15 Kasım 2023
12 Eylül darbecileri, "birinci sınıf" demokrasi
ya da AB'deki kadar demokrasi Türkiye'yi böler,
"bölücülük" ve "irtica"yı azdırır gerekçesiyle
bir anayasa hazırladılar. Demokrasi ve
özgürlüklerin, hukukun üstünlüğü ile insan
haklarının kolunu kanadını kıran bu anayasadan
41 yıl geçti hâlâ tam olarak kurtulamadık.
1982'den beri siyaset sınıfı
kendi içinde uzlaşarak, demokrasi
ve hukuk devletinin temellerini atan
dört dörtlük bir anayasa yapamadı.
Türkiye'de demokratik siyaset için,
birinci sınıf demokrasi için
bir uzlaşma modeli kuramadılar.
Bu yüzden, 12 Eylül Anayasası'ndan dolayı
baş suçlu sadece darbeciler değildir.
Onlar kadar suçlu olan, 41 yıl boyunca
27 Mayıs'lardan, 12 Mart'lardan, yaşanan
acılardan gerçek dersleri çıkaramayan
Demirel'lerdir, Ecevit'lerdir, Erbakan'lardır,
Türkeş'lerdir. 12 Eylül'ün Anayasa Referandumu'na
giden o günler gözümün önünden
bir film şeridi gibi geçip gidiyor.
Öylesine günlerdi ki, askeri yönetim
referandum kampanyasında hayır oyunun rengi
olan "MAVİ"yi bile yasaklayacaktı.*
İki sevgili, bir divanda el ele, diz dize oturuyorlar.
Erkek:
"Sevgilim, gözlerin ne kadar şey... Yani şey..."
Kız, kocaman gözlerini dikmiş mutlu bir bekleyiş içinde.
Ama "şey" nedir, erkeğin ağzından
bir türlü çıkmıyor.
Erkek, huzursuz; çevresini süzüyor; ayağa kalkıyor,
ayak parmaklarının ucuna basa basa sessizce
kapıya gidiyor önce; açıp dışarıya bakınıyor.
Sonra pencereden dürbünle sağı solu,
havayı kolaçan ediyor telaşla.
Halının, masanın, divanın altına göz atarken
tedirginlik içinde.
Kız, şaşkınlıkla izliyor erkeği.
Son olarak divanın üzerinde asılı duran tablonun
arkasına bakıp kızın yanına oturuyor, ellerini
avucuna alıyor ve nihayet ağzındaki baklayı çıkarıyor:
"MAVİ!"
On karelik bandın ancak en son karesinde erkek,
kızın gözlerinin mavi olduğunu söyleyebiliyor.
Bir kadınla bir erkek deniz kenarında yürüyüşe çıkmışlar.
Kadın:
"Denize bak! Bugün rengi her zamankinden..."
"Evet, her zamankinden daha ma...
Yani ŞEY..."
Kadın:
"Gökyüzünün rengi de ŞEY..."
Erkek:
"Evet, evet ŞEPŞEY..."
Kadın, bulmaca çözüyor:
"Dört harfli bir renk ne olabilir?"
Erkek:
"ŞEY..."
Kadın:
"İstersen ŞEY rengi kravat takma.
Belki ŞEY zannedilebilirsin..."
Behiç Ak'la İsmail Gülgeç'in bantları
o günlerde bu minval üzere devam edip gidiyordu.
Ertesi sabah haber toplantısında sordum:
"Bizimkiler özellikle Behiç mavi-beyaz diye
tutturmuşlar ha babam, de babam
çiziktiriyorlar, ne ola ki bu?"
Bir an bütün bakışlar bana döndü;
ciddi miyim, yoksa işletiyor muyum onları diye...
Arkasından alaylı gülüşmeler...
Böylece öğrendik:
7 Kasım 1982 günü yapılacak Anayasa
referandumunda kabul oy pusulaları
beyaz, "ret"ler mavi renkte olacakmış...
O günden sonra "mavi renkli" haber ve yorumları
daha bir dikkatle izlemeye koyuldum.
Henüz "mavi" renge yasak yoktu ama, "hayır"ın
propagandası bir yana, "telkini" bile askerî yönetimce
belirlenen "suçlar" arasında ilan edilmişti.
Öğleden sonra gazetedeki odamda
çalışıyorum, telefon: "Hasan Bey, Sıkıyönetim'den
arıyorlar." Karşımda Birinci Ordu Kurmay
Başkanı Tümgeneral Ekrem Dinç.
Artık bellediğim boğuk ses tonu ve
benden de yavaş konuşmasıyla, "Cemal Bey"
diye başladı, "70 ve 71 numaralı bildiriler
yarından itibaren artık tam uygulanacak.
Anayasa konusunda en küçük bir ima, telkin,
telmih yoluyla dahi olsa en ufak bir şey istemiyoruz.
Yoksa derhal kapatacağız".
Bir an durdu. Sesi bu defa olağanın
dışında sertti Ekrem Paşa'nın:
"Bir de mavi konusu var. Sizde kimdi o,
Gülgeç mi ne biri var, hep mavi mavi diye
çiziyor. Bundan sonra mavi de olmayacak,
anlaşıldı mı?" Böylece, Anayasa "referandumu"ndan
16 gün önce, mavi renk de askerî yönetimin
basına dönük yasakları arasına girmiş oluyordu.
"Emredersiniz paşam" demekten
başka ne yapabilirdim ki...
Referandum, 7 Kasım 1982 günü yapıldı,
sonuçlar şaşırtıcı değildi. Askeri yönetimin
anayasası için sandıktan yüzde 91.37 evet,
yani beyaz oy, yüzde 8.63 de hayır, yani mavi oy çıkmıştı.
Seçimlere giderken de yasaklar tüm şiddetiyle devam etti.
Partiler veto yedi, kapatıldı.
Milletvekili adayları veto edildi.
Veto yiyenler arasında Erdal İnönü de vardı.
Onunla birlikte, genel başkanlığına getirildiği
yeni parti SODEP'in de seçimlere girmesine izin verilmedi.
Perde arkasında Demirel'in bulunduğu,
başına da emekli Orgeneral Ali Fethi Esener'in
getirildiği BTP de seçime sokulmadı.
Evren Paşa, Esener Paşa'yı dinci olduğu
için veto ettiklerini söyleyecekti.
Sonunda askeri yönetim, üç partiyle
üç genel başkanın seçimlere girmesine
yeşil ışık yaktı.
Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'le partisi MDP,
Milliyetçi Demokrat Parti...
Bir zamanlar İsmet İnönü'nün Genel Sekreterliği'ni
yapmış olan Necdet Calp ve partisi HP, Halkçı Parti...
Demirel'in başbakanlık döneminde
24 Ocak'ı teslim ettiği eski Müsteşarı
Turgut Özal'la partisi ANAP, Anavatan Partisi...
Muhalefet çevrelerinde Sunalp'le Calp'ın partileri
için "Sunalp Calp, rap rap rap"
sloganları atılmaya başlamıştı bile...
Askeri yönetimin partisi ise Sunalp Paşa'nın MDP'siydi.
Bu arada Cumhuriyet bir kez daha kapatıldı.
Zamanlama da manidardı.
Tam ofset baskıya geçiş için yatırımların sürdüğü günlerde...
Kapatma kararının tebliğ edildiği günün sabahı
çoktan beri özlemini çektiğimiz
offset baskı makinamız için dışarıya
500 bin dolar transfer edilmişti.
Günlük zararımız 2 milyon lirayı buluyordu.
Gazete kapalıydı ama moralimizi
iyi tutmak için adı Vaziyet olan bir gazete-içi
gazete çıkarıyordu Ümit Kıvanç'la Deniz Som.
Her ahval ve şerait
altında çıkar.
Fiyatı:
Beş para etmez.
Tirajı:
Cumhuriyet'ten çok satar!
Üniversitelerdeki 12 Eylül temizliği
devam ediyor:
Üniversitenin içini boşaltmaya devam ediyorlar.
11 öğretim üyesinin daha 1402 Sayılı Sıkıyönetim
Kanunu'na dayanılarak işine son verildi:
Prof. Bahri Savcı (A.Ü. SBF), Prof. Dr. Cevat Geray (A.Ü. SBF eski dekanı),
Prof. Dr. Korkut Boratav (A.Ü. SBF), Doç. Dr. Mete Tunçay (A.Ü. SBF),
Prof. Aliye Erkoçak (A.Ü. Tıp Fak.), Prof. Ziya Güner (A.Ü. Tıp Fak.),
Doç. Dr. Bülent Tanör (İst. Hukuk Fak.), Prof. Server Tanilli (İst.Hukuk Fak.),
Prof. Rona Serozan (İ.Ü. Edebiyat Fak.), Prof. Arif Bilgen (ODTÜ).
Geçen hafta da Prof. Tuncer Bulutay, Doç. Yalçın Küçük
ve Prof. Burhan Cahit Önal atılmıştı üniversitedeki kürsülerinden...
Görevden uzaklaştırılanlar, bundan sonra hiçbir kamu kurumunda
görev alamayacaklar.
Büyük kötülük üniversiteye...
Seçimlere giderken Zincirbozan askeri
kışlası siyasetçilere bir kez daha açtı.
MGK kararıyla dört ay süreyle, içlerinde Demirel,
Ecevit, Baykal, Cindoruk, Çağlayangil olmak
üzere toplam 20 siyasetçi seçimlere kadar
yine darbecilerin misafiri olacaklardı.
Demirel'in DYP'si, Doğru Yol Partisi'nin
temelleri de Zincirbozan'da, hapis yattıkları
askeri kampta atılacaktı.
Evet, sonunda Milliyet de kapatıldı.
Nadir Bey'i aradım, öfkeliydi, "Artık hiçbir
şey yazamayacak mıyız yahu!" dedi.
Dil ve Tarih kurumlarının lağvını öngören yasanın
MGK'de onaylandığına ilişkin haber
gelince de şöyle yakınmıştı Nadir Bey:
Canım son bir yazı yazmak istiyor,
"yenildik" diye.
Ama sen taraftar değilsin.
Canım sıkılıyor.
"Canınızı bu kadar sıkmayın, getirin basalım"
deyince, tepkisi şu oldu:
Ama sen de kapatırlar
diyorsun hep...
İşler, seçimler yaklaşırken sertleşiyor.
Rahmetli Turan Güneş, 12 Eylül'ün
civcivli günlerinde Milliyet'e gelir,
Genel Yönetmen Turhan Aytül'e çıkar,
"Gazete kapanıyor" der.
"Çünkü" diye devam eder, "Bir Resmi Gazete
var zaten. Devletin rekabete ihtiyacı yok diyorlar.
Ol nedenle Milliyet kapanacak!"
Tercüman, Milliyet hâlâ kapalı. Nokta dergisi
de kapatıldı. Nazlı Ilıcak ve Metin Toker hakkında
dava açıldı. Oktay Akbal'ımız yarın hapse giriyor.
Erdal İnönü hakkında soruşturma, muhtemelen de dava...
Askeri yönetim 1683 milletvekili adayından 672'sini vetoladı.
MDP'den 74, Anavatan'dan 81,
HP'den 89 adayın yanı sıra 428 de bağımsız veto edildi.
En ilginç vetolara MDP sahne oldu:
Tercüman yazarı Ergun Göze,
Demirel'in Anadolu Ajansı Genel Müdürü
Atilla Onuk da veto yiyenler arasında.
Genel yorumlar:
Vetolar ANAP'a yarayacak!
Böyle MGK uygun gördüğü "yeni tip politikacıları"
da belirlemiş oldu. Artık seçime gidebiliriz!
Özal'ın Başbakan yardımcılığından
ayrılmak zorunda bırakılmasında sonra
6 Kasım seçimlerine kadar geçen
aylar boyunca zihnini kurcalayan
çok soru işareti vardı.
Askerî yönetim parti kurmasına izin verecek miydi?
Partisi seçimlere sokulacak mıydı?
ANAP'ı da kapatabilirler miydi?
Seçimi kazanırsa, başbakan olabililir miydi?
İktidarı devretmeye yanaşır mıydı 12 Eylül paşaları?..
Darbe sonrası Özal, yakın geleceğe dönük siyasal
hesaplarını, eşi Semra Özal'ın o deyişinin tersine,
hiç de "Donkişotça" yapmamıştı.
Kendi politik oyununu kurarken son derece serinkanlı
ve acımasız davranmıştır. İç ve dış desteklerini ustaca
ve zamana yayarak harekete geçirmiştir.
Stratejisinin temeline ise, "Abi"si Demirel'in siyaset
sahnesinden uzak tutulacağı önkoşulunu oturtmuştur.
Vefa açısından kural tanımaz
bir gerçekçilik sergilemiştir.
O kadar ki, bir özel sohbette, siyasi yasaklarla ilgili
"Anayasa'nın geçici maddelerine güvenerek politikaya
girdim; başka türlü girmezdim" demiştir.
ANAP'ın kuruluşundan dört gün sonra
1983'ün mayıs ayında, Cumhuriyet'i ziyaret ederken
bir soruma, "Büyük Türkiye Partisi (BTP) kapatılırsa
en büyük biz oluruz. Tanıma en uygun parti biziz"
yanıtını vermişti. Bu ziyaretten bir hafta sonra,
önce BTP'nin kapatılması, Demirel'in Zincirbozan'a
"sürgün"e gönderilmesi, arkasından da Doğru Yol'un
seçime giremeyeceğinin anlaşılması, Özal'ın teşhisinin
isabetli olduğunu ve doğru koku aldığını ortaya koymuştur.
Özal'ın oyunu baştan itibaren "çok yönlü"dür, keskin zekâsı
ve kurnazlığının ürünüdür.
Adalet Partisi oylarının sandıkta kendisine akabilmesi için,
partisinin önce seçime katılabilmesi,
yani 12 Eylül'ün "icazeti" gerekiyordu. Demirel ve yakın
çevresine göre Özal'ın, baştan beri askerî yönetime
verdiği mesaj ise şuydu:
Sizler için en büyük tehlike eskilerdir.
Onlarla da en iyi
ben başa çıkarım.
Bu arada Özal, 12 Eylül'ün lideri Evren'e karşı
sürekli uslu çocuk rölü oynamaya özen gösterir.
Çankaya Köşkü'ne çıkar, Evren'e parti
kuracağını söyler ama ekler:
"Kurma derseniz kurmam;
kenarda otururum;
hiç kimseyle de birleşmem."
Yani "eskiler"le işbirliği yapmayacağının
güvencesini baştan beri 12 Eylül liderine verir.
Demirel, Özal'ın bu çok yönlü oyununu
1988 Haziran ayında bana şöyle yorumlamıştı:
"Oportünist bir tablo çıkarıyor
ortaya bu... Başbakan olmayı
aklına o kadar koymuş ki,
kendisine yıllar yılı kol kanat gerenleri
bir anda silkip atabilmiştir."
12 Eylül 1980 sabaha karşı Ankara
tank sesleriyle uyanır.
Asker iktidara el koymuş, Parlamento kapatılmış,
Demirel'le Ecevit Gelibolu'da Hamzakoy'a, Erbakan'la
Türkeş İzmir'de Uzunada'ya gönderilmiştir.
Turgut Özal sabah erkenden götürüldüğü
Genelkurmay Başkanlığı'ndadır. Harekât Dairesi
Başkanlığı'nın yanındaki brifing odasında otururken,
kendisine rastlayan bazı bürokratlar, Özal'a,
"artık suyu ısındı" gözüyle bakarlar.
Oysa, Demirel'in Başbakanlık Müsteşarı kendinden
hayli emin bir havadadır. "Ekonominin Çarı" olmayı
kafasına koymuştur; ortamı da buna uygun görmektedir.
"24 Ocak Programı"nın ördüğü dış ekonomik bağlara
sadece kendisinin egemen olduğu inancındadır.
Askerlerin ekonomik konulara ilişkin zaaflarını da
öteden beri bilmiyor değildir:
27 Mayıs, Ekrem Alican'ı bulmuştu 1960'ta;
12 Mart Amerika'dan "beyin takımı"nı getirmişti 1971'de...
Ayrıca, Turgut Özal adını 12 Eylül'ü yapanlar iyi tanırdı.
Ekonomiye olan yatkınlığını, özellikle 24 Ocak Programı
dolayısıyla Genelkurmay'da verdiği brifinglerde görmüşlerdir.
Bu brifingleri Başbakan Demirel'in talimatıyla verir Özal...
Özal'ın 12 Eylül hükümetine alınmasında kilit rolü,
12 Eylül'ün en önde gelen mimarı Orgeneral Haydar Saltık
oynamıştır. Ege Ordusu komutanlığından gelerek
MGK genel sekreterliği görevini üstlenen Saltık Paşa,
"piyasa ekonomisi"ni savunmakta, 24 Ocak modeline de
bu çerçevede sahip çıkmaktadır.
11 Eylül 1980 akşamı Genelkurmay'daki yemekli toplantıda,
Turgut Özal adını ilk Saltık Paşa telaffuz eder.
Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Necdet
Öztorun da Özal'dan yanadır.
Biri, Özal'ın bu görevi kabul etmeyeceğini söyleyince,
bir başkasının tepkisi,
"Tevkif edelim onu!" olur.
Saltık Paşa da her zamanki gibi serinkanlı havasıyla,
"Tevkif edeceğimiz adamı sonra iş başına nasıl getireceğiz" der.
12 Eylül'ü yapanlar, gerçekte Özal'a güvenmezler.
Bunun temelinde Özal'ın "takunyalı" geçmişiyle 1977'deki
da MSP milletvekili adaylığı yatar.
Ancak, 24 Ocak Programı ve bunun dış destekleri
açısından da Özal'a mecbur olduklarını bilmektedirler.
Özal da askerî yönetime der ki:
24 Ocak'ın kılına dokunursanız
dış kredi muslukları kesilir.
Başka alternatifiniz yoktur.
Bu programın devam edeceğine ilişkin
dışa dönük güvenceniz de ancak ben olabilirim!
Özal'ın bu konudaki teşhisi yerindedir:
Şartlar o noktaya getirmiştir ki,
bizim o göreve gelmemiz kaçınılmazdır.
Demirel, askerlerin basında çıkan
24 Ocak eleştirilerinden etkilendikleri kanısındadır.
Yani Genelkurmay yolu, Abi'sinin eliyle açılmıştır Özal'a...
12 Eylül'ün 24 Ocak'la birlikte Turgut Özal'a da
sahip çıkması, hem Batı dünyasındaki
karar odaklarını, hem de İstanbul'daki
"büyük iş çevreleri"ni ferahlatmıştır.
Bir Amerikalı diplomat, 12 Eylül'de ABD'nin
Ankara Büyükelçiliği'de görevli
(sonra İstanbul Başkonsolosu) Daniel Newberry,
12 Eylül'de Özal'ın ekonomiden sorumlu başbakan
yardımcılığına getirildiğinin öğrenilmesi üzerine
Amerikan makamlarındaki havayı şöyle anlatır:
1980 ocağında, Demirel ve Özal'ın ekonomik
reform adımı Washington'da çok ilgi toplamış,
çok konuşuluyordu. Gerek New York, gerekse
Washington'da konuştuğum insanlar,
bu reformlardan söz ederken, "Özal'ın reformları"
diyorlardı, Demirel'in değil...
1980 Eylül'ünü çok içinden, Amerikan
büyükelçisinin yanı başında yaşadım.
Başbakan Ulusu'nun kabinesi açıklanıp da,
Özal'ın ekonomik işlerden sorumlu başbakan
yardımcısı olarak adının okunduğu zaman
nasıl bir ferahlama yarattığını görmeliydiniz!
Ankara'daki Amerikan makamlarının çektiği
"oh"un sesi, duyulabilecek kadar yüksekti.
Banker Kastelli olayından sonra Özal,
Evren tarafından Başbakan yardımcılığndan
istifa ettirilir. Yanında Semra Özal'la güneye,
Side'deki henüz bitmemiş yazlıklarına doğru
yola koyulerken kafasında tek soru vardır:
Politikaya girmek, girmemek...
Ayrı bir parti kurması için uzunca zamandır Özal'a
bastıran Mehmet Keçeciler o günleri şöyle anlatır:
Özal "Ben torun seveceğim" diyordu.
Şöyle konuştuğu da olurdu: "Bak Mehmet,
memlekette siyasetçilere bak, izle onları.
İsmet Paşa'ya bak. Ömrünün sonunda, kendisini
"millî şef" ilan etmiş olan partisinden
ayrılmak zorunda bırakıldı.
Celal Bayar'a bak, kaç yaşında hapse atıldı.
Menderes idam edildi. Demirel, Ecevit, Erbakan
ve Türkeş'in hâli malum. Bu memlekette
siyasetçi hep tahrip edildi.
Tarih, 1982'nin aralık ayıdır. Bir ay önce
12 Eylül Anayasası'nın referandumda onaylanmasıyla
Evren cumhurbaşkanı seçilir, siyasal yasakları
içeren geçici 4. madde de uygulamaya girer.
Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş'e
politika yasaktır artık...
Özal da böylece siyasete girmeyi kesinleştirir kafasında...
Sabahtan beri gazetedeyim. Her seçim gecesi
yudum yudum tadına vararak yaşadığımız
o heyecanlı ortamdan kopmak hiç mümkün mü?
Baş döndürücü bir trafik...
Bürolardan servislerden haber merkezine
durmaksızın akan ilk sonuçlar...
Ve seçim masasından ön değerlendirme:
ANAP önde...
Yalçın Ankara'dan:
Hasan, ortalıkta haberler dolaşıyor,
Özal'a başbakanlık yok diye...
Saat 22.10...
Yalçın Anakara'dan: "Hiç kuşkun olmasın
ANAP tek başına iktidara gidiyor."
Saat 23... İdare bastırıyor,
artık makinenin dönmesi gerek...
Saat 23.35... Çekiyoruz manşeti:
ANAP kazandı...
Tek başına iktidar
çoğunluğu ANAP'ta...
Çocuklar başlığı alıp dizgiye koşturuyor...
Özal'ın bir fotoğrafı, sayfanın tam göbeğinde
kocaman, kahkaha atarken...
Sabaha karşı son baskıya yetiştirdiğimiz sonuçlar:
ANAP: Yüzde 45, 213 milletvekili...
HP: Yüzde 30, 111 milletvekili...
MDP: Yüzde 24, 66 milletvekili...
7 Eylül sabahı yorgunluktan bitik bir halde BBC'yi açıyorum:
Generallerin tuttuğu partinin hezimeti...
Evren'in yalancılıkla itham ettiği parti liderinin zaferi...
HP'nin yüzde 30 oy alarak ikinci parti olabilmesi şaşırtıcı...
CHP'nin asgari seçmen tabanı "asker gibi" HP'ye aktı yine...
AP oyları blok halinde ANAP'a gitti denilebilir...
ANAP, "dört eğilim"den de
oy aldı; bu çok açık...
Seçimin yapılabilmiş olması
kendi başına önemli... Özal'a başbakanlığı
vermeyebilirler mi?.. Çok zor böyle bir iş yapmaları,
ayrıca olmamalı...
Sabahın köründe keyifliyim,
zira Cumhuriyet'in birinci sayfasında
ilk yazım çıktı. Yorgunluk kahvemi yudumlarken,
Şahin Alpay'la Osman Ulagay'ın katkılarıyla yazdığım
Geçiş Dönemi başlıklı yazımı
kim bilir kaçıncı kez okuyorum.
İşte bazı bölümleri:
Sürekli özlemini çektiğimiz Batı demokrasilerinde
siyasal ve ekonomik bunalımlar, büyük istikrarsızlık
dönemleri, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan
bu yana seçimlerle noktalanabilmiştir.
Sarsıntılar, sistemin kendi mantığı içinde aşılabilmiştir.
Siyasal ve toplumsal güçler, yeni uzlaşma noktaları
yakalayabilmiş, yeni dengelerde buluşabilmişlerdir.
Temel hak ve özgürlüklerden herhangi bir ödün
vermeksizin gerçekleşebilmiştir bu. Siyaset kurumları
demokratik özelliklerini koruyabilmişlerdir...
Aynı gözlemi ne yazık ki ülkemiz için yapamıyoruz.
Çok partili sisteme geçip demokrasiyi denemeye
başladığımızdan beri siyasal ve toplumsal çalkantılar,
Batı'daki örneklerin tam aksine, askeri müdahale ve
yönetimleri, ara rejimleri getirmiştir. Sistemimiz kendi
çerçevesinde bunalımları aşamayınca, zaten cılız olan
demokrasimiz onar yıllık aralarla tökezlemiş,
günlük deyişle, elimizde kalmıştır.
27 Mayıs... 12 Mart... 12 Eylül...
Edinmiş olmamız gereken acı tecrübelerden
demokrasi adına dersler çıkartabildik mi?
Hayır.
Bazı şeyler galiba yaşanarak da öğrenilmiyor olmalı ki,
27 Mayıs'tan bir on yıl sonra 12 Mart'ta,
bir o kadar sonra da 12 Eylül'de kendimizi bulduk...
Acaba, neleri tam öğrenemedik?..
Öğrendiğimizi sanıp da bilincimize kazıyamadık?..
Demokrasinin, sandıktan çıkan çoğunluğun azınlık
üzerindeki zorbalığı olabileceği yanılgısına kendini
kaptıran, milli iradeyi böylesine tek boyutlu
değerlendirebilen iktidarları gayet iyi anımsıyoruz.
Muhalefetin varlığını yadsıyarak demokrasi
olabileceğine inanan yönetimleri de, siyaset adamlarını da...
Demokrasinin çoksesli uyumu sağlayacak
bir çerçeveyi içerdiği unutuldu çoğu kez.
Çok sesli uyumun sağlanması için çaba gösterileceği
yerde, bazı sesler, "çatlak" olarak nitelenip susturulmak istendi...
Oysa "çatışma" yerine "uzlaşma" aranabilirdi. Yapılmadı.
Bunun yerine "kamplaşma", "cepheleşme" süreçleri başlatıldı...
Diyalog... Uzlaşma... Hoşgörü...
Demokrasi kültürünün bu en temel kavramları, sadece
hayatımızda değil, toplumumuzun birçok kesimlerinde,
hatta günlük ilişkilerimizde bir türlü anlamlı bir yer
edinemediler. Karşı tarafı dinlemek, anlamaya çalışmak,
özgürce tartışıp birbirini eleştirmek gibi erdemlere
boş verildi çoğu kez...
Demokrasi, sadece dört yılda bir meydanlara
konan seçim sandıkları mıydı?..
Hayır.
Siyasi partilerin tek başlarına yeterli olamayacağını,
demokrasinin geniş bir siyasal katılım olayı
olduğunu unuttuk. Partilerle birlikte sendikaları, dernekleri,
kooperatifleriyle ve daha da önemlisi
yerel yönetimleriyle demokrasinin bir bütün olduğunu,
bunlar arasında sağlıklı bir alışveriş olmaksızın
demokrasinin işlerlik kazanamayacağını tam
kavrayabildik mi?.. Ne yazık ki hayır.
Oğlan çocuklarının duvar dibi ıslatırken giriştikleri
yarıştan (deyim, Mümtaz Soysal'ındır) kurtaramadık
siyaseti bir türlü. Sağlı sollu terör, demokrasinin
ülkemizde geçersizliğini kanıtlamak için yol alırken,
temel hak ve özgürlükler ile terörizm arasında
kesin sınır çizgisini çekip mevcut parlamenter
çerçeveyi korumak için, ortaklaşa tavırlar sergilenebildi mi?
Bir kere daha hayır.
Çözümsüzlüğün girdabında doğan iktidar boşluğu
boş kalamazdı. Nitekim kalamadığı bir defa daha
12Eylül 1980 sabaha karşı belli oldu.
Diyeceğim şudur:
Demokrasiyi yeniden inşa etmek istiyorsak...
Askerî müdahale ve yönetimleri içimize sindiremiyorsak...
O zaman, her zamankinden daha bilinçli
bir biçimde geçmişe eğilmemizde sonsuz yarar vardır.
Geçmişi öğrenmek, acı tecrübelerden dersler çıkarmak,
olanları toplumsal bir özeleştiri süzgecinden geçirip,
aynı zamanda kendi kendimizle hesaplaşmaya oturmak...
Hemen başlamakta fayda var.
6 Kasım'la birlikte yeni bir 'geçiş dönemi'nin
eşiğine gelmiş bulunuyoruz.
Eğer geçmişimizi demokrasi açısından
yerli yerine oturtamazsak, Türkiye'yi
Batılı demokratik parlamenter sisteme götüreceği
umulan bu 'geçiş dönemi' bizi, başka kıyılara da bırakabilir.
Heyecan havası esiyor:
Evren, Özal'a Başbakanlığı verecek mi, vermeyecek mi?
Özallar'ın Farabî'deki mütevazı apartman dairelerinde karşılığı
en çok aranan soru budur.
Evren, Özal'ı çağıracak mı? Zaman geçer,
telefonları çalmaz! Semra Özal'ın sesi çınlar,
"Turgut, işte telefon burda, Köşk'ü arayıp randevu iste"
diye bastırır.
Özal Köşk'ü arar, Evren'den
randevu ister. Tedirgin bir bekleyiş sonrasında
aynı gün çalan telefon, Çankaya'nın Özal'ı ertesi
günü beklediğine dair haber gelir.
O gün Köşk'te Özal, Evren'i iki kolundan sıkıca tutar,
bir anda kendisine çeker
ve iki yanağından şap şup öpüverir.
Şaşkındır Evren!
Çok özel söyleşilerinde ara sıra, "Bizim şişman"
diye söz ettiği Özal'dan böyle bir davranışı hiç beklememiştir.
Özal ise öpüşme sahnesini keyifli zamanlarında yakın
çevresine, "Yakaladım elini, bir el ense çektim; şaşırdı.
İki yanağından öpüverdim" diye anlatır.
Özal, 12 Eylül'ün kendisini başbakan olarak görmek istemediğini
gayet iyi biliyordu.
Üstelik, başbakan yardımcılığı sırasında askerî yönetimin
bir kanadınca zaman zaman nasıl istiskal edildiğini de
unutmamıştı. Ama tabiî en önemlisi, Evren'in Özal'la
ilişkin seçim konuşmalarıydı.
Seçimden iki gün önce yaptığı radyo ve televizyon konuşmalarında
Evren Paşa, Özal'ı "sözüne güvenilmez kişi" ilan etmiş
ve "hilafı hakikat beyanda bulunmak"la suçlamıştı.
Ama her şeye rağmen Özal seçimleri
tek başına kazanmıştı. Onun için
bunlar artık geçmişte kalmalıydı.
Özal, Çankaya'ya çıkarken rahat değildi, tedirginlik içindeydi.
Acaba Evren nasıl davranacaktı? Özal'ın deyişiyle "bir çiğlik"
yapacak mıydı? Kendisine, "Cumhurbaşkanı masaya
yumruğunu vuracak" diye haber verenler bile olmuştu.
O yüzden sakin görünüşünün ardında kıpır kıpırdı içi...
Özal'a, yakın dostu ve işadamı Şarık Tara bir gün önce
ilginç bir öneri yapar: Evren'i kucaklayıp iki yanağından
öpmek! Özal'a ve ANAP'a baştan beri her açıdan büyük
destek vermiş olan ENKA'nın sahibine göre,
Evren ne yapabilirdi ki böyle bir jest karşısında...
Önce şaşırır böyle bir telkine Özal,
sonra aklı yatar.
O gün Çankaya'da da tedirgin bir bekleyiş vardır.
Daha birkaç gün önce Özal'ı kamuoyu önünde ağır
biçimde suçlamış olan Evren sinirlidir.
Bir ara fotoğrafçıların içeri alınmamasını bile düşünür,
ancak hoş olmayacağı kendisine anlatılınca vazgeçer.
Köşk'ün kapısında yerli ve yabancı gazeteci ordusu...
Radyo, televizyon... Fotoğrafçılar... Televizyon kameramanları...
Kapı açılıyor, başyaver bağırıyor:
Anavatan Partisi Genel Başkanı Turgut Özal!
Cumhurbaşkanı Evren dimdik ayakta; yüzünde
donuk bir ifadeyle... Özal'ın o kendisine özgü,
iki yana yuvarlana yuvarlana yürüyüşü...
İki tarafın da yüzünde biraz eğreti duran hafif gülümseme...
Özal yaklaşıyor; yüzü sararmış gibi; elini uzatıyor
ve bir anda, kendi deyişiyle, "el enseyi çekip" Evren'i
kucaklıyor. Evren geriye doğru kaykılmak istiyorsa da başaramıyor.
Fotoğrafçılara ve televizyon kameramanlarına
artık gün doğmuştur, dizginlerinden boşalmışçasına
bu sahneyi görüntülüyorlar.
Akşam televizyonda, ertesi gün de gazetelerde baş haber,
Özal'la Evren'in kucaklaşıp öpüşmelerini gösteren
fotoğraf olacaktı. Bu görüntünün kendisi büyük haberdi.
ANAP lideri ilk adımda istediği izlenimi kamuoyuna
vermekle başarı sağlamıştı.
Turgut Özal Köşk'ün merdivenlerinden inerken
artık rahatlamıştı. Zira başbakanlığının önünde
herhangi bir engel kalmadığını anlamıştı.
Hem kendisinin hem Türkiye'nin önünde artık
yeni bir dönemin açıldığını görüyordu Köşk'ün
merdivenlerinden inerken...
"Geçmiş olsun"a gittim. Genel Yayın Yönetmeni
Çetin Emeç'in yanına çıktım.
"Hayrola Çetin nedir bu kapatma?" diye sorunca,
"Bilmeden TKP Başkanı'nın ölüm ilanını basmışız"
oldu tek cümlelik yanıtı...
YARIN: Doğrusuyla yanlışıyla Turgut Özal
* Mavi yasağının renkli hikayesi için: Hasan Cemal, Demokrasi Korkusu, ilk baskı 1986 Bilgi Yayınları, son baskı 2012 Everest Yayınları, s. 1-9
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |
İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından Nimet Tanrıkulu, 29 Ekim 2024 tarihinde, hukuk dışı bir kararla tutuklanıp Ankara Sincan Kapalı Cezaevi'ne kondu
Yoksa yine malum "devlet ezberleri"yle yola devam çıkmazı mı?..
Demirel 100 yaşında! Pazar günü Ülke Politikaları Vakfı'nın Cevahir Otel'de düzenlediği bir toplantıda "BABA"yı andık. Özlemişim Demirel'i, itiraf edeyim, arada bir gözlerim doldu
© Tüm hakları saklıdır.