07 Kasım 2023

İlk askeri darbe, 27 Mayıs: Bayar-Menderes iktidarı demokrasinin yolunu tıkadı ama bu darbeyi meşru kılmaz, "devrim" yapmaz

"Suç" kimindi? İsmet İnönü'nün liderliğiyle 1946'da geçilen "çok partili demokratik rejim"in ilk on yılını berbat eden Bayar-Menderes ikilisinin mi? İnönü-CHP ikilisinin mi? Yoksa darbe yapanların mı?


Gazeteler 28 Nisan 1960 sabahı "Olağanüstü yetkiler kabul edildi" manşetleri ile çıkar.

Sabahın erken saatlerinde de öğrenciler,
Beyazıt'taki
İstanbul Üniversitesi'nin
bahçesinde toplanmaya ve İstiklal Marşı'yla,
bir gün önce Meclisten geçen
baskı yasasını,
"
Yetki Kanunu"nu protesto etmeye başlar.
Polis müdahale eder.
Bir öğrenci polis cipiyle sürüklenir.
İstanbul Üniversitesi Rektörü
Ord. Profesör Sıddık Sami Onar
yere düşürülür, başından yaralanır,
sonra da ite kaka bir polis cipine bindirilip
Emniyet Müdürlüğü'ne götürülür.
Hukuk Fakültesi Dekan Vekili
Ord. Profesör Sulhi Dönmezer yumruklanır.
Beyazıt Meydanı karışır.
Atlı polisler gelir, kurşun sesleri duyulur.
Turan Emeksiz, 20 yaşındaki Orman Fakültesi
öğrencisi polis kurşunuyla vurularak öldü.

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ulaşan devlet arşivinden çıkan,
Turan Emeksiz'in vurulduğu anı gösteren fotoğraf.

İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi
Hüseyin Onur kasığından vuruldu,
bacağı kesildi.
Ölü ve yaralı sayısı tam belli değildi.
Gerçek neydi, doğru dürüst ortaya
çıkmadı. Sıkıyönetim ilan edildi.
Olaylara ilişkin haberler yapılması
yasak edildi.
Herkes dehşet içindeydi. 


Protestolar Ankara'ya da sıçradı.
Başkentte de sıkıyönetim ilan edildi.
Polis ve asker, Siyasal Bilgiler ve
Hukuk fakültelerine girdi.
Ankara'daki Sıkıyönetim Komutanı
ateş emri verdi.

Ankara'da Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinde yaşanan ve
"Kanlı Perşembe" diye anılan öğrenci olayları.

DP iktidarı, tüm olayları
"tahrikçiler"le CHP'nin
sırtına yıkıyordu.
Öğrenciler, "Olur mu böyle olur mu,
kardeş kardeşi vurur mu"
diye yürüyordu.


Çetin Altan'ın Milliyet'te çıkan ve
"Bugün canım yazı yazmak istemiyor"
diye beş sözcükten ibaret olan köşe yazısı,
bir anda Türkiye gündemine taş
gibi oturmuş, hafızalara kazınmıştı.
Artık Tahkikat Komisyonu da
çalışmaya koyulmuştu:
Cumhuriyet gazetesinde Ali Ulvi,
aşağıdaki karikatüründe
Başbakan Menderes'i ima yoluyla
istifaya davet edince,
Gazete 10 gün süreyle kapatıldı.


Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın,
"Tenkit değil, tenkil zamanıdır"
diyebildiği günlerden geçiyordu
Türkiye...
Cumhurbaşkanı Bayar görüşlerini
almak üzere İstanbul Hukuk Fakültesi'nden
Ord. Profesör Ali Fuat Başgil'i Ankara'ya çağırır.
Başgil, milliyetçi muhafazakâr çizgidedir,
İnönü'ye sempatisi yoktur.
Tahkikat Komisyonu için kurulabilir demiş,
ancak "Yetki Kanunu"nu doğru bulmamıştır.
"28-29 Nisan olayları" ertesi günü
30 Nisan'da Cumhurbaşkanı Bayar,
Başgil için Çankaya Köşkü'nde
akşam yemeği verir. Davetliler arasında
Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu
ve DP'li bazı milletvekilleri de vardır.

Ord. Profesör Ali Fuat Başgil

Başgil:
- Komisyon kurulabilir ama yetki kanun yanlış...
Menderes:
- Ben bu görüşte değilim.
Bayar:
- Komisyon kurulmuş, Salâhiyetler Kanunu
çıkarılmış ve alınan bu tedbirler ayaklanmalara
sebep olmuştur. Bu vaziyet karşısında ne yapmalıyız?
Başgil:
- Son derece ihtiyatlı davranmanızı tavsiye
ederim sayın Reisicumhur. Önce, Anayasa'ya
tamamen uymadığına göre, Salâhiyet Kanunu'nun
hükümlerini tatbik etmemelisiniz. Bu bakımdan
tekrar gözden geçirilmesi için kanunu derhal
Meclis'e geri göndermelisiniz. Bilhassa gençliğe
karşı çok sert tedbirlere başvurmamalısınız.
Bayar:
- Ben hiçbir şekilde bu görüşe
katılmıyorum. Bilakis son derece
sert davranmak ve tahrikçileri
nümune-i imtisal (ders alınacak örnek) olmak
üzere cezalandırmak lazımdır. Hükümet
makamlarının çalışma tarzı şimdi böyle olmalıdır.
Bayar bu arada tenkil kelimesini kullanınca,
Başgil kendisinden "tenkil mi, tenkit mi" diye
bir tavzih, bir açıklama ister. Bayar'ın
tepkisini Başgil şöyle yazar:
Reisicumhur biraz kızgın bir şekilde,
tenkit zamanı çoktan geçmiştir,
şimdi tahrikçileri tenkil zamanıdır
,
diye cevap verdi.

Yassıada duruşmaları

İktidarla muhalefet arasında
 diyalog kapısı açma çabası

Yemek biter, Başgil'in ricası üzerine,
dar bir kadroyla bir başka odaya geçilir.
Bayar, Menderes, Koraltan ve Başgil
sohbete başlarken, Menderes'in isteği
üzerine, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu
da toplantıya katılır.
Başgil söz alır:

- Böyle nazik anlarda zaman dardır.
Harekete geçip acele tedbir almak lazımdır.
Tekrar söylüyorum, eğer felaketten sakınmak
isteniyorsa, fikrimce, doğrudan doğruya
kuvvete başvurmayı bir kenara bırakmalıdır.
Bir rejimin kendini ayakta tutması ve
karşılaştığı güçlükleri yenmesi için sahip
olduğu tedbirlerden kuvvete müracaatı
en sona bırakmalıdır.
Bu hale düşmeden, size teklif
edeceğim hâl tarzı şudur:
Her şeyden önce Menderes kabinesi
derhal istifa etmelidir.
Bundan sonra, mümkün olduğu nispette,
muhalefete de birkaç bakanlık vererek,
Meclisteki mutedil şahsiyetlerden
yeni bir kabine kurmalıdır.
Böylece, bir nevi koalisyon kabinesi,
daha doğrusu
milli birlik kurulmuş olacaktır. 

Bu teklifi Menderes esnek
karşılarken Bayar şiddetle karşı çıkar.
Başgil'in iktidarla muhalefet arasında
bir diyalog kapısı açma çabası sonuçsuz kalır.
Bayar, Başgil'e döner:

- Tarihimizde yerini, birkaç sokak nümayişinin zoru ile
diğeri terk eden bir hükümet misali zikredebilir misiniz?

Başgil yanıt verir:
- Suali benim size tevcih etmeme müsaade
buyurunuz. Çünkü ben, demokratik
bir örf ve adetten bahsettim. Siz bana
tarihimizde on seneden beri bu memlekette
gerçekleştirilmeye çalışılan
demokrasiye benzer bir demokrasi
örneği verebilir misiniz?*

"Yapacak başka bir
şeyimiz kalmamıştı"

Toplantı böylece dağılır.
Türkiye siyasetinin "esneklik"ten,
"diyalog"dan,"uzlaşma"dan uzak bir
örneği daha yaşanmış olur.
Bu topraklarda, tarafların birbirlerini
düşman olarak gören siyaset anlayışı
ne yazık ki değişmedi.
Oysa, birbirlerini düşman gibi görmek
yerine, kriz zamanlarında birbirlerine
ellerini uzatıp, demokrasinin temel
ilkelerinde birleşip, ortak bir "demokrasi
platformu"nda buluşabilselerdi, Türkiye
bugün çok daha farklı bir yerde olurdu.
 


1960 yılı baharında, özellikle
Mayıs sonlarına doğru politika kulislerinde
kulaklara en çok çalınan sözcük "ihtilal"di.
Özden Toker şöyle anlatır: 

Metin (Toker) sabaha karşı
bir telefonla uyanmış. Bir kadın sesi,
"İhtilal oldu ve hükümet devrildi" deyivermiş.
Günlerden beri ihtilal lafı o kadar çok
ortada dolaşıyordu ki Metin ciddiye almamış.
Ama hemen arkasından
bu sefer gazeteci Leyla Çambel arayınca
işin ciddiyetini anlamış. (...)
Metin babamı uyandırıp haberi vermiş.
O da hemen kalkıp tıraş olmuş, giyinmiş,
bekleyen tuğgeneralden bigi almış. (...)
Ertesi sabah (28 Mayıs, darbenin ertesi günü, HC)
babam kahvaltı ederken telefon çalmış. Metin açmış.
Arayan Orgeneral Cemal Gürsel'in emir subayı...
Sayın Orgeneralin, Sayın Paşamızla görüşmek
istediğini söylemiş. Metin yardım edeceğini
söyleyince emir subayı, "Sayın Orgenerali
bağlıyorum" demiş.

(Gürsel Paşa)
 Sayın Paşam, size karşı kusurluyuz.
Hareketimizi size önceden haber vermedik.
Fakat verseydik, bizi bundan caydırmak
isteyeceğinizi biliyorduk
. Yapacak başka
bir şeyimiz kalmamıştı.
Bizi affetmenizi rica ediyoruz. Emirleriniz
daima Peygamber buyruğudur Sayın Paşam.

Özden Toker:
- Babam, "Memleket ve millet için hayırlı
bir iş yaptınız. Büyük bir iş yaptınız.
Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim.
Asıl başarınız için ben emrinize amadeyim"
diye cevap vermiş. Bizimkiler kahvaltı
masasına dönmüş, babam düşüceliymiş...

(...)

Bir dahaki görüşmeleri
6 Ağustos'ta, Heybeliada'daki evimizde gerçekleşti.
Babam ona üç tavsiyede bulunmuş:
Birincisi,
"Orduyla münasebetlerinizi iyi muhafaza
ediniz ve orduya hakim kalınız.
İkincisi,
"Paşa hazretleri, kendi aranızda bölünmemeye
dikkat ediniz."
Üçüncüsüyse,
"Seçimlere bir an önce gidiniz."
Babam akşam yemeğinde bize bunları anlattı.

Alparslan Türkeş, 27 Mayıs 1960 Darbesi Radyo Bildirisini radyodan okurken​​​​​​​

"Türkiye, 27 Mayıs 1960'ta 
Albay Alpaslan Türkeş'in
boğuk sesiyle uyandı"

Türkiye, 27 Mayıs 1960 günü
sabaha karşı Albay Alpaslan
Türkeş
'in boğuk sesiyle uyandı.
Darbe bildirisi okunurken
ben de babamla, Ankara'da Bakanlıklar
semtindeki evimizde radyo başındaydım.
Sabahın köründe, bahçesinde futbol oynadığımız
İçişleri Bakanlığı tarafından gelen
makineli tüfek sesleriyle uyanmıştık.

Sevgili Vatandaşlar,
Bugün demokrasimizin içine düştüğü
buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla
kardeş kavgasına meydan vermemek
maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri,
memleketin idaresini ele almıştır.
Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz;
partileri içine düştükleri uzlaşmaz
durumdan kurtarmak ve partiler üstü
tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği
altında, en kısa zamanda adil ve
serbest seçimler yaptırarak idareyi,
hangi tarafa mensup olursa olsun,
seçimi kazananlara devir ve teslim
etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.
Girişilmiş olan bu teşebbüs,
hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir.
İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata
müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade
etmeyeceği gibi, edilmesine de
asla müsamaha etmeyecektir.
Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup
bulunursa bulunsun, her vatandaş;
kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına
göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların,
partilerin üstünde aynı milletin,
aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak
ve kin gütmeden birbirlerine karşı
hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri,
ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın
selameti için zaruri görülmektedir.
Kabineye mensup şahsiyetlerin,
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını
rica ederiz. Şahsi emniyetleri
kanunun teminatı altındadır.
Müttefiklerimize, komşularımıza
ve bütün dünyaya hitap ediyoruz.
Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na
ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir.
Büyük Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda
sulh' prensibi bayrağımızdır.
Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız.
NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız.
Düşüncemiz 'Yurtta sulh, cihanda sulh'tur.

Celal Bayar, Yassıada duruşmalarında 

"Suç" kimindi?

Az sonra apartmanın önünde
askeri bir cip durdu.
Üst katımızda oturan Samsun Mebusu
Ferit Bey
'i alıp götürdüler Harbiye'ye, gözaltına...
Çocukları arkadaşımdı.
İçim acıdı.
Bir askeri cip de yanımızdaki apartmandan,
ilk kabinede
Dışişleri Bakanlığı
koltuğuna oturacak olan Dışişleri Bakanlığı
Genel Sekreteri Büyükelçi Selim Sarper'i
alıp gitti.
16 yaşındaydım, lise ikinci sınıf öğrencisi.
Mahalle arkadaşlarımla bahçe duvarında
oturmuş olan biteni seyrediyorduk.
Annemle babam bütün gün evden çıkmadılar.
Üzgündü ikisi de... Seçimlerde DP'ye oy atarlardı.
Bir tarafta matem havası,
karşı tarafta bayram havası esiyordu.
Zaten var olan toplumsal
ve siyasal kutuplaşma keskinleşiyor,
kökleri Osmanlı'ya uzanan
kültür savaşları devam ediyordu.
Peki, "suç" kimindi?
İsmet İnönü'nün liderliğiyle 1946'da
geçilen "çok partili demokratik rejim"in
ilk on yılını berbat eden
Bayar-Menderes ikilisinin mi?
İnönü-CHP ikilisinin mi?
Yoksa darbe yapanların mı?

Adnan Menderes'in Yassıada'da idam öncesi traş olurken çekilen fotoğrafı.

"Baş suçlu" darbeyi yapanlardır,
"asker"dir tarih önünde...
Bu "darbe"ye yol açan DP iktidarı da
tarih önünde suçludur ama "ceza"sı
27 Mayıs'ın idamları, Yassıada
mahkemeleri
, hapisleri,
siyasi yasakları olmamalıydı.
Demokrasinin ve aklın yolunu gösterenler
arasında, CHP lideri İnönü'yle
İstanbul Hukuk Fakültesi'nden
Ord. Prof. Ali Fuat Başgil vardı.
Başgil, darbeden çok kısa süre önce,
Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı
Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri
Bakanı Zorlu'nun önünde şöyle diyecekti:

Menderes kabinesi derhal istifa etmelidir.
Muhalefete de birkaç bakanlık vererek
,
Meclisteki mutedil şahsiyetlerden
yeni bir kabine kurmalıdır.
Böylece, bir nevi koaliyon kabinesi,
daha doğrusu
milli birlik kurulmuş olacaktır.

27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül
darbelerinin
değirmenine su taşıdı

Menderes hükümetinin istifası...
Muhalefetin de katılımıyla bir koalisyon hükümeti...
Ve erken seçim...
Bayar-Menderes inadı bu aklın
yolunu ne yazık ki tıkadı.
Tıkamakla kalmadı, iktidar ve
muhalefet partileri arasında,
kriz zamanlarında olabilecek uzlaşma yolunu,
bugünlere de ışık tutabilecek böyle bir
"uzlaşma modeli"nin oluşumunu da torpilledi.
27 Mayıs Darbesi, onar yıl aralarla gelecek
olan 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin,
idamlarının, işkencehanelerin, siyaset
yasaklarının değirmenine su taşıdı.
Bir kez daha vurgulamak istiyorum:
DP'nin on yıllık iktidarında Türkiye'ye
yaşattığı bütün acılar, oturtmaya çalıştığı
otoriter baskı rejimi 27 Mayıs
haklı ve meşru kılabilir mi?
Hayır.
1961 yılında Kurucu Meclis'te yapılan
27 Mayıs Anayasası bazı açılardan
hiç kuşkusuz demokratik bir içeriğe sahipti.
Bunda da, hem Kurucu Meclis'in "DP zihniyeti"ne
karşı olan yapısı, hem de CHP'nin
1959 Kurultayı'nda kabul ettiği İlk Hedefler
Beyannamesi
'nin önemli payı vardı.
Böylece, işlediğinde demokrasiyi
demokrasi yapabilecek bazı kurum,
kural ve ilkeler yeni anayasaya girmişti.
Yargı bağımsızlığı...
Üniversite özerkliği...
Anayasa Mahkemesi...
Yasamanın yürütme üzerindeki denetim yetkisi...
Meclis'in yanında ikinci Meclis olarak Senato...
Çoğunluk yerine nispi temsile dayanan yeni seçim sistemi...
Basın özgürlüğü için güvenceler...
Sosyal adaletin, sosyal hakların anayasaya girmesi...
Sendika kurma hakkı...
Seçimlerin güvenliği konusu...
Yüksek Seçim Kurulu...

DP'nin Türkiye'ye yaşattığı
bütün acılar 27 Mayıs'ı
haklı ve meşru kılabilir mi?

Evet, bu açılardan, 1961 Anayasası
gerçekten demokratik bir içeriğe sahiptir.
Ama şu noktayı da gözardı etmemek gerekir:
Askeri vesayet...
Seçilmiş organlar üzerinde sivil ve askeri
bürokrasiyi Demokles'in Kılıcı gibi asan,
Milli Güvenlik Kurulu'nu kuran, TRT'deki
tartışma programlarının konusunu,
katılımcılarını, önceden çekilen programları
dahi Genelkurmay'a sorulmasını öngören
"askeri vesayeti" bir fren sistemi olarak
anayasallaştıran da Kurucu Meclis'in anayasasıdır.
Bir kez daha vurgulamak istiyorum:
DP'nin on yıllık iktidarında Türkiye'ye yaşattığı
bütün acılar, oturtmaya çalıştığı otoriter
baskı rejimi
27 Mayıs
haklı ve meşru kılabilir mi?
Hayır.

Milletin oyuyla seçilmiş bir Başbakan, Adnan Menderes, idam sehpasında...

27 Mayıs darbesinin Hürriyet ve
Anayasa Bayramı
olarak ilan edilmesini
haklı kılabilir mi?
Hayır.
Sadece idam sehpaları,
27 Mayıs'ı ve bu darbeyi yapanları
tarih önünde suçlu olmaktan
kurtarmaz, kurtaramaz.
 


İnönü: İdam cezası tatbik etmek,
siyasi partiler arasında
ve memlekette manen huzur
teessüsünü imkansız kılacaktır

27 Mayıs bu ülkede insan ilişkilerini,
siyaseti zehirlemiş olan bir darbedir.
İnönü, 27 Mayıs idamlarını önlemek
için daha Yassıada'da kararlar
açıklanmadan önce temaslar kurar.
İdam kararlarının çok sakıncalı
olacağını taraflara anlatır.
Sonuç alamaz.

Bunun üzerine, 13 Eylül 1961'de idam
kararlarının açıklanmasından iki gün önce,
Orgeneral Cemal Gürsel'e
idamlara karşı çıkan bir mektup
gönderir, Milli Birlik Grubu'nda okunmasını ister.
O tarihlerde ordu içinde gizli olarak
kurulmuş radikal subaylardan oluşan
Silahlı Kuvvetler Birliği,
İnönü'nün mektubunu Komite'de okutmaz.
"Sayın Orgeneralim" diye başlayan
mektubun bazı bölümleri şöyledir:
 

Ölüm kararlarının tastik ve infazı
yüksek milli menfaatlere
her suretle aykırıdır.
Seçimlere gidiyoruz.
Eski, yeni siyasi parti mensupları arasında
yaklaşma ve anlaşma çareleri arıyoruz.
Artık eskimiş olan siyasi suçlardan
dolayı idam cezası tatbik etmek,
siyasi partiler arasında
ve memlekette manen huzur
teessüsünü imkansız kılacaktır.
Unutulmamalı ki,
yarın seçime gidecek ve seçimlerden
sonra idareye katılacak siyasi partilerin çoğu,
geçmiş iktidar partisinin mensuplarına
büyük mikyasta istinat etmektedir.
Bunlar yalnız seçim esnasında değil,
seçimden sonra da ruhlardaki daimi
bir yarayı işletmekten geri kalmayacaklardır.
Ceza tatbikinin bünyesinde taşıdığı
ibret ve tenbih hassaları,
şimdi infaz yapılmamasında
daha ziyade mevcuttur.
İnsanların tecrübesinin bir değeri varsa,
bizim her yerde gördüğümüz sonuç budur.
Ordu tesiriyle bir infaz muamelesi,
millette orduya karşı deva bulmaz
bir kırgınlık yaratacaktır.
Millet ile ordu arasına girecek böyle
bir hatıranın tepkisini düşünmek
insana dehşet veriyor.
Siyasi suçlardan dolayı ölüm cezası,
bugün yeryüzünde hemen hiçbir
medeni ülkede kalmamış gibidir.
 

İnönü'nün bazı açılardan günümüzde de
önem taşıyan bu mektubu Milli Birlik
Komitesi'nde okutulmaz.
İdamlar infaz edilir.
Komite üyesi Kurmay Albay
Suphi Karaman
İnönü'nün
bu mektubunu kendi şahsi
arşivinde saklar
ve beş yıl sonra basına verir.***


Yarın: 27 Mayıs Anayasası'ndan on yıl sonraki 12 Mart Darbesi'ne...


* Altan Öymen, Ve İhtilal, Doğan Egmont Yayınları, Kasım 2013, s.731, 732, 736, 737, 742, 743
**
Özden Toker-Mehmet Ö. Alkan, İsmet İnönü'nün Kızı Anlatıyor, Yapı Kredi Yayınları, Haziran 2023, s.203, 204
*** Altan Öymen, Umutlar ve İdamlar, Doğan Kitap, Mayıs 2018, s.430-433

Yazı dizisinin önceki bölümleri

  1. Cumhuriyet bir devrimdir, Atatürk de önderidir; yaşasın Cumhuriyet!
  2. Mustafa Kemal: Osmanlı düzenini altüst eden devrimler yapılmadıkça, bir Batı medeniyeti toplumu olamayız!
  3. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!
  4. Atatürk, padişahlığın kaldırılması konusundaki kararlığını şöyle vurgular: "Belki birtakım kafalar kesilecektir!"
  5. Kafa kesmekten kafa koparmaya...
  6. Atatürk, hangi kaynaklardan beslendi; askeri, siyasi, entelektüel kişiliği yıllar içinde nasıl oluştu?
  7. Cumhuriyet demokrasiyle taçlandırılamadı, ama bu başarısızlığın sorumlusu Cumhuriyet’i kuranlar değil, 77 yıllık çok partili dönemin siyasal kadrolarıdır
  8. İsmet İnönü: "En büyük hezimetim en büyük zaferimdir"
  9. İnönü'den Menderes'e: "Bu yolda devam ederseniz, sizi ben de kurtaramam"

 

Hasan Cemal kimdir?

Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 

1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 

28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. 

Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. 

Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: 

Tank Sesiyle Uyanmak (1986)

Demokrasi Korkusu (1986)

Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) 

Özal Hikâyesi (1989)

Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999)

Kürtler (2003)

Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005)

Türkiye'nin Asker Sorunu (2010)

Barışa Emanet Olun (2011)

1915: Ermeni Soykırımı (2012)

Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014)

Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014)

- Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018)

- Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Açık mektup!

Özgür Özel'e, Ekrem İmamoğlu'na, Kemal Kılıçdaroğlu'na, Mansur Yavaş'a, bütün CHP'ye açık mektup ya da bir çağrı yazısı...

"Kürtçe konuşma, jandarma gelir!"

Tarık Ziya Ekinci 99 yaşında hayata veda etti; Kürtler kitabımı yazarken bana Kürtlerin acılarını anlatmıştı

Yoksa yine darbe mi?...

"Bana saldırıp da Erdoğan iktidarına hiç saldırmayanların kimliklerine bakın. Onların meselesi mülteci sorunu değil. Onların meselesi, Türkiye'nin içeride kaos yaşayarak otoriter bir rejime gitmesi..."

"
"