11 Kasım 2023
Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisiyim.
Ankara’nın o güzel sonbahar günlerinden biri...
İçimde hiç eksik olmayan sıkıntı yumağı
kıpırdanıyor.
Başkentin göbeğinde,
Kızılay’da güpegündüz asılan bombalı pankartlar...
Sağda solda patlama sesleri...
Kulislerde darbe söylentilerinin doruğuna ulaştığı bir gün.
Ne olup bitiyordu?
Günümüz bu sorunun karşılığını aramakla geçecekti.
Meclis koridorlarında tedirgin sorular genellikle bu konuya dönüktü.
Telefonlarımız çalmaya başlamıştı bile:
“Haberlerin aslı var mı,
ordu el koyuyormuş...”
Sabah büroda gazeteleri şöyle bir göz ucuyla karıştırdım.
Manşetler yine kanıksadığımız,
can sıkıcı haberlerle doluydu.
Bir gün öncesinin dehşet tablosu
Cumhuriyet’in tepesinde çift sütuna özetlenmişti:
Ankara’da kurşuna dizilen
2’si kardeş 4,
Fatsa’da 3,
Malatya’da 2
olmak üzere
yurtta
17 kişi öldürüldü...
İki de küçük spotu vardı haberin:
İstanbul’da Tekel’in satış kamyonu soyuldu...
Siirt’in bir köyünde yiyecek çuvalları
içine gizlenen bomba patladı,
5 kişi öldü...
Ve devam sayfasına atılmış kısacık bir haberin başlığı dikkatimi çekti:
TBMM dün de toplanamadı...
Politika kulislerinin puslu havası akşamüstüne doğru iyice koyulaştı.
Büroda telefonum çaldı,
CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ arıyordu:
“Cemal Bey” dedi her zamanki nazik üslubuyla,
“bir gariplik var havada. Duydunuz mu,
bir şeyler olacakmış bu gece...
Ordu elkoyacak diye söylentiler dolaşıyor ortalıkta...”
Saat 02.15.
Başucumdaki telefonun çınlamasıyla uyandım.
Arayan Cüneyt Baba'ydı,
Çankaya'daki Basın Sitesi'nde kapı komşum
ve değerli gazeteci dostum
Cüneyt Arcayürek.
Sesi hayli heyecanlıydı:
Hasan, kalk kalk !
Sesleri duyuyor musun ?
“Ne sesi yahu, dalga mı geçiyorsun
gecenin bu saatinde” deyince
sesini yükseltti:
Tank sesi oğlum, tank sesi...
Pencereye yaklaş da
kulağını aç biraz !
Gerçekten tank sesiydi bunlar;
gecenin sessizliğini yırtan...
Tank paletlerinin asfaltla buluştuğu yerden çıkan,
gıcır gıcır, kulak tırmalayıcı sesler...
Çankaya’ya tırmanıyor, Oran’a doğru kıvrılıyorlardı...
Apar topar giyinip Baba'nın Vosvos'una attık kendimizi.
Heyecanlıyız ikimiz de.
Cinnah Caddesi’nden aşağı,
Atatürk Bulvarı’na iniyoruz çevreyi gözleyerek.
Kuğulu Park kavşağında durdurulduk. Bir jandarma eri:
Evinize gidin,
sokağa çıkmak yasak!
Yola devam.
Ve işte, TRT’nin önünde bir tank var...
Ankara Oteli.
Solumuzda TBMM.
Meclis’le Jandarma Komutanlığı’nın arasında da tanklar...
Sessizlik...
Akay kavşağında durduruyorlar gene.
Teğmen, Cüneyt’i tanıdı, gayet nazik:
Saat üçten önce bir yere girmiş olun.
Sokağa çıkmayın.
Basın kartlarınız geçmez...
Radyoyu dinleyin...
“Genel bir arama mı var ? Ne oluyor ?”
Yanıt yok!
Cüneyt gazlıyor.
“Meşrutiyet’te inip büroya gideyim” diyorum,
ama Baba bırakmıyor,
“Birlikte olalım daha iyi, Hürriyet Matbaası’na gidelim.”
Kızılay Meydanı’nı geçiyoruz hızla.
Sıhhiye’de tanklar; durduran yok.
Radyoevi’nin önünde de tanklar dizilmiş...
Rüzgârlı’daki Hürriyet Matbaası’na atıyoruz kendimizi.
Gece nöbetçileri dışında kimsecikler yok.
Baskı bitmiş, her taraf sessizlik içinde.
Telefonlara sarılıyoruz Cüneyt’in odasında.
Sıkıyönetim’den Albay Yalçın’a soruyoruz:
Sınırlı bir operasyon mu, askerî müdahale mi ?
Yanıt:
Hiçbir şey söyleyemem.
Saat 04.00’te radyoyu dinleyin!
O kadar.
İstanbul’u arıyoruz,
“Baskıyı durdurun, bir şeyler oluyor.”
Sağa sola telefonlar.
Evet kesin, "Ordu el koyuyor.”
Birden telefonlar kesiliyor.
Cüneyt’le hemen teleks başına geçiyoruz.
Karşımda Altı Punto Çeto,
Cumhuriyet'teki Yazı Müdürüm,
“Ben Hasan. Ankara Hürriyet’ten arıyorum...
İstanbul’la telefonlar kesildi...”
Anlatıyorum, bir heyecan kasırgası içinde:
Darbe... Askerî müdahale...
Kimler, bilemiyoruz...
Dışardan tank sesleri geliyor...
Bir dakika! Ek bilgi var.
Saat dörtte yedi adet tebliğ çıkacak...
Parlamentonun, siyasî partilerin kapatıldığı,
ordunun yönetime elkoyduğu açıklanacak...
Millî Konsey kuruluyor...
Genelkurmay Başkanı Evren
başkan oluyor... Bütün kuvvet komutanları da imzalamışlar...
Gazetelerin yayımı konusunda
bir şey yok...
Ama herhalde sadece bildirileri yayımlayabileceğiz...
Diğer tebliğler günlük yaşamı düzenliyor...
Ankara ve çevresinde büyük operasyonlar olabilir...
Cüneyt’le yan yana birer teleksin başındayız.
Evden aceleyle çıkarken gözlüğünü unutmuş,
bu yüzden İstanbul’dan gelen notları ona okumak zorunda kalıyorum...
Ancak birkaç satır geçebiliyorum.
Teleks birden susuveriyor, hırıltılı bir sesle.
Mesleğine düşkün gazetecilerin kulağına nedense pek hoş gelen
o teleks tıkırtıları kesiliveriyor ansızın...
Telefona sarılıyoruz:
Onlar da işlemiyor, kesik...
Sanki gazeteciliğimiz bir anda işlevini yitirmişti.
O anı, hiç unutamayacağım,
Cüneyt’le bir süre öyle bakıştık
çaresizlik içinde...
Evet, ne yazık ki “film kopmuştu” yine...
Tıpkı 27 Mayıs sabahı gibi...
Rahmetli Cüneyt Baba, ödünç gözlüğüyle
daktilosunun başına oturmuş,
takırdamaya başlamıştı bile...
Radyonun başına çöktük.
Önce gecenin sessizliğini delen
bir vınlama başlıyor, rahatsız edici...
Önce İstiklal Marşı, arkasından
Harbiye Marşı...
“Bu işler hep marşla başlar,
27 Mayıs'taki gibi” diye mırıldanıyorum kendi kendimle...
20 yıl önce de, Bakanlıklar tarafından gelen silah sesleriyle uyanmış,
sevgili babam Ahmet Cemal'in "pencerelere yaklaşmayın" uyarılarıyla,
Philips marka formika kaplı
küçük radyomuzun başına çökmüştük.
“12 Eylül, Cumhuriyeti Kollama ve Koruma Harekâtı”
dolayısıyla yayımlanan bir numaralı bildiri
okunuyor radyoda.
“Yüce Türk Milleti” diye başlıyor:
“Türk Silahlı Kuvvetleri,
İç Hizmet Kanunu’nun verdiği
Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini
yüce Türk milleti adına,
emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış
ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur...”
Tank ve kariyerler...
Kızılay’a, Konur Sokak’taki bizim
büroya dönmek için henüz vakit var;
sokağa çıkma yasağı saat 05.00’te başlıyor.
Erbil Tuşalp arabasıyla beni almaya geldi.
Bütün kavşaklarda asker,
tank ve kariyerler.
Özellikle Radyoevi’nin önünde mevzilenmişler...
Gün aydınlanmaya başladı.
Her taraf çok sessiz.
Çocuklar tam kadro büroda. İstanbul haber bekliyor:
Gazeteler çıkacak mı, çıkmayacak mı?
Sedat Ergin sabaha karşı
Genelkurmay’la bağlantı kurmayı başarıyor.
“Buyrun, Genelkurmay Genel Sekreteri General Fikret Küpeli.”
“Paşam, sokağa çıkma yasağı nedeniyle gazetelerin
yayımı konusunda ne gibi bir düzenleme yapılacak ?”
“Gazeteler çıkmayacak diye bir şey yok.
Gazeteler çıkacak. Zaten onlar bizim yanımızda.”
“Gazete basımı ve dağıtımı nasıl olacak ?”
“Bu konuda iki ve üç numaralı bildirileri bekleyin.”
“Yani gazete baskıya geçebilir mi ?”
“Tabiî. Yalnız ortalıkta fazla dolaşmayın.”
“Neden ?”
“Bazı toplayacaklarımız var da...”
“Paşam, siyasî parti liderlerinin
gözaltına alındığı yolunda haberler geliyor.”
“Nereden duydunuz ?”
“Paşam bilirsiniz, böyle dönemlerde bu tür söylentiler hep çıkar.”
“Sen gözünle gördün mü ?”
“Hayır paşam, ancak bu haberler birçok yerden ulaştı bize.”
“Bir kere gözaltına alınmadılar.
Dört siyasî partinin liderini emniyete aldık.
Bir şey olmasın diye, emniyet amacıyla...
Bunun gözaltına almayla bir ilgisi yok.
Üstelik ‘Eşlerinizi de beraberinizde götürebilirsiniz’ dedik.
Eşlerini de götürecekler.”
“İzmir’e gidecekleri söyleniyor.”
“Evet.”
“Dördü de aynı yerde mi olacak ?”
“Hayır. İkişer ikişer ayırdık.
Erbakan ile Türkeş İzmir’de Uzunada’da,
Demirel ile Ecevit, Gelibolu’daki Hamzakoy’a kampa gidecekler.”
“Galiba TRT ekibi saat sekizde Etimesgut’ta olacakmış.
Nedenini öğrenebilir miyiz ?”
“Kendilerinden birer demeç alacağız,
‘yararlı olmuştur, çok memnunuz’ diye.”
Demirel'le Ecevit'in bu konuda herhangi bir açıklamaları duyulmadı.
Onlardan istendi mi, istendiyse iki lider red mi ettiler, bilinmiyor.
BBC, darbe haberini şöyle veriyor:
“Nihayet gerçekleşti.
Ve bu akşam Demirel, Ecevit
ve diğer Türk politikacıları,
resmî deyimle,
Ordu’nun ‘güvencesi ve gözetimi’ altında ilk gecelerini geçiriyorlar.
Bu, hiçbiri için de sürpriz olmadı...”
1970'lerde CIA'in Türkiye'deki istasyon şefi Paul Henze, Başkan Carter'a
darbe haberini şöyle bildirecekti:
"Bizim çocuklar başardı!
Gerilim...
İçimde gittikçe dalbudak saran bir sıkıntı...
Belki de yazamamaktan kaynaklanıyor.
Birçok politikacı için olduğu gibi
bizim mesleğin de işlevi kalmadı gibi.
O yüzden günlük tutmaya hız vermeli.
Böylece belki bir ölçüde boşalmış oluruz.
Dışarda da ne güzel bir hava;
şu Ankara’nın sonbahar akşamları da ne güzel olur!
Askeri yönetim, ekonomik alanda,
Demirel azınlık hükümetinin aldığı
24 Ocak 1980 kararlarını
aynen kabul etti.
Bu kararların mimarı ve
Demirel'in Müsteşarı Turgut Özal’ı yanına aldı.
IMF ile “stand-by” anlaşmasının uygulanmasına devam dedi.
Grev ve lokavtlar yasaklandı.
Arkasından, sıkıyönetim bildirisiyle
“sayın muhbir vatandaşlar”a çağrı geldi.
Tek yargıçlı, tek celseli,
temyiz yolu kapalı “hızlı” mahkemeler kuruluyor.
Tercüman dün manşeti çekmişti:
“Yeni anayasa yapılacak !”
Ve gazetenin bugünkü başyazısında,
anayasa değişikliği gereğinin
Tercüman tarafından dile getirildiği yer alıyordu...
Parlamento feshedilmiş...
Siyasî partiler basılmış,
didik didik aranmış,
kapıları mühürlenmiş...
Dört parti lideri, çok sayıda parlamenter
12 Eylül’ün deyişiyle “güvenlik altına alınmış” durumdalar...
Ve basınımız Atatürkçülük adına havaya girmiş durumda:
12 Eylül’e tam destek...
12 Eylül öncesi parlamenter düzenin laçkalığı
üzerine sayfalar dolusu yorum var.
Sistemin laçkalaştığı, felç olduğu inkâr edilemezdi.
Sistemin çarkları işlemiyordu artık.
Bir iktidar boşluğu doğmuş ya da doğuyordu.
Ama bütün bunlara rağmen bir askerî müdahaleyi,
en azından ilke olarak içime sindiremiyorum.
Acaba bu, bir sivil olarak,
bir yenilmişlik duygusundan mı kaynaklanıyor?
Demokrasiyi neden bir türlü başaramıyorduk?..
Yoksa ben de biliyorum,
tıpkı doğadaki gibi siyasette de
iktidar boşluğu uzun süre öyle kalmaz;
bir gün gelir dolar.
Hele Türkiye gibi yerleşmiş
demokratik geleneklerinden,
kurumlarından pek öyle söz edilemeyecek bir ülkede...
Ama gene de basınımızdaki destek ve övgülerin dozu...
Fazlasıyla can sıkıcı...
“Demokrasiye dönüş” güvencesine de sarılınarak
“12 Eylül düzeni” gerekçelenmek isteniyor.
12 Eylül’ün çizmek istediği yeni anayasal düzenin
“demokrasi” ile bağlantısı bugünden nasıl kurulabiliyor,
anlamak güç.
Az önce Demokrat'tan beş gazeteciyi
götürdüler.. Eski gazete, dergi, kitap
ne varsa alıp gittiler.
Üç beş kişi, bizim büronun da bulunduğu Konur Sokak'tan
koşarak kaçtı gitti.
Faruk Bildirici’nin notlarından:
Kızılay, Sıhhiye, Ulus, Yıldırım Beyazıt alanlarında tanklar, asker...
Sessizlik...
Yenimahalle sokakları sakin...
Bir fırının önünde uzun bir kuyruk...
Olağanüstü günlerin alışılmış görüntüsü...
Fırındaki radyodan yükselen
Harbiye Marşı
ve yaşlı bir kadın:
"Epeydir bunları dinlemiyorduk, dinlemek istiyordum."
Daha ne kadar hatıra yazmaya devam edeceğiz,
bilemiyorum.
Bildiriler dışında haberleri normal olarak vermeye
ne zaman ve nasıl başlayacağız ?
Sıkıyönetim’den bir telefon:
“Komutan sizleri orduevinde çaya bekliyor...”
Sıhhiye’deki Orduevi.
Ankara Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Recep Ergun.
Önümüzdeki bir masaya, bizlere hâkim bir vaziyette
yanındaki üç subayla oturdu.
Hepimiz biliyorduk,
neyi yazıp neyi yazamayacağımıza dair bir şeyler söylenecekti.
İnce belli bardaklarda demli çay
ve kuru pasta ikramı başlarken konuştu.
Yeni hükûmetin kuruluşu hakkında yorum ve haber istenmiyor.
Spekülasyonlara yol açıyor.
Başbakan adayları, bakanlar şunlar bunlar olacak gibisinden
haberleri bir süre vermeseniz iyi olur.
Hassasiyet var.
Resmî açıklamayı bekleyin.
Benim söyleyeceklerim bu kadar.
Sorunuz varsa cevaplandırayım.
Anlaşıldı.
Böylece bizleri de iki gündür geceli gündüzlü
kıvrandıran bir konuyu artık askıya alabilirdik.
Daha doğrusu, “haber atlama” korkusu kalmayınca
yeni başbakan ile Bakanlar Kurulu üyelerinin kimler olacağını
daha rahat izleyebilirdik.
Sıkıyönetim Komutanı Paşa
şunları da söyledi:
Satrançta böyle durumlar olur.
Taşlar öyle dizilir,
oyun öyle noktaya gelir ki,
artık imkânsız hale gelir oyunu devam ettirmek.
Çünkü kilitlenmiştir...
Türkiye’de de bu oldu.
Çare, bizdik...
“Çare” gerçekten asker miydi?
Hayır.
Asıl çare, sivil siyaset kadrolarının
kendi aralarında anlaşıp erken seçim
demeleriydi.
Asıl çare, bir büyük koalisyon hükümeti kurup
kilitlenmişliği kırmak ya da kırmaya çalışmaktır.
Bir rejimin adına demokrasi diyorsak,
taraflar arasında asker değil
sadece siyasetçi vardır.
Ama...
"Ama"sı da şöyle özetlenebilir:
Bizde böyle bir siyaset kültürü,
olmadığı için...
Bizde böyle bir uzlaşma modeli
olmadığı için...
Bizde siyaset, dostla düşman arasında,
savaş gibi görüldüğü için...
Kökleri İttihat Terakki'ye,
Atatürk'e kadar uzanan bu zihniyet varlığını
bugünlere kadar sürdürdüğü için...
Asker belirli aralıklarla sopası ile
iktidara el koydu.
Bir süre idamlarla, siyaset yasaklarıyla,
işkencelerle, hapishanelerle
"mıntıka temizliği" yaptıktan ve
kendi "kırmızı çizgileri"ni
yeni bir anayasayla çizdikten sonra,
hadi seçimlere dedi.
Demokrasiyi sadece seçim sandığı sanan siyasetçilerimiz
de bu "demokrasi oyunu"na devam ettiler.
Bugünlere böyle gelindi.
TRT Haber Dairesi’ne gelen
14 Eylül 1980 tarihli bir talimattan:
Haber Dairesi Başkanlığına,
Haberlerde uyulması gerekli hususlar:
1) Dış haberler:
a) Aleyhimize olmayan her dış haber verilebilir.
2) İç haberler:
a) Anarşiye ait hiçbir haber verilmeyecek.
b) Millî Güvenlik Konseyi’nin sevk ve idare tarzına,
yönetime ve Konsey bildirileriyle, sıkıyönetim tebliğlerine
karşı tutum ve olaylar verilmeyecektir.
c) Herkesi ilgilendirmeyen küçük yangın,
trafik kazası gibi konular verilmeyecektir.
3) Diğer hususlar:
a) Aksi belirtilmedikçe,
MGK bildirileri üç defa,
sıkıyönetim bildirileri iki defa (çok önemli ise üç defa)
yayımlanacaktır.
b) 14 veya 15 Eylül’de TSK’nin yönetime el koyması ile
ilgili olarak halk arasında röportaj yapılacaktır.
(Röportaj yapılırken değişik semtlerde
ve daha ziyade orta yaşlılarla yapılacak,
yapılan röportaj için yayına girmeden evvel tasvip alınacaktır.)
c) Atatürk’le ilgili ‘dia’lar yayınlarda yer alacak,
kalma süresi uzun olmayacaktır.
İğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık.
Ayakta duracak yer bile yok.
Yerli yabancı 400’e yakın gazeteci bekleşiyoruz
Başbakanlık’taki büyük toplantı salonunda.
Bülent Ecevit’in Bakanlar Kurulu’na başkanlık ettiği,
Süleyman Demirel’in de aylık basın toplantılarını düzenlediği salon...
Saat tam 10’a 3 dakika kala kapıda bir kıpırdanma,
bir itiş kakış görülüyor. Konsey üyeleri
Kara, Deniz, Hava kuvvetleri Komutanları,
Jandarma genel komutanı ve
Konsey’in genel sekreteri Orgeneral Haydar Saltık içeri giriyorlar.
Saat tam 10.
Kapı önünde yeniden bir telaş, kıpırdanma, itiş kakış.
Dışişleri Protokol Genel Müdürü Büyükelçi
Şefik Fenmen’in tok sesi çınladı salonda:
“Sayın devlet başkanı !”
İlk basın toplantısı böyle başladı.
Evren Paşa’nın ilk basın toplantısının yankıları sürüyor;
ortaya çıkan programın niteliği tartışılıyor.
Halk Partili çevrelerde yaygın kanı şu:
“Demirel’siz Demirel programı...”
Programın özü açısından bu teşhisin yerinde olmadığı söylenemez.
Ekonomik modeli 24 Ocak...
Anayasa, seçim ve siyasî parti yasalarında öngörülen değişiklikler...
İşçi işveren ilişkilerine yaklaşım...
Sendika, grev ve toplu sözleşme düzenine dönük yaklaşımları...
Ortaya çıkan ipuçları, bütün bu konuların
Demirel'in yıllardır savunduğu çerçeve içinde kaldığını göstermekte...
Bu arada gözaltı süresi 15'den 30 güne çıkarıldı.
Yalçın Doğan’ın kaleminden bugünkü
yemin töreni:
Meclis'in onur salonunda edilen
yemin töreninin hemen sonraki sessizliği,
Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası tarafından çalınan,
Beethoven’in Beşinci ya da bilinen diğer adıyla
Kader Senfonisi’nin çarpıcı girişi izledi.
Müzik sözlükleri Beethoven’in Beşinci Senfonisi’ni,
karanlıktan güzele ve mutluluğa gidişin simgesi olarak nitelerler.
Ancak, sözlükler senfoninin finalinde yeniden kaderciliğe dönüldüğünü belirtir.
Beşinci Senfoni, törende hazır bulunan önce mülki, sonra da askerî erkan
Millî Güvenlik Konseyi başkan
ve üyelerini tek tek kutlamaya başladılar.
İlk kutlayan Anayasa Mahkemesi Başkanı oldu.
"Anayasa'yı yerle bir eden darbecileri,
ilk kutlayan Anayasa Mahkemesi'nin Başkanı...
Ne kadar hazin!"
diye not düşüyorum günlüğüme...
Dün öğleden sonra saat beş civarında
Yüksel Çakmur büroya geldi.
Telaşlı, tedirgin bir havadaydı.
“Özel konuşabilir miyiz ?” dedi.
Geçen gün Ecevit’le Hamzakoy’dan
telefonla konuştuğunu ve kendisine
bu mesajı dikte ettirdiğini, arkadaşlarla
üzerinde düşünülmesini rica ettiğini söyledi.
Bu arada “güvenilir arkadaşlara” da okunmasını istediğini ekledi.
Sonra heyecanlı heyecanlı aşağıdaki metni kısık bir sesle okumaya başladı:
“Bu bir demeç değildir.
1979 Mayıs Gönen konuşmasından itibaren
sürekli uyarılarda bulundum.
Belli bir oyun tezgâhlanıyordu.
CHP’yi ve beni saf dışı bırakmak için.
Demokrasiyi yıkma ve şimdiki gibi bir model getirme planı uygulandı.
Dokuz aydır geniş tabanlı hükûmet kurulmasını öneriyordum.
(Demirel de o tarihlerde erken seçim istiyordu-HC)
Bunalımdan ordu müdahalesine gerek kalmaksızın
demokrasinin kendi mekanizmalarıyla çıkış yolunu
göstermeye çalışıyordum. Eskiden bunu önerenler bile,
bu kez başka bir plan uygulamak istedikleri için çağrılara karşı çıktılar.
Bütün demokratik mekanizmalar tıkatıldı.
Terör alabildiğine kışkırtıldı.
MHP Genel Merkezi’nde Dev-Yol makbuzları bulundu.
Terörün nasıl kışkırtıldığını gösterir (bu olay).
Sonuç olarak ordu müdahalesi kaçınılmaz duruma getirildi.
Ordunun kusuru değil.
Ordu icbar edildi.
Şu sırada bu gelişmelere karşı bir mücadele açmak da yararsızdır.
Türkiye’nin bu duruma getirilmesinde ordunun bir kusuru yoktur.
Orduyu karşımıza almadan
ve tedirgin etmeden mücadelemizi sürdürmeye çalışmalıyız.
Eğer ısrarlı cepheleşme telkinlerine kapılmış olsaydık,
bu müdahale çok farklı olurdu.
Ecevit’i arıyorum.
Bu satırların daktilosunu bitirmek üzereydim,
beş buçuk civarı telefon çaldı:
“Gelibolu, Hamzakoy” denildi.
Bir süre önce 03’ten Ecevit’i yazdırmıştım:
“Gelibolu, Hamzakoy askerî tesisleri,
Bülent Ecevit; arayan,
Hasan Cemal, Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi.”
“Buyrun, ben Bülent Ecevit...”
“Keyifler nasıl efendim, ben Hasan Cemal.”
“Kişisel keyif iyi, Hasan Bey ama...”
Bu girişten sonra Ecevit, aylardan beri yakındıkları,
uyardıkları ekonomik modelin bu kez ordu eliyle
uygulanmaya başlanacağına işaret etti.
"Ancak bunda askerlerin kusuru olmadığını söyledi
ve “onları eleştiremeyiz” dedi.
Günlüğüme yazıyorum:
Ecevit... Bir solcu...
Darbe yapan, kendisini hapse atan
"asker"e hala toz konduramıyor.
Bir açıdan anlayabiliyorum.
Fakat hiç söz etmese,
sözü askere getirmese,
daha yerli yerinde olmaz mıydı?..
Bugün İzmir'de bir karakol basılmış.
İki er, bir teğmen öldürülmüş...
Mahalle sarılmış, operasyon...
Yayın yasağı...
İstanbul'da DİSK ve Belediye aranmış,
yayın yasağı...
Olacak iş mi ?...
Evren Paşa bugün törenle Çankaya Köşkü’ne yerleşiyor.
Saltık Paşa, Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri.
Ulusu başkanlığındaki
Bakanlar Kurulu bugün ilk toplantısını yaptı.
Olacak iş mi ?....
Teleksler eskisi gibi tıkırdamıyor. Gazetecilik durgun.
Sıkıyönetim Kanunu’nda yapılan değişiklik dün
Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Gazetecilik yapmak gitgide güçleşiyor.
Fotokopi çektirip bu sabah büroda çocuklara dağıttım.
Bir maddesi:
Sıkıyönetim Askerî Mahkemeleri’nce verilen
3 yıla kadar hürriyeti bağlayıcı cezalar temyiz edilemez.
Dün öğleden sonra Ekmekçi’yle
Hamzakoy tesislerini aradık.
03’ten yıldırım ve ihbarlı:
Bülent Ecevit, Süleyman Demirel...
17.55’te Ecevit bağlandı:
“Buyrun, ben Bülent Ecevit...”
Durumlar nasıl diye sordu.
Mesleki açıdan güncel koşullara
adapte olabilmenin güçlüğünden söz edince,
“Evet, fark ediliyor” dedi.
18.05’te Demirel bağlandı.
Kendimi tanıtınca çok mütehassıs olduğunu belirtti.
Yeni koşullara alışma çabasında olduğumuzu söyleyince gülerek,
“Nasıl zor mu, kolay mı ?” dedi.
“Pek öyle kolay değil,” yanıtını alınca
o malum kahkahasını patlattı gene.
12 Eylül’den kısa süre önce kendisinden randevu talep etmiştim.
Sonra bir kokteylde karşılaşmıştık,
“Müracaatın baki, görüşeceğiz” demişti.
Sordum, “Müracaatım baki mi hâlâ ?...”
Kahkahayı bastı yine,
“Baki baki, bu defa mutlaka görüşeceğiz,” dedi.
Demirel’in rahatlığı, kahkaha atabilmesi...
Ecevit’in her zamanki ciddi, mesafeli havası...
Ecevit ve Demirel’le görüştüğümüzü Uğur’a (Mumcu) söyleyince,
“Şu işe bak” dedi,
“Ruh çağırır gibi adamları arıyoruz. Ey ruh geldinse üç kere vur !”
Dün sabah da Cüneyt Arcayürek yanında
Uğur varken Demirel’le görüşmüş.
Uğur’un da yanında olduğunu söyleyince Demirel,
"Oh ne ala, bizi buraya attınız,
siz orada laflıyorsunuz" diye kahkahayı patlatmış...
Dün öğleden sonra Çankaya’ya gidiyorduk. Trafik sıkıştı.
Ekmekçi, “Yine kuşlamışlar” dedi.
Anlamadım. Bu deyimi ilk kez duymuştum.
“Yerlere bak, kâğıtlar atılmış gene” dedi,
“Dev - Yol bildirileri...”
Trafik kesilmişti. “Gazeteciyiz” dedik polise;
yanıtı, “Beyim ne gazetecisi; ileride bombalı pankart var.”
Beyaz bir bez üstüne kırmızı yazı:
“Cunta, CIA damgalıdır.”
Başbakan Bülend Ulusu, hükûmetinin programını Millî Güvenlik Konseyi’ne sunuyor.
Televizyondan izliyoruz büroda.
Cumhuriyet Senatosu Genel Kurul salonu.
Başkanlık kürsüsünde Evren Paşa.
İki yanında MGK üyesi dört kuvvet komutanı:
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin,
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya,
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer
ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun.
MGK Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık da hemen sağ yanı başında.
Yüz ifadeleri son derece ciddi.
Başbakan, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu,
kürsüde programını okuyor.
Salonun bir köşesinde Bakanlar Kurulu üyeleri
ile müsteşarlar oturuyor.
Basın, en tepedeki locaya alınmış durumda.
Ulusu, programını okumayı bitirdi.
Şimdi ne olacağını merakla bekliyoruz.
Başbakanlık kürsüsündeki
Evren Paşa mikrofona doğru eğildi:
Kabul edenler?
Aynı anda dört el havaya kalktı. Ve Evren sonucu açıkladı:
Kabul edilmiştir!
Birbirimize baktık, gülüştük ve televizyonu kapadık
İdamlar başlıyor!
Millî Güvenlik Konseyi’nce cezaları
onaylanan dört hükümlüden
Necdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu
bu sabaha karşı Ankara Merkez Cezaevi’nde idam edildi.
Necdet Adalı:
Telsizler semtinde kahvehane tarayarak iki kişiyi öldürmekten...
Mustafa Pehlivanoğlu:
Balgat’ta iki kahvehaneyi tarayarak
beş kişiyi öldürmekten...
Diğer iki hükümlü, İsa Armağan
ve Kemal Ergin halen firarda.
Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri kuruldu.
"12 Eylül Hukuku" adıyla anılacak olan
anti-demokratik yasalar
ve uygulamalar nedeniyle bu dönemde resmen
650 bin civarında kişi gözaltına alındı..
Binlerce idam cezası istendi,
49'u infaz edildi, (Darbe lideri Evren Paşa'nın o sözü,
"Asmayalım da besleyelim mi?"
sözü hala hafızamda kazılıdır - HC)
Yüzlerce kuşkulu ölüm, ayrıca yüzlerce
işkencede ölüm gerçekleşti.
Bunları protesto etmek için açlık grevlerinde ölenler oldu..
Yaklaşık iki milyona yakın kişi "güvenlik soruşturması" adı altında fişlendi.
30 bin kişi işten atıldı.
Çıkarılan 1402 sayılı yasa gereğince
ya atıldı, ya sürüldü. Bunların 3854'ü öğretmen,
120'si üniversite öğretim üyesi, 47'si yargıçtı.
Yaklaşık 30 bin insan yurtdışına kaçtı,
sığınma hakkı istedi.
Gazeteler kapatıldı, gazeteciler yargılandı, hapse atıldı. *
Askerin 12 Eylül darbesinde yaptığı
"mıntıka temizliği"nin kaba özeti böyleydi.
Ayrıca bütün siyasal partiler kapatıldı.
Hepsinin liderlerine siyaset yasaklandı.
Benim bu dönemle ilgili olarak, belirtmeden geçemeyeceğim,
bugün bile hatırladıkça içimi acıtan,
askeri darbeleri lanetlememe neden olan bir idam daha vardı:
Erdal Eren idamı...
İdam için yaşı büyütülmüş, 17 yaşında,
Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde
18 Aralık 1980, bir inzibat erini öldürdüğü
gerekçesiyle darağacına gönderilmiş,
Halkın Kurtuluşu adlı örgütün militanı olarak ilan edilmişti.
YARIN : İnsanlar tank sesiyle uyanırken, sessiz kalan siyaset
* Mehmet Ö. Alkan, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe, İletişim Yayınları, 2023, s. 51
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |
İnsan Hakları Derneği’nin kurucularından Nimet Tanrıkulu, 29 Ekim 2024 tarihinde, hukuk dışı bir kararla tutuklanıp Ankara Sincan Kapalı Cezaevi'ne kondu
Yoksa yine malum "devlet ezberleri"yle yola devam çıkmazı mı?..
Demirel 100 yaşında! Pazar günü Ülke Politikaları Vakfı'nın Cevahir Otel'de düzenlediği bir toplantıda "BABA"yı andık. Özlemişim Demirel'i, itiraf edeyim, arada bir gözlerim doldu
© Tüm hakları saklıdır.