuvvetleri Komutanı Batur Paşa jetlerini
Çankaya Köşkü üzerinden büyük gürültülerle uçuruyor.
Ama iki sivil lider Demirel’le Ecevit,
büyük paşaların oyununu bozup Moskova Büyükelçisi,
emekli amiral Fahri Korutürk'ü Cumhurbaşkanı seçiyor.
Yıl 1996
Başbakanlık Konutu.
Başbakan Çiller’in önemli bir ziyaretçisi vardır:
Genelkurmay Başkanı Karadayı Paşa.
Genelkurmay Başkanı, Çiller’i ziyarete
sivil araba ve sivil kıyafetle gizlice gelmiştir.
Erbakan’ın koalisyon ortağı olmasına
ordunun karşı olduğunu söyler, gider.
Yıl 2007
Asker, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasına karşıdır.
Zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa
gece yarısı bir muhtıra yazar ve
27 Nisan Muhtırası Genelkurmay sitesinde yayınlanır.
Ama Erdoğan-Gül ikilisi sağlam durunca, Gül’e Çankaya yolu açılır.
Bütün bunları yaşadık Türkiye’de.
Yaşamaya da devam ediyoruz.
Yine bir Genelkurmay Başkanı, Hulusi Akar Paşa,
bir gece vakti sivil giysileriyle Abdullah Gül’ü gizlice ziyaret etti
ve anlaşılan o ki, Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçmesini istedi.
Siyaset yaptı.
Erdoğan adına politika kulisine girdi
ve siyasete derin bir müdahalede bulundu Akar Paşa...
Devlet memuru olarak suç işledi.
Eskiden askeri vesayet vardı.
Bugün de sivil vesayet, daha doğru deyişle,
Erdoğan’ın sivil darbesi var.
Eskiden sivil paşalar vardı, askerin emrinde...
Bugün de asker paşalar var, Erdoğan’ın emrinde...
Evet, bu memlekette geçmiş geçmiş olamıyor, tarih de tarih...
Nedeni malum. Bazı sorunlarımız var, bir türlü çözemiyoruz.
“Asker sorunu”nu çözseydik, Akar Paşa’nın
gizli Gül ziyaretini yaşamazdık.
Ya da Türkiye din ve laiklik sorununu demokrasi içinde
yerli yerine oturtabilseydi, Cumhuriyet sonrası
demokrasiyi inşa edebilseydi,
bugün sivil darbe yaşanmıyor olurdu.
Sorunları biriktiriyoruz, zaman da intikamını alıyor.
YARIN: Büyük yalanlarla sinsi sinsi ilerleyen faşizm!
* Robert Creeley, çeviren Cevat Çapan
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |
İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından Nimet Tanrıkulu, 29 Ekim 2024 tarihinde, hukuk dışı bir kararla tutuklanıp Ankara Sincan Kapalı Cezaevi'ne kondu
Yoksa yine malum "devlet ezberleri"yle yola devam çıkmazı mı?..
Demirel 100 yaşında! Pazar günü Ülke Politikaları Vakfı'nın Cevahir Otel'de düzenlediği bir toplantıda "BABA"yı andık. Özlemişim Demirel'i, itiraf edeyim, arada bir gözlerim doldu
© Tüm hakları saklıdır.